Sözlü ve Yazılı Tora

Soru: Sözlü Tora ve yazılı Tora nedir?

Cevap Sözlü Tora, hem öğretmenin hem de öğrencinin belirli bir manevi derecede bir arada oldukları ve bunun aracılığıyla birbirleriyle iletişim kurdukları anlamına gelir. Yazılı Tora, onların edindikleri her şeyin metinlere yazılması ve birinden diğerine geçmesidir.

Soru: Bu, Musa’nın Sina Dağı’nda Yaradan’dan aldığı şeyin sözlü Tora olduğu anlamına gelir. Ve 1000 yıl sonra tüm bunlar yazıldığından, Kabala açısından bu artık sözlü olarak kabul edilmiyor mu?

Cevap: Kabala’nın bakış açısından, sözlü Tora, kişinin kendi içinde edindiği her şeydir. Bunu tarif etmek veya iletmek neredeyse imkansızdır çünkü bu sadece onu iletmek istediğiniz kişinin edinimine bağlıdır.

“Müzik Neden Acımızı İyileştirir?” (Quora)

Müzik, beş duyu organının en duyusalı olan işitme duyumuz üzerinde etki eder.

Düzgün ayarlanmış bir armoni olduğunda, bizi neredeyse anında etkiler. Bizi içine çekmek için birkaç vuruş yeterlidir.

Aynı şekilde müzik, ruh halimizi yükseltme, sakinleşme ve bizi iyileştirme yeteneğine sahiptir.

Her şeye rağmen o hala bunu yapmanın dünyevi bir yoludur ve bundan daha fazlası olduğu konusunda aldatılmamalıyız.

Müziğin bizi nasıl etkilediği, nasıl yetiştirildiğimizle ilgilidir. Dinlediğimiz müziği anlamalıyız. Örneğin, yerli kültürler tipik olarak klasik müziği anlamayacaktır ve kesinlikle klasik müzikle yetiştirilenler modern müziği anlamayacaklardır.

Ama farklı müzik türlerine rağmen müzik, insanlık tarihine çok güçlü bir şekilde eşlik etmeye devam ediyor. Kabala bilgeliğine göre müzik, işitme duyusu olan Bina seviyesindedir.

 

Onlu, Manevi Sermayemizdir

Zaman geçtikçe, hedeften uzaklaştığımızı hissederiz. Bu hayal kırıklığı için bir neden değil, daha ziyade ilerlemek için hissedilmesi gereken yeni bir arzunun açığa çıkmasıdır. İlerleme her zaman eksiden artıya, sonra daha da büyük eksiden daha büyük artıya ve bu şekilde devam eder.

Bu nedenle, her zaman yanımda olan ve bir pil, bir kondansatör gibi çalışan bir gruba ihtiyacım vardır.

Düşüşlerde ve yükselişlerde aldığım her şey gruba yatırılır. Yükselirim ve düşerim, bir koşuldan diğerine geçerim ama tüm çalışmalarım onlumda birikir. Ve bu, her dost için aynıdır ve bu sayede hedefe ulaşırız.

Onlu tüm çabalarımızı, başarılarımızı ve tüm soru ve cevaplarımızı biriktirdiğimiz bir yerdir. Düşerim ve her şeyi unuturum, hiçbir şey anlamam, bu eskisinden bile daha kötüdür ve bunun nedeni ise eski koşulu geçmiş, onu onluya yatırmış ve boş bir Kli’yle, temiz bir sayfadan yeni bir dereceye başlamış olmamdır.

“Kabala’nın Ana İdeolojisi Nedir?” (Quora)

Kabala Bilgeliği, biz bu dünyada yaşarken, fiziksel yaşam ve ölümün ötesinde, gerçekliğin en yüksek boyutunun algısına ve hissine ulaşmamızı sağlayan bir yöntemdir.

Bunu yaparak, gelecekteki durumlarımızı hissedebiliriz ve gerçekliği, onun “kontrol odası” ndan doğrudan etkileme yeteneği kazanırız. Sadece hayatımızın kaynağıyla bağ kurmaya ihtiyacımız var ve bunu yaparak kaderimizin kontrolünü üstleniriz.

Kabala, ilk kez 5,781 yıl önce Raziel HaMalach (İbranice “Gizli Melek”) adlı kitabı yazan Adem tarafından ifşa edildi. Kitap, gerçekliğimizi işleten ve belirli bir yöntemle ifşa edilebilen gizli gücü (yani “melek” belirli bir tür manevi güçtür) anlatır. Kabalistlerin 20 neslinden sonra, İbrahim, “İsrail halkı” olarak bilinen, ilk Kabalistik grubu kurarak Kabala bilgeliğinde bir sonraki büyük gelişmeyi yaptı. Bu, “Komşunu kendin gibi sev” ilkesine dayanarak toplanan bir gruptu. İnsanın dostuna sevgisi, Kabalistlerin temel ideolojisi ve yasası haline geldi. Tek bir ulus olarak birleştiler ve daha sonra birlik (“Yichud”) kelimesinden gelen, “Yahudiler” olarak anıldılar.

Gelişiminin belirli bir aşamasında grup, İbrahim’i takip etmek istemeyen dönemin Babillilerine, kendini dönüştürme ve ıslah ihtiyacını (başkalarının pahasına kişisel çıkar için egoist niyetin üzerine çıkarak) göstermek zorunda kaldı. Bunu yaparak, zamanın yaygın nefret ve bölünmüşlüğünün üzerinde, birleşme ve sevgi köprüleri oluşturdular.

Kabala’nın ana ideolojisi bu nedenle “Komşunu kendin gibi sev”dir ve Kabala metodu, bölücü insan egosunun üzerinde böyle bir birleşmeyi elde etmektir. Doğuştan gelen bölücü dürtülerimizin üzerinde artan sevgi bağları ve birleşmeyi geliştirmenin zirvesinde, evrenin iki ucu (egoizm ve özgecilik, bölünme ve birleşme, alma ve verme) “vermek için alma” olarak adlandırılan, tek bir yaratılışta birleşir. Uygulamada böyle bir ilkeyi edinerek, hepimizin uyumlu, mutlu ve doğa ile denge içinde yaşaması için kuralı uygularız. Dahası, bedensel yaşam ve ölümün üzerinde var olan, ruhumuzun ebedi ve mükemmel gerçekliğini de keşfederiz.

Şu anda tek bir niteliğimiz var: Almak. Versek bile, bunu karşılığında bir şey almak istediğimiz hesaplamasıyla yapıyoruz.  Doğuştan gelen alma niteliğimize vermenin niteliğini ekleyerek (yani içimizde hiçbir egoist niyet olmadan saf verme), o zaman egoizmimizi doğanın özgecil niteliği ile dengeleyerek birbirimizle mükemmel bir bağ kurarız ya da başka bir deyişle, gerçekliğin negatif kutbunu pozitif olanla dengeleriz.

Kabala, doğanın nasıl dört seviyeye ayrıldığını açıklar: Cansız, bitkisel, hayvansal ve insan. Cansız, bitkisel ve hayvansal seviyelerde, doğanın kendisi verme ve alma, pozitif ve negatif arasında denge kurar. Bununla birlikte, insan seviyesinde, yani birbirimize olan ilişkilerimiz ve tutumlarımız düzeyinde, gerçekliğin özgecil yönüyle hiçbir bağlantımız yoktur. Böylelikle, egoist arzularımız zaman içinde ne kadar gelişirse, hayatın tüm alanlarında o kadar çok sorun ve krizle karşılaşırız.

Başka bir deyişle, hayatımızın sorunlarının esas nedeni, özgecilik ve egoizm arasındaki uyumsuzluktur. Kabala bilgeliği, bu iki nitelik arasında doğru dengeyi kurmanın ve bunu yaparak kişisel, sosyal ve küresel olarak denge sağlamanın bir metodudur.

Kabala’nın bir din değil, bilim olduğuna dikkat etmek de önemlidir. Din, bir veya birkaç yüksek güce inanmaya dayanırken; bunun yerine araştırma, deney, geri bildirim toplama ve bunu yaparak, doğuştan gelen egoist niteliğimizin üzerinde özgecil niteliğe eriştiğimizi bilimsel olarak onaylayana kadar,  “doğrulama ve tekrarlama” yoluyla yüksek güçlerin açığa çıkmasına ulaştığımız bir metottur. Kabala, ritüeller gerçekleştirmeyi, belirli bir kıyafeti giymeyi veya herhangi bir fiziksel nesneye özel bir önem atfetmeyi içermez. Daha ziyade, daha yüksek gerçekliğe ulaşma yolunda ilerlemeyi destekleyen bir ortamda çalışmayı ve katılımı içerir. Bunu yaparak, herhangi biri böylesine yüce bir edinime ilerleyebilir.

Dünyanın Tembel İnsanlara İhtiyacı Var

Haberlerde (The Guardian):  “ Bir Alman üniversitesi, hiçbir şey yapmamayı ciddi şekilde taahhüt eden başvuru sahiplerine ‘aylaklık bursu’ veriyor.

“Hamburg Güzel Sanatlar Üniversitesi 1.600 € luk üç burs yeri ilan etti… Başvuranlar… jüriyi seçtikleri  ‘aktif hareketsizlik’ alanının özellikle etkileyici veya amaca uygun olduğuna ikna etmelidir.

“Başvuru formu sadece dört sorudan oluşmaktadır: Ne yapmak istemezsiniz? Ne kadar zamandır yapmak istemiyorsunuz? Özellikle bunu yapmamak neden önemlidir? Neden bunu yapmamak için doğru kişisiniz? …

Von Borries, Projenin arkasındaki fikrin, sürdürülebilirliği teşvik ederken aynı zamanda başarıya değer veren bir toplumun görünen çelişkisine ilişkin bir tartışmadan kaynaklandığını söyledi. “Bu burs programı bir şaka değil, ciddi niyetleri olan bir deneydir – başarıları ve yetenekleri etrafında yapılandırılmış bir toplumu nasıl tersine çevirebilirsiniz?” …

“Tüm başvurular, Önemsizlik Okulu: Daha İyi Bir Hayata Doğru… adlı serginin bir parçasını oluşturacak. Şu soru etrafında yapılandırılacaktır: ‘Hayatımın başkalarının yaşamları üzerinde daha az olumsuz sonuç doğurması için nelerden kaçınabilirim?’ ”

Yorumum: Tembel olmak kolay değil. Aslında bu basit bir görev değildir. Kendini özgür hissedebilen, herhangi bir zorunluluğa maruz kalmayan kişi, her şeyden önce yaratıcı kişidir.

Genellikle bu tür insanlar yaratıcı olma eğilimindedir. Bilim, sanat, müzik ve görsel sanatlar nereden geldi? Hayatlarında, hiçbir şey yapmak zorunda kalmayan insanlardan, aristokratlardan.

Soru: İşe gitmeleri gerekmiyor muydu?

Cevap: Hayır. Onlar tanıştılar, seyahat ettiler ve konuştular. Balolar düzenlediler, her türlü müzikal faaliyette bulundular, vb. Bu, fiziksel emek dışında, bilime, sanata ve her şeye yol açtı.

Bu nedenle, eğer insanların, bir kişinin manevi arayışlarına karşı doğru tutuma sahip olmasını istiyorsak, bu dünyadaki manevi arayışı kastediyorum, o zaman onlara bunu yapmaları için zaman vermeliyiz, böylece bu zavallı programcılar ve diğerleri gibi 15 saat çalışmak zorunda kalmamalarını sağlamalıyız.

Aksine, boş zamanları olduğundan emin olmalıyız. Böylece seyahat eder, bir şeyler tartışır, oturup konuşurlardı, böylece aristokratlar gibi olabilirler. Arkamızda milyonlar varken aristokrat olmamıza gerek yok, ancak güvenli bir gelirimiz olduğunu ve tembel olmayı göze alamayacağımızı, ama çalışmak zorunda olmadığımızı hissetmemiz gerekiyor. Özel sanat eserleri, edebiyat ve müzik yapmanın tek yolu budur.

Bu, kişinin dünyaya karşı tutumu olmalıdır. Aksi takdirde ondan hiçbir şey çıkmaz.  Zamanımızda neler olup bittiğine bakın!

İnsanlar dünyayla bu şekilde ilişki kurarlarsa ve kendilerini bu şekilde organize ederlerse, makul bir yaşam standardı yaratabilecek özel insanları hesaba katarlarsa, bu sözde “hiçbir şey yapmamaktan” büyük bir fayda göreceğiz.

Bu yaratıcı insanlar, bir zamanlar garantili bir geliri olan toprak sahipleri, soylular gibi olmalıdır.

Soru: Dünyanın onlara ihtiyacı var mı? Dünya diyor ki: “Onlar aylaklar.”

Cevap: Dünya onlarsız yapamaz. Onlar, dünyaya, hayata, yaratılışa, Yaradan’a, her şeye karşı tam olarak doğru tutum sergilerler. Kendilerini doğru bir şekilde yönetirler. Yani her şey için zamana sahiptirler. Yaratıcı bir kişi dışarıdan baskı hissetmemelidir, sadece içeriden hissetmelidir, eğer ortaya çıkarsa.

Soru: Peki tembelliğe karşı tavrınız nedir?

Cevap: Tembellik, bir insanda en kullanışlı niteliktir. Binlerce farklı, tamamen gereksiz şey yapması, tembel olmak istememesinden kaynaklanmaktadır. Bu nedenle, Tora’da “Otur ve hiçbir şey yapma” diye yazılmıştır. Bu, etrafta koşup yapacak bir şeyler aramaktan daha iyidir. Ve bu, aslında doğrudur.

Hayata karşı doğru tutumu bulmak için tembel olmalısınız. Yabancı, gereksiz hiçbir şey yapmamak için. Sadece gerçekten “Bunu yapmak zorundayım” diye hissettiğinizde, o zaman yapın. Ve içinde yaşamın sizi nasıl zorladığını, Yaradan’ın  orada içeride olduğunu ve bunu sizden talep ettiğini hissedeceksiniz.

Yorum: “Tembellik” kelimesini neredeyse en çalışkan insan seviyesine yükselttiniz.

Benim cevabım: Evet, bu şekilde yapsaydık daha iyi olurdu. Yarattığımız bütün her şeye neden ihtiyacımız var ki? Sadece şu dünyaya bakın!

Ve şimdi Yaradan, bu ahırları temizlemek için, bu pisliği temizlemek için her türlü salgının yardımını kullanmalıdır.

Soru: Az önce “tembellik” kelimesine ne anlam yüklediniz?

Cevap: Dikkatsizce, düşüncesizce bir şeyler “yaratmayı” bırakın. Tüm bunları durdurun, oturun. Geçecektir. Bu daha iyidir. Bırakın doğa, bırakın Yaradan, bırakın çevrenizdeki her şey gelişsin. Gerekirse, bunun gerekli olduğunu göreceksiniz ve kalkıp yapacaksınız. Ama sadece içsel egoizminiz için değil, tüm insan toplumu için gerçekten gerekli olduğu ölçüde.

Bu çok önemlidir. Çünkü hayvanlar aleminde yaşıyoruz ve hayvan sadece ihtiyacı olanı yapar. Bu onların içgüdüleridir. Ve değilse, o zaman yatarlar, otururlar, yürürler, iletişim kurarlar. Gerçekten.

Ve bizler, her zaman karıncalar gibi koşturuyoruz. Umarım daha iyi oluruz!

Kaderin Gerçek Bir Hediyesi

Soru: Bilmek isterim ki başıma gelen her şey, tüm bu saçmalıklar, bunlar benim kaderim mi? İşimden kovuldum, evde skandallar yaşadım, sağlığım daha da kötü. Bana “Kader” olduğu söylendi. Böyle bir kader istemiyorum. Bu dönemden nasıl çıkacağımı bilmek istiyorum!

Cevap: Durmalısınız. Durun ve her şeye rağmen nasıl yaşayacağınızı düşünün. Ve ne için yaşanacağını, ki bu en önemli şeydir. Ve o zaman hayatın daha derin anlamını ifşa edebileceğiniz bir koşul içinde olacaksınız.

Yani, aslında hayatınızın çok iyi bir dönemindesiniz – ifşadasınız. Bir sonraki anlayış seviyesinin, doğanın ve bunun içinde kendinizin farkındalığının ifşası.

Ancak, gözlerinizi kapatmayın ve tüm bunlardan kaçmaya çalışmayın. Otomatik modda, oto-pilottaymış gibi, şimdi olduğunuz seviyede var olmaya devam edin ve aynı zamanda daha derine inin. Tüm bu güçler beni ve çevremdeki insanları nereden, neden ve nasıl yönetiyor? Bütün bunlar neden oluyor? Ve tüm bunların komutanı benden ne istiyor?

Ve her şeyin otomatik olarak dönmesine izin verin. Tüm bunlarla hemfikir olmaya hazırım. Tıpkı bir makine gibi.

Bunun bir insanı hızlı bir şekilde hayatının gerçek yöneticisi ile bağa getireceğini düşünüyorum.

“Neden Ağlarız?” (Quora)

Ağlamak, enerjimizin tükendiğini, kaderimizin bizim elimizde olmadığını; hayatımızda hiçbir şey yapamayacağımız üstün bir “şey” olduğunu ve ayrıca sonuçta hayatlarımızda neler olup bittiğine dair hiçbir fikre sahip olmadığımızı kabul etmekten gelir.

Kendimizi zayıf ve çaresiz hissetmenin bir sonucu olarak ağlarız. Bunu yaparak, gerçekte var olan üst güce, daha büyük bir doğa gücüne de teslim oluruz.

Maddesel gerçekliğimizde ağlamak, ulaşamayacağımız bir şeyi istediğimizde veya diğer insanlara karşı belli bir şefkat duyduğumuzda, yani kendimizi başkalarının yerine koyup aynı olumsuz olayların bizim de başımıza gelmesinden korktuğumuzda, kendimizi ifade etme şeklimizdir.

Maneviyatta ağlama, manevi ıslahımıza yani egoist alma niyetimizin, sevme ve ihsan etme niyetine dönüşümüne pasif katılımın ifadesidir. Yani ağlamak, bizim (manevi bir Partzuf veya ruh olarak)  doğuştan gelen alma arzumuzun üzerinde küçük bir ihsan etme niyetine sahip olduğumuz, küçük bir manevi durum olan “Katnut” (“manevi küçüklük” veya “manevi başlangıç”) adı verilen koşulda, manevi olarak zayıf olduğumuzun bir işaretidir. Başka bir deyişle, böyle bir koşul içinde, niyetimiz, bizi egoist olarak yalnızca kendine fayda sağlamaktan korumak için yeterince güçlüdür ama henüz sevmek ve ihsan etmek için doğrudan egomuzla çalışmamıza izin vermez.

 

Hayatın Kaynağına Giden Yolda Küçük Bir Döngü

Soru: Çocukluk çağındaki çoğu insan şöyle sorular sorar: “Ben kimim? Neden ben? Çevremde ne var? ” Ama cevapları bulamazlar ve onları unuturlar. Ancak bir süre sonra bu sorular onlara daha büyük bir güçle geri döner.

O zaman kişi, ne aradığını bilmeden aramaya başlar. İnternette birçok bilgi arayıp tarar. Ama ne kadar çok okuduğu önemli değildir, her bir bilgi onu daha da acıktırır. Kişi ne aramaktadır?

Cevap: Temelde, bizler her zaman yalnızca bir şeye, yaşamın kaynağına çekiliriz. Geldiğimiz yer ve geri dönmemiz gereken yer burasıdır.Bu yolda küçük bir döngü vardır: bu dünya. Bu dünyaya geldik ve yakında onu terk etmeliyiz.Bu yüzden nereden geldiğimiz ve nereye gittiğimizle ilgileniyoruz.

Bu dünyada pek sevinç görmeyiz. Bu nedenle, daha da büyük bir soru vardır, “Ondan önce ne vardı ve sonra ne var?”

İnsan araştırır ve eğer şanslıysa, ki birçok insan bizim zamanımızda şanslıdır, Kabala bilgeliğini bulur.

Egoist Bir Toplumun Dört Hali

Yorum: Tora, insanlar arasındaki dört ilişkiyi inceler. Bunlardan biri: “Benim olan benim ve senin olan senin” en kötüsü olarak kabul edilir ve “Sodom” olarak adlandırılır. Ve dünyamızda bu normal kabul edilir.

Cevabım: Hayır. Bu anormal bir durumdur çünkü insanlar arasındaki tüm bağları keser. Ne sana bir şey vermeye ne de senden bir şey almaya hakkım yok. Yani toplumdaki herkes kesinlikle birbirinden izole edilmiştir. Ayrıca bu koşula uymak için birbirlerini bile gözetlemektedirler.

Soru: Bu birliğe aykırı mı, doğanın bizi tek bir ortak bütüne getirme eğilimine aykırı mı?

Cevap: Bu tamamen doğaya aykırıdır çünkü doğa, atomlar, parçacıklar, hücreler ve insanlar arasındaki en azından bir şeyde, en azından bir şekilde karşılıklı bağlantı üzerine inşa edilmiştir. Ve burada, her şey izolasyona dayanmaktadır.

İkinci durum: “Benim olan senindir ve senin olan benimdir.” Bu, her şeyin ortak mülkiyet (eşler, çocuklar, meskenler ve hayvanlar) olduğu ilkel bir toplumun doğasının özüdür. Bu durum, özellikle ilkel bir komünal sistemin gelişmemiş egoizminin karakteristiğidir.

Üçüncü durum: “Benim olan senindir ve senin olan senindir.” Tora’da bu Hesed olarak adlandırılır.

Bu, pratik olarak başka birine vermeye ve başkalarını düşünmeye odaklandığım, iyi ama eksik bir durumdur.

Bu, küçük insan grupları için, çocuklar için, zayıf toplumlar için, hastalar ve yaşlılar için, her şeyi onlara verdiğimde ve aktardığımda iyidir. Ancak bu, bilgi akışının ve gücün olmadığı, alışverişin olmadığı kusurlu bir durumdur. Her şey tek bir yöne gitmektedir ve doğa bu şekilde inşa edilmemiştir.

Doğa, tüm parçalarının tek bir ortak sistemde entegre olarak kilitlendiği gerçeğine dayanmaktadır ve bunlar arasında, bütünsel, doğru etkileşimde tüm sistemi birlikte desteklemek için bir enerji, bilgi ve hayati güç alışverişi vardır.

Dördüncü durum: “Benim olan benim ve senin olan benim”, bu “suç” olarak adlandırılır – toplumdan olması gerekenden daha fazlasını aldığım zaman.

Temel olarak, insanlar arasındaki tüm bu dört tür etkileşim egoizm içinde mevcuttur. Hiçbiri mükemmel değildir. Kabala bizleri onların üstüne yükseltir.

Mükemmel bir durum, birbirimize dahil olmak üzere birbirimizle tam etkileşim içinde olduğumuz zamandır. Dört koşulun hiçbirinde durum böyle değildir.

Doğa Duyarlı Mı?

Tanrı’ya inanan insanlar, dinlerin O’na ilişkilendirdikleri yöntemlerle, O’na duygu ve düşünceler atfederler ve kaderimizi belirleyen herhangi bir güçlü bireyle iletişim kurma şeklimiz gibi, O’nunla iletişim kurarlar: O’nu memnun etmeyi ve karşılığında O’nun lütfunu almayı hedefleriz. Peki ya doğa? Doğa duyarlı mı? Doğayı memnun etmeli miyiz? Ve eğer yapmalıysak, bunu nasıl yapabiliriz?

Kabala bilgeliği doğa ile Tanrı arasında ayrım yapmaz. 20. yüzyılın büyük kabalisti Baal HaSulam, “Barış” adlı makalesinde, doğa ve Tanrı’nın eşanlamlı olduğunu açıkladı, bu nedenle doğadan bahsettiğimizde, aslında Tanrı’dan bahsediyoruz ve Tanrı’dan bahsettiğimizde, aslında doğadan bahsediyoruz.

Ancak, Kabala bilgeliğine göre doğa, iyi eylemler veya kötü eylemler arasındaki dengemizi kontrol eden ve bizi buna göre ödüllendiren veya cezalandıran bir “muhasebeci” değildir. Doğa, her şeyi yaratan, her şeyi yöneten ve her şeyi onun tüm gerçeklikle tam bir birlik ve uyum amacına yönlendiren süper zeki bir mekanizmadır. Doğa, yaratılışı sürekli olarak, atomik seviyeden cansız, bitkisel, hayvansal ve insan seviyelerine kadar daha büyük bir karmaşıklığa doğru geliştirir.

İnsan seviyesinde, bizler tüm doğanın evrimleştiği şekilde evrim geçiriyoruz. İlk önce köylere dönüşen klanlarda toplandık, köyler kasabalara, kasabalar ülkeler haline geldi ve günümüzde tüm dünya tek bir küresel köy olurken insanlar, hayvanlar, bitkiler ve mineraller birbirine bağlı tek bir sistemin parçalarıdır. Bizler, dünyanın her yerine bağlanmış ve dişli bir mekanizma haline geldik.

Dahası, bu mekanizma apaçık zekidir. İçindeki her şey karmaşık ve akıllıca diğer her şeye bağlıdır ve yaratılışın tüm parçaları eş zamanlı olarak artan birleşmeye doğru ilerliyor. Tıpkı karıncaların veya balık sürülerinin, senkronize zekâlarının rehberliğinde bir bütün olarak düşünmeleri ve hareket etmeleri gibi, çevremizdeki her şey uyum içinde çalışır; insan dışında her şey.

İnsanlar, doğada,  doğruyla yanlışı ayırt etme ve ne zaman ne yapılacağının içgüdüsel bilgisinden mahrum bırakılan tek unsurdur. Ama bu da bir amaç için yapıldı. Çevremizdeki mükemmel yaratılışta eksik olan tek unsur, hayatımızın amacının farkında olmaktır. Farkındalık önceden yüklenemez; edinilmesi gerekir. Bu yüzden, dünyamız hakkında her bir bilgiden yoksun doğarız. Aslında, ilk başta o kadar çaresiz doğarız ki, yemek için annemizin meme ucuna bile ulaşamayız ya da kendimize bulaştırmadan dışkılayamayız. Hiçbir yavru hayvan yeni doğmuş bir bebek kadar çaresiz değildir. Ancak, bu kasıtlı olarak yapıldı, böylelikle bizler her şeyi sıfırdan öğreneceğiz ve sürecin sonunda yaratılışın zirvesine ulaşacağız ve bizi yaratan sistem – doğa (ya da Tanrı) kadar zeki olacağız.

Doğanın “doğası” uyum ve birleşme olduğundan ve hedefin farkındalığını kazanmamız gerektiğinden, doğduğumuzda onun tamamen zıttıyız, bu yüzden uyum ve birleşmenin her yönünü öğreneceğiz. Sorun şu ki, doğaya zıtken, duygusuz/bilinçsiz çocuklar gibi, çevremizdeki her şeyi yok eden bir tehditten başka bir şey değiliz. Ancak birlikte çalışmayı öğrendikçe, yaratılış anlayışımıza karşı birlik ve dayanışmanın canlılığının farkına vardıkça, doğanın eğilimine uygun olarak kendimizi daha akıllıca yönetmeyi de öğreniriz ve kendi aramızda ve doğayla hissettiğimiz çatışmalar, bizi ileriye doğru iten rüzgârlara dönüşür.

İnatçı olduğumuz sürece acı çekeriz. Gökyüzünü, suyu ve toprağı kirletiyoruz. Güç ve kontrol elde etmek için doğanın bize verdiği bolluğu tüketiyoruz; sanki sadece bizim hayattan zevk almaya hakkımız varmış gibi, birbirimizi kullanıyor ve taciz ediyor, öldürüyor, tecavüz ediyoruz ve birbirimizi kötülüyoruz ve geleceğe hiçbir şey bırakmıyoruz. Yetişkinlerin bedenleriyle ama bir çocuğun zihniyle yetişkin çocuklar gibi davranıyoruz.

Bağ kurmaya odaklanırsak, doğru yolu bulup yarattığımız karmaşayı temizleyeceğiz. Kendimiz için talep etmeye devam edersek ve doğanın uyum ve birleşme yönündeki eğiliminden kaçınırsak, doğa ile artan çatışmamız bize daha da kötüleşen olumsuzluklar getirecektir. Zeki olabiliriz ama çok akılsızız. Kendimiz için gerçekten iyilik yapmak istiyorsak, önce bildiklerimizi, bilmediklerimizi ve kendimize yardım etmek için ne yapmamız gerektiğini nasıl öğrenebileceğimizi öğrenmeliyiz. Doğanın zeki mekanizmasını dinlersek, onun yörüngesine uyum sağlamayı artırma yolunda ilerlersek, yaşam kendi kendimize verdiğimiz yıkımdan çok daha kolay ve basit olacaktır.