Category Archives: Kabala

Tora’nın Gizli Kodu

Yorum: Hiyerogliflerden [piktograflardan] sonra ortaya çıkan ilk harflerin, İbrani alfabesinin harfleri olduğu söylenir: Aleph (א), Bet (ב) vb.

Cevabım: Onlar ortaya çıkmadılar. Yaklaşık 6.000 yıl önce yaşamış olan Adem tarafından keşfedildiler.

Bu harfleri keşfetti çünkü ihsan etme niteliği ile alma niteliğinin arasındaki ilişkiyi ve aralarındaki bağı anlamaya başladı. O, yalnızca 22 bağlantı olduğunu ve alma ve ihsan etme arasındaki bu bağlantılar aracılığıyla dünyanın tüm niteliklerini ifade edebileceğini gördü. Bu nedenle onları çizgiler ve noktalar şeklinde tasvir etti. O zamandan beri alfabeye sahibiz.

Soru: İbranice bir harfte, her şeyin başladığı siyah nokta nedir?

Cevap: İhsan etme ve iyilik niteliğine tamamen zıt bir şeydir. İhsan etme, sevgi ve iyilik, bir nesneden diğerine, yalnızca diğerinin yararı için akan olumlu niteliklerdir ve bunlara ışık denir. Bunun tersine siyah nokta denir.

Soru: Bu siyah noktayla başlayan herhangi bir harf var mı?

Cevap: Elbette.

Yorum: Ve sonra yatay bir çizgi ve dikey bir çizgi çizeriz.

Cevabım: Evet, beyaz ışığın arka planında. Beyaz kağıdın arka planında.

Soru: Harfin tamamı yazıldığında, ne anlama geliyor?

Cevap: Ben, olumsuz niteliklerin olumlu niteliklere ne ölçüde benzeyebileceğini resmediyorum.

Soru: Bu siyah harfin beyaz kağıda, beyaz ışığa benzer hale gelebileceğini mi söylüyorsunuz?

Cevap: Evet.

Soru: Peki, harfleri bir kelimede birleştirdiğimde?

Cevap: Bununla, sadece bir ihsan etme niteliğinden ikinciye ve sonra üçüncü, dördüncü ve benzer şekilde diğerlerine nasıl geçeceğinizi açıklarsınız.

Soru: Ve bir cümle yazdığımda ve bunu tamamen doldurduğumda, örneğin beyaz ışık, bu kağıt sayfası mı?

Cevap: Bunu yaparak, arka plandaki beyaz ışığa karşı tüm ihsan etme yeteneklerinizi ortaya koyarsınız. İhsan etme ve almanın kesinlikle tüm potansiyel karşılıklı niteliklerini tasvir eden Tora yazıldıktan sonra, başka bir şey yazmanın anlamı yoktur. Her şey, sadece Tora’ya yapılan her türlü ekleme ve yorumdur.

Soru: Öyleyse, Tora, insanın ihsan edici ve sevgi dolu olmaya yönelik tüm arzularını ve özlemlerini tanımlıyor mu?

Cevap: Evet.

Soru: Ya bir kişi, İngilizce, Rusça, Almanca, Ermenice veya başka bir dilde yazarsa ne olur?

Cevap: Gerçek şu ki, şu anda, yazılanları doğru bir şekilde okuyamazsınız çünkü diller sürekli olarak değişiyor. Bugün modern bir Fransız’ı ve Haçlı Seferleri sırasında yaşamış birini ele alırsanız, birbirlerini anlamazlar. Dil çok değişti!

Soru: Peki ya İbranice?

Cevap: Hayır. İbranice değişmedi. Biz iki ya da üç bin yıl önce yazılmış kitapları okuruz. Adem, Melek Raziel adlı kitabını 6.000 yıl önce yazdı ve biz onu bugün yazılmış gibi okuduk. Çok net değil ama okuduk. Tıpkı çağdaşlarımızla yaptığımız gibi Adem’le de konuşabilirdik.

Binlerce yıl önce yaşamış atalarıyla karşılaşıp onu anlayan ve onunla aynı dilde konuşan başka millet yoktur.

Ama Yahudiler kolayca yapabilir!

Soru: Kod değişmediği için mi?

Cevap: Evet. Değişemez çünkü bu, ışık ve karanlık arasındaki etkileşim, iki kuvvet arasındaki etkileşimdir.

Soru: Tora’da gömülü belirli bir kod olduğunu söylediklerinde, bu ışık ve karanlık arasındaki etkileşimle mi ilgili?

Cevap: Evet. Karanlık harflerdir ve ışık ise üzerine yazdığımız arka plandır.

Harfler, bir kişinin niteliğinin Yaradan’ın niteliğiyle eşdeğerliğini temsil eder. İnsan bu eşitliğe geldiğinde, harflerle ışık arasında hiçbir fark kalmayacaktır. Tüm harfler yalnızca ışığın niteliğini ifade edecektir.

Tüm harfler, sadece ışığın tüm niteliklerini o satırlarda, ışığın olmadığı o görüntülerde vurgulamak için vardır.

Soru: Yatay ve dikey çizgilerin farklı ışıkları temsil ettiği doğru mu?

Cevap: Evet, tabii ki. Bunda pek çok farklı işaret ve pek çok sır var, yani henüz çözemediğimiz şeyler.

Soru: Harflerde gerçekten çözülmemiş sırlar var mı?

Cevap: Elbette! Harften başka bir şey yok. Harf, bizimle üst güç arasındaki bir işarettir. Bu işaretlerden başka bir şey yok.

Soru: Işığın yukarıdan “harf” adı verilen bir şablondan geçtiğini ve bir kişinin içine damgalandığını söyleyebilir miyiz?

Cevap: Evet, bu da doğru.

Soru: Bir keresinde Sibirya’da yaşayan, en yüksek, en saf, şiirsel dille size İbranice bir mektup yazan tamamen sıradan bir kişi hakkında bir hikaye anlatmıştınız.

Cevap: Evet. Bunu öğretmenim Rabaş’a gösterdim. Ve onun temiz kalpli/alçakgönüllü bir adam tarafından yazılmış Kabalistik bir metin olduğunu, çünkü böyle bir manevi aydınlanmaya sahip olduğunu söyledi.

Soru: Bundan, tüm harflerin bizim içimizde, dünyada yaşayan herkesin içinde olduğu sonucuna varabilir miyiz?

Cevap: Evet. Daha sonra bu adamla tanıştım, hiçbir şey anlamadı ya da bilmiyordu. Yıllar sonra Sibirya’dan serbest bırakıldığında İsrail’e geldi. İçinde o zamanlar yaşadığı durumdan geriye hiçbir şey kalmamıştı. Ona kısa bir ani ışık şeklinde verildi çünkü çok acı çekiyordu. Tüm gücüyle kendisinden, vücudundan çıkmak istemişti! Ve bu gerilim onu, İbranice yazabilecek duruma getirdi. Sadece onun aracılığıyla dünyaya geldi.

Soru: Yani bunun, onun duası olduğunu söyleyebilir miyiz?

Cevap: Elbette.

Sözlü ve Yazılı Tora

Soru: Sözlü Tora ve yazılı Tora nedir?

Cevap Sözlü Tora, hem öğretmenin hem de öğrencinin belirli bir manevi derecede bir arada oldukları ve bunun aracılığıyla birbirleriyle iletişim kurdukları anlamına gelir. Yazılı Tora, onların edindikleri her şeyin metinlere yazılması ve birinden diğerine geçmesidir.

Soru: Bu, Musa’nın Sina Dağı’nda Yaradan’dan aldığı şeyin sözlü Tora olduğu anlamına gelir. Ve 1000 yıl sonra tüm bunlar yazıldığından, Kabala açısından bu artık sözlü olarak kabul edilmiyor mu?

Cevap: Kabala’nın bakış açısından, sözlü Tora, kişinin kendi içinde edindiği her şeydir. Bunu tarif etmek veya iletmek neredeyse imkansızdır çünkü bu sadece onu iletmek istediğiniz kişinin edinimine bağlıdır.

“Kabala’nın Ana İdeolojisi Nedir?” (Quora)

Kabala Bilgeliği, biz bu dünyada yaşarken, fiziksel yaşam ve ölümün ötesinde, gerçekliğin en yüksek boyutunun algısına ve hissine ulaşmamızı sağlayan bir yöntemdir.

Bunu yaparak, gelecekteki durumlarımızı hissedebiliriz ve gerçekliği, onun “kontrol odası” ndan doğrudan etkileme yeteneği kazanırız. Sadece hayatımızın kaynağıyla bağ kurmaya ihtiyacımız var ve bunu yaparak kaderimizin kontrolünü üstleniriz.

Kabala, ilk kez 5,781 yıl önce Raziel HaMalach (İbranice “Gizli Melek”) adlı kitabı yazan Adem tarafından ifşa edildi. Kitap, gerçekliğimizi işleten ve belirli bir yöntemle ifşa edilebilen gizli gücü (yani “melek” belirli bir tür manevi güçtür) anlatır. Kabalistlerin 20 neslinden sonra, İbrahim, “İsrail halkı” olarak bilinen, ilk Kabalistik grubu kurarak Kabala bilgeliğinde bir sonraki büyük gelişmeyi yaptı. Bu, “Komşunu kendin gibi sev” ilkesine dayanarak toplanan bir gruptu. İnsanın dostuna sevgisi, Kabalistlerin temel ideolojisi ve yasası haline geldi. Tek bir ulus olarak birleştiler ve daha sonra birlik (“Yichud”) kelimesinden gelen, “Yahudiler” olarak anıldılar.

Gelişiminin belirli bir aşamasında grup, İbrahim’i takip etmek istemeyen dönemin Babillilerine, kendini dönüştürme ve ıslah ihtiyacını (başkalarının pahasına kişisel çıkar için egoist niyetin üzerine çıkarak) göstermek zorunda kaldı. Bunu yaparak, zamanın yaygın nefret ve bölünmüşlüğünün üzerinde, birleşme ve sevgi köprüleri oluşturdular.

Kabala’nın ana ideolojisi bu nedenle “Komşunu kendin gibi sev”dir ve Kabala metodu, bölücü insan egosunun üzerinde böyle bir birleşmeyi elde etmektir. Doğuştan gelen bölücü dürtülerimizin üzerinde artan sevgi bağları ve birleşmeyi geliştirmenin zirvesinde, evrenin iki ucu (egoizm ve özgecilik, bölünme ve birleşme, alma ve verme) “vermek için alma” olarak adlandırılan, tek bir yaratılışta birleşir. Uygulamada böyle bir ilkeyi edinerek, hepimizin uyumlu, mutlu ve doğa ile denge içinde yaşaması için kuralı uygularız. Dahası, bedensel yaşam ve ölümün üzerinde var olan, ruhumuzun ebedi ve mükemmel gerçekliğini de keşfederiz.

Şu anda tek bir niteliğimiz var: Almak. Versek bile, bunu karşılığında bir şey almak istediğimiz hesaplamasıyla yapıyoruz.  Doğuştan gelen alma niteliğimize vermenin niteliğini ekleyerek (yani içimizde hiçbir egoist niyet olmadan saf verme), o zaman egoizmimizi doğanın özgecil niteliği ile dengeleyerek birbirimizle mükemmel bir bağ kurarız ya da başka bir deyişle, gerçekliğin negatif kutbunu pozitif olanla dengeleriz.

Kabala, doğanın nasıl dört seviyeye ayrıldığını açıklar: Cansız, bitkisel, hayvansal ve insan. Cansız, bitkisel ve hayvansal seviyelerde, doğanın kendisi verme ve alma, pozitif ve negatif arasında denge kurar. Bununla birlikte, insan seviyesinde, yani birbirimize olan ilişkilerimiz ve tutumlarımız düzeyinde, gerçekliğin özgecil yönüyle hiçbir bağlantımız yoktur. Böylelikle, egoist arzularımız zaman içinde ne kadar gelişirse, hayatın tüm alanlarında o kadar çok sorun ve krizle karşılaşırız.

Başka bir deyişle, hayatımızın sorunlarının esas nedeni, özgecilik ve egoizm arasındaki uyumsuzluktur. Kabala bilgeliği, bu iki nitelik arasında doğru dengeyi kurmanın ve bunu yaparak kişisel, sosyal ve küresel olarak denge sağlamanın bir metodudur.

Kabala’nın bir din değil, bilim olduğuna dikkat etmek de önemlidir. Din, bir veya birkaç yüksek güce inanmaya dayanırken; bunun yerine araştırma, deney, geri bildirim toplama ve bunu yaparak, doğuştan gelen egoist niteliğimizin üzerinde özgecil niteliğe eriştiğimizi bilimsel olarak onaylayana kadar,  “doğrulama ve tekrarlama” yoluyla yüksek güçlerin açığa çıkmasına ulaştığımız bir metottur. Kabala, ritüeller gerçekleştirmeyi, belirli bir kıyafeti giymeyi veya herhangi bir fiziksel nesneye özel bir önem atfetmeyi içermez. Daha ziyade, daha yüksek gerçekliğe ulaşma yolunda ilerlemeyi destekleyen bir ortamda çalışmayı ve katılımı içerir. Bunu yaparak, herhangi biri böylesine yüce bir edinime ilerleyebilir.

Hayatın Kaynağına Giden Yolda Küçük Bir Döngü

Soru: Çocukluk çağındaki çoğu insan şöyle sorular sorar: “Ben kimim? Neden ben? Çevremde ne var? ” Ama cevapları bulamazlar ve onları unuturlar. Ancak bir süre sonra bu sorular onlara daha büyük bir güçle geri döner.

O zaman kişi, ne aradığını bilmeden aramaya başlar. İnternette birçok bilgi arayıp tarar. Ama ne kadar çok okuduğu önemli değildir, her bir bilgi onu daha da acıktırır. Kişi ne aramaktadır?

Cevap: Temelde, bizler her zaman yalnızca bir şeye, yaşamın kaynağına çekiliriz. Geldiğimiz yer ve geri dönmemiz gereken yer burasıdır.Bu yolda küçük bir döngü vardır: bu dünya. Bu dünyaya geldik ve yakında onu terk etmeliyiz.Bu yüzden nereden geldiğimiz ve nereye gittiğimizle ilgileniyoruz.

Bu dünyada pek sevinç görmeyiz. Bu nedenle, daha da büyük bir soru vardır, “Ondan önce ne vardı ve sonra ne var?”

İnsan araştırır ve eğer şanslıysa, ki birçok insan bizim zamanımızda şanslıdır, Kabala bilgeliğini bulur.

Egoist Bir Toplumun Dört Hali

Yorum: Tora, insanlar arasındaki dört ilişkiyi inceler. Bunlardan biri: “Benim olan benim ve senin olan senin” en kötüsü olarak kabul edilir ve “Sodom” olarak adlandırılır. Ve dünyamızda bu normal kabul edilir.

Cevabım: Hayır. Bu anormal bir durumdur çünkü insanlar arasındaki tüm bağları keser. Ne sana bir şey vermeye ne de senden bir şey almaya hakkım yok. Yani toplumdaki herkes kesinlikle birbirinden izole edilmiştir. Ayrıca bu koşula uymak için birbirlerini bile gözetlemektedirler.

Soru: Bu birliğe aykırı mı, doğanın bizi tek bir ortak bütüne getirme eğilimine aykırı mı?

Cevap: Bu tamamen doğaya aykırıdır çünkü doğa, atomlar, parçacıklar, hücreler ve insanlar arasındaki en azından bir şeyde, en azından bir şekilde karşılıklı bağlantı üzerine inşa edilmiştir. Ve burada, her şey izolasyona dayanmaktadır.

İkinci durum: “Benim olan senindir ve senin olan benimdir.” Bu, her şeyin ortak mülkiyet (eşler, çocuklar, meskenler ve hayvanlar) olduğu ilkel bir toplumun doğasının özüdür. Bu durum, özellikle ilkel bir komünal sistemin gelişmemiş egoizminin karakteristiğidir.

Üçüncü durum: “Benim olan senindir ve senin olan senindir.” Tora’da bu Hesed olarak adlandırılır.

Bu, pratik olarak başka birine vermeye ve başkalarını düşünmeye odaklandığım, iyi ama eksik bir durumdur.

Bu, küçük insan grupları için, çocuklar için, zayıf toplumlar için, hastalar ve yaşlılar için, her şeyi onlara verdiğimde ve aktardığımda iyidir. Ancak bu, bilgi akışının ve gücün olmadığı, alışverişin olmadığı kusurlu bir durumdur. Her şey tek bir yöne gitmektedir ve doğa bu şekilde inşa edilmemiştir.

Doğa, tüm parçalarının tek bir ortak sistemde entegre olarak kilitlendiği gerçeğine dayanmaktadır ve bunlar arasında, bütünsel, doğru etkileşimde tüm sistemi birlikte desteklemek için bir enerji, bilgi ve hayati güç alışverişi vardır.

Dördüncü durum: “Benim olan benim ve senin olan benim”, bu “suç” olarak adlandırılır – toplumdan olması gerekenden daha fazlasını aldığım zaman.

Temel olarak, insanlar arasındaki tüm bu dört tür etkileşim egoizm içinde mevcuttur. Hiçbiri mükemmel değildir. Kabala bizleri onların üstüne yükseltir.

Mükemmel bir durum, birbirimize dahil olmak üzere birbirimizle tam etkileşim içinde olduğumuz zamandır. Dört koşulun hiçbirinde durum böyle değildir.

Doğa Duyarlı Mı?

Tanrı’ya inanan insanlar, dinlerin O’na ilişkilendirdikleri yöntemlerle, O’na duygu ve düşünceler atfederler ve kaderimizi belirleyen herhangi bir güçlü bireyle iletişim kurma şeklimiz gibi, O’nunla iletişim kurarlar: O’nu memnun etmeyi ve karşılığında O’nun lütfunu almayı hedefleriz. Peki ya doğa? Doğa duyarlı mı? Doğayı memnun etmeli miyiz? Ve eğer yapmalıysak, bunu nasıl yapabiliriz?

Kabala bilgeliği doğa ile Tanrı arasında ayrım yapmaz. 20. yüzyılın büyük kabalisti Baal HaSulam, “Barış” adlı makalesinde, doğa ve Tanrı’nın eşanlamlı olduğunu açıkladı, bu nedenle doğadan bahsettiğimizde, aslında Tanrı’dan bahsediyoruz ve Tanrı’dan bahsettiğimizde, aslında doğadan bahsediyoruz.

Ancak, Kabala bilgeliğine göre doğa, iyi eylemler veya kötü eylemler arasındaki dengemizi kontrol eden ve bizi buna göre ödüllendiren veya cezalandıran bir “muhasebeci” değildir. Doğa, her şeyi yaratan, her şeyi yöneten ve her şeyi onun tüm gerçeklikle tam bir birlik ve uyum amacına yönlendiren süper zeki bir mekanizmadır. Doğa, yaratılışı sürekli olarak, atomik seviyeden cansız, bitkisel, hayvansal ve insan seviyelerine kadar daha büyük bir karmaşıklığa doğru geliştirir.

İnsan seviyesinde, bizler tüm doğanın evrimleştiği şekilde evrim geçiriyoruz. İlk önce köylere dönüşen klanlarda toplandık, köyler kasabalara, kasabalar ülkeler haline geldi ve günümüzde tüm dünya tek bir küresel köy olurken insanlar, hayvanlar, bitkiler ve mineraller birbirine bağlı tek bir sistemin parçalarıdır. Bizler, dünyanın her yerine bağlanmış ve dişli bir mekanizma haline geldik.

Dahası, bu mekanizma apaçık zekidir. İçindeki her şey karmaşık ve akıllıca diğer her şeye bağlıdır ve yaratılışın tüm parçaları eş zamanlı olarak artan birleşmeye doğru ilerliyor. Tıpkı karıncaların veya balık sürülerinin, senkronize zekâlarının rehberliğinde bir bütün olarak düşünmeleri ve hareket etmeleri gibi, çevremizdeki her şey uyum içinde çalışır; insan dışında her şey.

İnsanlar, doğada,  doğruyla yanlışı ayırt etme ve ne zaman ne yapılacağının içgüdüsel bilgisinden mahrum bırakılan tek unsurdur. Ama bu da bir amaç için yapıldı. Çevremizdeki mükemmel yaratılışta eksik olan tek unsur, hayatımızın amacının farkında olmaktır. Farkındalık önceden yüklenemez; edinilmesi gerekir. Bu yüzden, dünyamız hakkında her bir bilgiden yoksun doğarız. Aslında, ilk başta o kadar çaresiz doğarız ki, yemek için annemizin meme ucuna bile ulaşamayız ya da kendimize bulaştırmadan dışkılayamayız. Hiçbir yavru hayvan yeni doğmuş bir bebek kadar çaresiz değildir. Ancak, bu kasıtlı olarak yapıldı, böylelikle bizler her şeyi sıfırdan öğreneceğiz ve sürecin sonunda yaratılışın zirvesine ulaşacağız ve bizi yaratan sistem – doğa (ya da Tanrı) kadar zeki olacağız.

Doğanın “doğası” uyum ve birleşme olduğundan ve hedefin farkındalığını kazanmamız gerektiğinden, doğduğumuzda onun tamamen zıttıyız, bu yüzden uyum ve birleşmenin her yönünü öğreneceğiz. Sorun şu ki, doğaya zıtken, duygusuz/bilinçsiz çocuklar gibi, çevremizdeki her şeyi yok eden bir tehditten başka bir şey değiliz. Ancak birlikte çalışmayı öğrendikçe, yaratılış anlayışımıza karşı birlik ve dayanışmanın canlılığının farkına vardıkça, doğanın eğilimine uygun olarak kendimizi daha akıllıca yönetmeyi de öğreniriz ve kendi aramızda ve doğayla hissettiğimiz çatışmalar, bizi ileriye doğru iten rüzgârlara dönüşür.

İnatçı olduğumuz sürece acı çekeriz. Gökyüzünü, suyu ve toprağı kirletiyoruz. Güç ve kontrol elde etmek için doğanın bize verdiği bolluğu tüketiyoruz; sanki sadece bizim hayattan zevk almaya hakkımız varmış gibi, birbirimizi kullanıyor ve taciz ediyor, öldürüyor, tecavüz ediyoruz ve birbirimizi kötülüyoruz ve geleceğe hiçbir şey bırakmıyoruz. Yetişkinlerin bedenleriyle ama bir çocuğun zihniyle yetişkin çocuklar gibi davranıyoruz.

Bağ kurmaya odaklanırsak, doğru yolu bulup yarattığımız karmaşayı temizleyeceğiz. Kendimiz için talep etmeye devam edersek ve doğanın uyum ve birleşme yönündeki eğiliminden kaçınırsak, doğa ile artan çatışmamız bize daha da kötüleşen olumsuzluklar getirecektir. Zeki olabiliriz ama çok akılsızız. Kendimiz için gerçekten iyilik yapmak istiyorsak, önce bildiklerimizi, bilmediklerimizi ve kendimize yardım etmek için ne yapmamız gerektiğini nasıl öğrenebileceğimizi öğrenmeliyiz. Doğanın zeki mekanizmasını dinlersek, onun yörüngesine uyum sağlamayı artırma yolunda ilerlersek, yaşam kendi kendimize verdiğimiz yıkımdan çok daha kolay ve basit olacaktır.

Onlunun Merkezinde İnşa Etmek

Bizler, hakkında “ters bir dünya göreceğim.” denilen, manevi dünyaya giriyoruz. Şimdi bu ters çevrilmiş dünyayı bizim dünyamızdan hayal etmek imkânsızdır çünkü bu beyaz yerine siyahın olduğu basit bir negatif değildir.

Bu dünyada ihsan etmeye ve sevmeye çalışsak bile, bunu manevi dünyaya doğru şekilde yansıtamayacağız. Manevi dünyayla ilişkilendirecek hiçbir şeyimiz yok: anlayış yok, his yok, tat yok.

Bu yüzden gözlerimiz kapalı gitmeliyiz. Gerçekte de, gözlerimiz kapalı ve hiçbir şey görmüyoruz çünkü sadece egoist arzumuzun içine bakıyoruz. Bakışlarımız içe dönüktür ve sadece midemizle ilgileniriz.

Ve maneviyat tam tersi yönde işler. Bunun tersini hayal edemiyoruz. Tersini yaparsam, manevi olmayacaktır. Bu çok yaygın bir yanılgıdır.

Bilgelerle inançla yürümek, gözleriniz kapalıyken Kabalistlerin talimatlarını takip etmek anlamına gelir, böylece Yaradan’ın yardımı ile içimizdeki ruhun tezahürünü uyandırırız ve Yaradan’ın imgesini, ihsan etme niteliğini, Bina’yı ifşa ederiz. Kişi en azından bunun için bir yer inşa etmeye başlamalı, üst gücün açığa çıkması koşulu bu, böylece bu alan bir şekilde Yaradan’a benzer hale gelir.

Öyleyse ilk olarak, bu alanı egoist arzulardan kurtarmak için bir kısıtlama yapmak ve ardından onun üzerine kat kat ihsan etme aşamalarını inşa etmeye başlamak gerekir: 0-1-2-3-4.

İhsan etme yapısını inşa edebileceğimiz yani Yaradan’ın Kendisini ifşa etmesine ve onu inşa etmesine izin verebileceğimiz alma arzumuzdan temizlenmiş boş bir platform hazırlıyoruz. “Ben” i, egoizmimi kaldırmalı ve onun yerine Yaradan’ın görünmesine izin vermeliyim. Yaradan, yalnızca O’na sunduğum saf yerde görünür.

Ve bunun için gerçekten dostlarımızın yardımına ihtiyacımız var. Egoizmimizin tam merkezinde, biz egoistlerin birleştiği merkezi noktada, onlunun merkezinde, Yaradan’ın ifşasına, ihsan etme niteliğinin tezahürüne yer açmalıyız, böylece ruh en alt seviyeden, kaynaktan daha da gelişmeye başlar: embriyo, emzirme, olgunlaşma.

İhsan etme niteliği, annenin vücudunda büyüyen bir embriyo gibi, biri diğerinin içinde biçimlenerek, alma niteliği içinde gelişir. Ve her ne kadar embriyo anne için yabancı bir cisim olsa da doğa, annenin onu reddetmemesini, tam tersine onu mümkün olan her şekilde, özenle ve sevgiyle destekleyip büyütmesini ayarlamıştır. Annenin tüm büyük vücudu yalnızca embriyoyu büyütme işlevi görür.

Ve bizlerin, aynı sevgiyle, çocuk bekleyen şefkatli bir anne gibi, onluda birleşmemiz ve aramızdaki ihsan etme niteliğini dikkatlice geliştirmemiz gerekiyor. Hiçbirimiz onu kendi başımıza büyütemeyiz, ancak yalnızca aramızdaki bağda, ihsan etme niteliğini hayal edebilir ve onu alma niteliğimizin üzerinde daha fazla büyütebiliriz.

Alma arzusu temeline dayanan tüm bedenimiz, içinde insan, Adem olarak adlandırılacak olan manevi embriyoyu, ihsan etme arzusunu geliştirmek için çalışacaktır, çünkü o Yaradan’a (Domeh) benzeyecektir.

Ruhunuzu ancak eksiksiz bir manevi organizma yoluyla inşa edebilirsiniz: kendi merkezinde manevi rahmin olacağı ve ihsan etme niteliğinin ortaya çıkacağı bir yer açarak kendisini fesheden bir grupta.  Söylendiği gibi: “Beni sen yarattın.”

Bizim tarafımızdan alanı alma arzusundan özgürleştirerek ve alma arzusu içinde ihsan etme arzusunun büyümesine izin vererek, Yaradan diğerinin içinde bir form oluşturabilir.

Bu nedenle tüm çalışmalarımız sadece grup çalışmasıdır. Yaradan’ı dostlarım aracılığıyla aramazsam, o gerçek Yaradan değildir. Bütün dünya Yaradan ile bağ kurmak, O’na dönmek istiyor. Ancak bu girişimlerin ne kadar umutsuz olduğunu görebiliriz. Ve hepsi, insanların Yaradan’ı doğru bir şekilde hayal etmedikleri içindir: insanlar arasında bir bağ olarak.

Yaradan, egoizmimizden özgür olduğumuz bir alanda, aramızda inşa ettiğimiz ihsan etme niteliğidir. İhsan etme formunu alan, alma niteliklerimiz aracılığıyla Yaradan’ı ifşa ederiz.

Yaratılanları sevmeden, Yaradan’a ulaşmak imkansızdır. Bu yüzden şöyle denir: “İnsan sevgisinden Yaradan’ın sevgisine; yaratılanların sevgisinden Yaradan’ın sevgisine.” Bunlar sadece güzel sözler değil, aynı zamanda gerçek ifşaya ulaşmak için gerekli bir koşuldur.

Herkes – Kendi Zamanında

Soru: Tüm insanların kalpteki noktaya sahip olduğunu söylüyorsunuz, ancak bazılarında uyanıyor, bazılarında uyanmıyor. Kalpteki noktası uyanmamış bir kişi için aydınlık ve karanlık nedir? Hayatının anlamı nedir?

Cevap: Kalpteki nokta içimizde uyanıncaya kadar diğer insanlarla aynı şekilde yaşıyoruz. Diğer herkesin hayatının boşa gittiğini düşünmeyin. Onların da bu koşullardan geçmeleri gerekir çünkü onlarsız herhangi bir manevi duruma erişemeyecekleri ve manevi dünyaya giremeyecekleri bazı Reşimotlar (bilgi kayıtları) içlerinde birikir.

Manevi Çalışma Açısından Toplumun Üç Bölümü

Birçok farklı insanla çevrili bir toplumdayız. Manevi çalışma ile ilgili olarak, kişi, tam olarak niyetle elde edilen Yaradan ile birleşmek istediğinde, toplum üç bölüme ayrılabilir.

Birinci bölüm, doğrudan Yaradan’a doğru çabalayan İsrail halkıdır (İsrail-El).

İkinci bölüm “Mısırlılar”dır yani maneviyatı hiç umursamayan bir insan topluluğudur. Kendileri için iyi olduğunu düşündükleri şeyi doğal olarak yaparlar. Ne yaptıklarını anlamayabilirler ve bu onlar için önemli değildir. Önemli olan, kendilerini iyi hissetmeleridir.

Üçüncü bölüm “Erev rav” (büyük karışım) yani kişinin emirlere niyet olmaksızın itaat etmesi gerektiğine inanan insanlar.

Niyet tamamen farklı bir tanımlamadır. Kişi kendi egoizminin üzerine çıkmalı, üst ışığı kendisine çekmeli, egoizmi özgeciliğe dönüştürmeli ve kendi içindeki her şeyi kesinlikle değiştirmeli ve daha yüksek dünya olan, Yaradan’ı hissetmeye başlamalıdır.

Bu çok büyük ve çok zor bir manevi çalışmadır. Bu nedenle, yapılmaması gerektiğine inanan insanlar vardır. Onlar, bir zamanlar başkalarının iyiliği için ve Yaradan’ın iyiliği için doğru niyet seviyesinden, kendileri için olan egoist niyetin içine düşmüşlerdir.

Zohar Kitabı’nın Büyülü Mekanizması

Soru: Zohar Kitabı’ndan metinleri okuduğumuzda bize ne olur?

Cevap: Zohar Kitabı’nı okuyarak, doğrudan veya dolaylı olarak üst ışığı kendimize çekeriz, eğer arzuladığımız şey buysa. Zohar Kitabı, kitabı okurken arzumuzla tetiklenen bir mekanizmadır.

Bir düğmeye basarak mekanik olarak başlattığımız mekanizmalar vardır. Bir ses, bir bakış veya bir düşünceyle başlayan mekanizmalar vardır. Ve arzu ile ateşlenebilenler vardır.

Eğer arzularımız onları hedefliyorsa, manevi güçleri tam olarak arzularımızla uyandırırız. Ama aynı zamanda, İlgili mekanizmanın önünde olmalıyım.

Zohar Kitabı, benim önümdeki sistemdir, mekanizmadır. Ama bir bakışta, parmağım satırlar boyunca hareket etmesiyle ve herhangi bir dilde yüksek sesle okuyarak etkinleştirmiyorum, ancak dili olmayan arzumla, bu Kitaptan ışığı alma arzumla, beni değiştiren, geliştiren ve beni tüm evrenle, tüm doğa ile birleşme haline getiren güçle harekete geçiriyorum.

Eğer buna sahipsem, o zaman bu arzunun ölçüsünde, üst gücün etkisini kendi üzerimde uyandırırım. Böyle gerçekleşir.

Soru: Peki, eğer bu arzuya sahip değilsem ve diyelim ki bir aktör olarak kullanabileceğim bazı sırların bana ifşa edileceğini düşünerek bu kadim Kitabı açarsam?

Cevap: Önemli değil, çok iyi. Her durumda, bu Kitapla zaten bir bağa sahipsiniz. Onun bir şeye sahip olduğunu anlarsınız. Ne olduğunu bilmiyorsun ama herkes çok ilginç, gizemli, bazı sırlar, numaralar, büyücülük, sihir olduğunu söylüyor. Yeter ki ondan bir şey alma arzusu olsun.