Category Archives: Egoizm

“Balinalardan Ne Öğrenebiliriz (Ya Da Öğrenemeyiz)” (Linkedin)

Yıllar önce, Leningrad’daki (bugünkü St. Petersburg) Tıp Akademisi’nde üniversite öğrencisiyken, Karadeniz’de akademinin yürüttüğü özel bir proje vardı. Yunuslarla iletişim kurmak ve onların dillerini öğrenmeye çalışmakla ilgiliydi. Proje çok fazla bir sonuca ulaşmadı ve ders alındı.

Birkaç gün önce bir öğrenci bana İsrail’de balinaların dilini ileri teknoloji ekipman, dilbilim ve Yapay Zeka kullanarak öğrenmeye çalışmak için bir projenin başladığını söyledi. Bana bunun hakkında ne düşündüğümü sordu. Ona Leningrad’daki deneyden bahsettim ve bunun da fazla bir anlam ifade etmeyeceği sonucuna vardım.

Doğadan öğrenmek istiyorsak, bu hayvanlarla iletişim kurmak için değil, doğanın matrisini, nasıl işlediğini anlamak, yaratılışın sırlarını ve onu oluşturan yaratıcı gücün mekanizmasını anlamak içindir. Balinaların nasıl iletişim kurduğunu görmenin etkileyici olduğunun farkındayım, ama sonra ne olacak? Bu bizi nereye götürür? Bize birbirimizle nasıl iletişim kuracağımızı öğretecek mi? Hayır, öğretmeyecek. Ve birbirimizle iletişim kuramıyorsak, diğer türlerin ne kadar iyi iletişim kurduğunu görmenin bize ne yararı var?

İletişim çabalarımızı kendi ilişkilerimize, aramızda sağlıklı, dengeli ve düşünceli ilişkiler kurmaya odaklamalıyız. Bu bize yardımcı olacaktır, balinalara da yardımcı olacaktır, balina sesi B’ye kıyasla balina sesi A’nın anlamını öğrenmekten çok daha fazla. Onları değil, kendimizi çalışmamız ve düzeltmemiz gerekiyor!

Tüm doğa, zaten yaşamın ve ölümün, büyümenin ve çürümenin, vermenin ve almanın dengeli ve karşılıklı olarak destekleyici olduğu, denge yasasına göre işlemektedir. Yalnızca insanlar sadece almak, almak, almak ve karşılığında hiçbir şey vermemek isterler. Ve tüm yaratılışta egosantrik ve yıkıcı olan tek varlık biz olduğumuz için, kendi iletişimimize, birbirimizle kendi ilişkilerimize odaklanmamız ve birbirimizi önemsemeyi öğrenmemiz hayati derecede önemlidir!

Bir kez bunu öğrendikten sonra, tüm yaratılışı, diğer türlerle nasıl iletişim kuracağımızı ve Dünya üzerindeki tüm yaşamın gelişmesini nasıl destekleyeceğimizi de anlayacağız. Eğer bizler yüksek benliklerimize, tüm insanlarla kalpten kalbe bağlı olmaya bakarsak, diğer tüm türlere katkıda bulunabileceğiz ve burada Dünya’daki varlığımızın bir anlamı ve amacı olacak ve tüm yaratılanlara fayda sağlayacaktır.

Bireysel Olgu

Soru: Mantık ötesi inancın kolektif bilinçle ilişkili olduğunu söyleyebilir miyiz? Yoksa hala tamamen bireysel bir olgu mu?

Cevap: Söyleyebilirsiniz. Ama gerçek şu ki başkalarıyla birlikte bir tür ortak sistem, bir tür çift kutup oluştursam bile, bu hala bir bağdır ve biz yine de bireyci olarak kalırız.

Bireyselliğimizi korurken her birimiz birbirimizle bağ kurmak için kendimizden çıkarız. Onu yok edemeyiz. Onu azaltabilir, üstüne çıkabilir ve egoizmle ters yönde çalışabiliriz, ama o yine de kalır. Mantık ötesi inanç, mantık ötesi inanç olarak var olur çünkü egoizm kalır ve bizler özgecilik içinde onun üzerine yükseliriz.

Özünüzü Anlayın

Soru: Kabala’ya göre kişi nedir? Onun özü nedir?

Cevap: Dünyamızın doğası cansız, bitkisel ve hayvansal seviyelere ayrılmıştır. Şu anki durumumuza göre, bizler hayvansal seviyeye aidiz çünkü herhangi bir hayvan gibi, vücudumuzun, dünyasal yaşamımızın bakımı ile meşgulüz.

Hayvanların kendilerine emir veren ve varoluşlarını sağlamaya zorlayan içgüdülerle kendilerine hizmet etmeleri dışında, bizlere sadece kişisel içgüdüler tarafından değil, esas olarak toplum, çevre tarafından belirlenenler de emredilir.

Esasen, hayvanların da bir ailesi, konaklama alanı, liderleri vardır. Ama yinede bu, içeriden gelen açıkça doğal, içgüdüsel bir kontrole dayanmaktadır. Hiyerarşileri ve mücadeleleri doğrudan ve basit bir şekilde gerçekleştirilirken, insanlarda bu çok zordur.

Birbirimizle ve çevredeki toplumla bağlantılı olarak hangi algoritma ile hareket etmemiz gerektiğini anlamıyoruz. Toplumun bize nasıl komuta ettiği ve gelişimimizi, değerlerimizi ve bize nasıl rehberlik ettiğini bilmiyoruz.

Bu konuda insanın hayvanlara kıyasla basitçe kafası karışmış ve mutsuzdur. Onlar ne istediklerini tam olarak bilirler, ekolojinin izin verdiği ölçüde yavrularını ve çevrelerini net bir şekilde korurlar. Ama insan yapmaz.

Sürekli kendini yok etmeyi hedefler. Sonuçta, bize doğa tarafından verilenler, dünyevi gelişimimize yönelik değildir. Sadece vücudumuza hizmet etme, gereksiz zevkleri, yiyecekleri, seksi, zenginliği vb. kendimize dayatma düzleminde gelişmemeliyiz. Aslında bunun mutluluk ya da tatmin getirmediğini, gerçek fayda getirmediğini, sadece hayatlarımızı kararttığını görürüz.

Tüm eylemlerimizi yanlış yönlendiriyoruz. Sosyal arzularımızı (şöhret, güç, zenginlik, bilgi) bizi daha yüksek bir seviyeye, “insan” durumuna yönlendirmek için doğru bir şekilde kullanabilseydik, o zaman gerçekten “İnsan” seviyesine ulaşırdık.

 

Gerçekliği Algılamaya Yönelik Kabalistik Yaklaşım

Soru: Bireysel bilince neler dahildir ve kolektif bilince neler dahildir?

Cevap: Bireysel ve kolektif bilinç, genellikle psikoloji ve gerçekliğin ifşası açısından ele alınır. Kabala’da biraz  farklı şeylerle ilgileniyoruz. Burada ilkel doğal özelliklerimizi değiştirmeli ve onlara tamamen farklı bir algılama imkânı vermeliyiz.

O zaman, gerçeklik algılarını değiştirebilen yani egoizmleri tarafından etkilenmeden gerçekliği kabul eden insanlar, onu olduğu gibi algılarlar. Egoizm içinde doğan insanların geri kalanı, bencil arzularından geçen bir gerçekliğe kavuşur. Buna göre, o içlerinde modellenir ve bu modülasyon sayesinde kişi tarafından onu görmek istediği şekle göre algılanır.

Yani fark çok büyüktür. Tüm bilim adamları ve mevcut tüm bilimler, egoist bir gerçeklik içindedir ve doğal olarak Kabalistler, tamamen farklı algılama koşulları nedeniyle onlarla ortak bir iletişim alanına sahip değildir. Bu nedenle genel olarak bir şeyden bahsetmek imkânsızdır.

Herhangi bir bilim, bir kişinin yalnızca bireysel bir kavrayışı değildir, aynı zamanda aynı algı tarzına sahip olan ve algılayabilen, yansıtabilen ve görselleştirebilen diğer insanlara verinin uzantısıdır. Bu nedenle Kabala gizli bilimdir. Bu sadece yeni nitelikleri içinde onu anlayanlara ifşa edilmiştir.

Ondan diğer bilimlere bir miktar eklemenin nasıl yapılabileceğini veya onlarla bir şekilde bağlantı kurabileceğini hayal edemiyorum. Sonuçta, bir kişinin yeni nitelikler edinmesi gerekir.

 

“Yeryüzünde, Dünyaya Ne Yapıyoruz?” (Linkedin)

Bu hafta, dünya, 2021 Dünya Günü’nü kutladı. Tema “Dünyamızı Yenileme” idi. Gerçekten de Dünya, insanlığın kendisine uyguladığı eziyetleri çok uzun zaman çekti. Ne yazık ki, onu şu anda ve mevcut halimizle iyileştiremiyoruz.

Bozulmuş şeyi onarırsınız ve Dünya’yı onarmaya uğraşmak, Dünya’nın bozulduğunu kabul ettiğimiz anlamına gelir. Ancak Dünya ahengini kendi bozmadı. Onu biz bozduk! Bizler Dünya’ya ve birbirimize karşı bozuk tutumumuzla, şu anda düzeltmeye çalıştığımız iddia edilen tüm zararı verdik. Bir şeyi bozan şey onu öncekinden daha hızlı ve daha yoğun bir şekilde hâlâ bozuyorsa, onu nasıl restore edebiliriz? Önce kendimizi düzeltmedikçe, Dünya’yı restore etmekle ilgili herhangi bir ifade, kasıtlı bir aldatmaca değilse de, en iyi ihtimalle boş laftır. Bu nedenle yıllardır kuruluşumuz “Dünyayı değiştirmek için insanı değiştir” sloganıyla yola çıktı.

Oxford Üniversitesi araştırma merkezi Our World in Data tarafından yakın zamanda yapılan bir araştırma, insanların gezegende baskın tür haline gelmesinden bu yana “vahşi memelilerin % 85 oranında azaldığını” ortaya çıkardı. Hayvanlara karşı da; toprağa, havaya veya suya ve Dünya’nın florasına karşı davrandığımızdan daha az kötü davranmadık. Aslında, 1986’da patlayan ve insanlar için radyoaktif bir yasak bölge oluşturan Çernobil nükleer santralinin etrafındaki vahşi yaşam, radyasyona rağmen daha önce hiç olmadığı kadar büyüdü. İzin verilmeyen bölgede yaban hayatını inceleyen araştırmacılar, yaban hayatı popülasyonundaki artıştan ve hayvanların güçlü sağlığından o kadar etkilendiler ki, insanların doğaya radyoaktif kirlilikten daha zararlı olduğu sonucuna vardılar.

Bu nedenle bizler,  kendimizi olduğumuz ben merkezli varlıklardan, birbirimizle ve doğa ile uyum ve barış içinde yaşayan, şefkatli ve bağlı bireylere dönüştürene kadar Dünya’yı restore edemeyeceğiz. Narsisizmden uzakta ve bağ, yakınlık, karşılıklı sorumluluk ve denge ile mutlu olan bir yaklaşıma doğru kendimizi eğitmeliyiz. Gerçeklik, çelişen unsurların entegre bir ağıdır ve yalnızca insanlar evrenin yegane yöneticileri olmaya çalışır.

Gerçeğin geri kalanı paylaşmayı kutlarken, biz onu küçümsüyoruz. Sadece her birimiz değil, bir bütün olarak, bir tür olarak. Yalnızca Dünya’yı değil, her şeyden önce birbirimizi sömürüyor ve tüketiyoruz. Bu nedenle, başlamamız gereken yer birbirimizle olan yer. Ancak birbirimize düşünceli davranmayı öğrendiğimizde, somut bir şekilde hissetmesek bile başkalarının iyiliğinin kendi refahımızı etkilediğini anladığımızda, başkalarının iyiliğinden ve refahından neşe duymayı öğreneceğiz. Bunu başardığımızda, nihayet mutlu olduğumuzu ve, yoksul ve eziyet çeken evimiz Dünya Gezegeni dahil her şeyin zenginleştiğini göreceğiz.

“Gerçek Eşitlik” (Linkedin)

Eşitlik talebi nesilden nesle sadece artmaktadır. Bu sosyal rahatsızlığı çözmek, günümüzde tekrarlayan ayrımcılık ve adaletsizlikleri önlemenin reçetesi gibi görünüyor. Peki, birbirimizle barış içinde yaşamak için ne olması gerekiyor?

Eşitlik aldatıcı bir terimdir çünkü doğa gereği hepimiz farklıyız. Herkesin kendi ihtiyaçları ve kendine has özellikleri vardır, bu nedenle başkasıyla aynı şekilde muamele görme beklentisi oldukça problemlidir. Ne de olsa, genellikle diğer kişinin ihtiyaçlarını bilmeyiz ve başkasının yerine geçme niyetimiz olsa bile, kendi ihtiyaçlarımız bizim için her zaman öncelik olduğu için bunu başarmakta zorlanırız.

Herkesin farklı olduğu ve aynı zamanda benmerkezci olduğu böyle bir gerçeklikte eşitlik olamaz. Devlet bütçesinin dağıtımından, bir çalışma ekibi içindeki ikramiye dağıtımına kadar her seviyede başımıza gelen budur. Hayatımızın hangi alanında olursa olsun, sürekli bir savaş içindeyiz çünkü herkes şu anda kendisine verilenden daha fazlasını hak ettiğini düşünüyor. Bu nedenle, her zaman bir yoksunluk hissi vardır ve eşitsizlik duygusu yakından takip eder.

Ve her şeye rağmen, içimizde eşitlik arzusu yatıyor. Neden? Çünkü böyle bir duruma gerçekten girebiliriz. Ancak eşitliği başarmak, genel olarak başka bir yaşam düzeyine yükselmeyi gerektirir. Şöyle ki, şu anda bildiklerimizden tersine çevrilmiş yeni ilişkiler yoluyla, kendi çıkarımıza ilişkin dar egoistik hesaplarımızdan, insanlar arasındaki sevgi düzeyine çevirerek, saygı, bağ ve karşılıklı kazanım ilişkilerini başlatarak. Sadece sevgi ve işbirliğine dayalı ilişkilerde eşitlik olabilir, çünkü ben diğerini seviyorum ve öteki de beni sevecek ve bu sayede kendimizi eşit hissedeceğiz.

İlk bakışta bu senaryonun asla gerçekleşmeyecek bir masal gibi göründüğü açıktır, ama insanlığın karşılaştığı sorunlar ve mücadeleler başka türlü çözülemez. Biz, gittikçe birbirine daha bağlı hale gelen bir gerçeklikte yaşıyoruz, aynı zamanda küresel, sınırlı kaynaklar tükeniyor. Her şeyi kendimiz adına almak için elimizden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyoruz ve er ya da geç başka bir seçeneğimiz olmadığını düşüneceğiz ama pes etmeyi biraz kabul edeceğiz.

Bu arada kendimizi tatminsiz, huzursuz, mahrum hissediyor ve bize baskı yapanların elinden kurtulmak ve hak ettiğimizi aldığımızı düşünmek için sadece ilk fırsatı bekliyoruz. Bu yüzden mücadeleden mücadeleye, savaştan savaşa geçiyoruz. Bu her seferinde daha da kötüye gidiyor çünkü ego giderek güçleniyor, bu yüzden ayrımcılık, adalet ve eşitlik talebi adına birbirimizi yok ediyoruz.

Genel bir çöküşten kaçınmak istiyorsak, insani bağın herhangi bir özel nitelikten veya arzudan daha yüksek bir değere sahip olacağı bir seviyeye yükselmek zorunda olacağız. Bu yüce hedef insan doğasına aykırı olduğu için, yalnızca yaygın, uzun vadeli bir sosyal eğitim süreci bize yardımcı olabilir. Gerçek bir kültürel-algısal devrim.  Amaç, toplumdaki her bireyin gerçeklik algısını yükseltmek olmalıdır. Bu, dünya sadece bize aitmiş gibi ben merkezli algımızı değiştirmek ve doğada başkalarına bağlı ve onlara bağımlı olduğumuzu fark etmek anlamına gelir. Bu algı değişikliği gerçekleştiğinde, kendimize önem verdiğimiz gibi başkalarını da önem vermeye adanmış olduğumuzu hissedeceğiz.

Bu hedefe ulaşmak, muazzam bir savunuculuk taahhüdü, hem kapsam hem de süre bakımından dünya çapında toplumun her düzeyine nüfuz etmek için çok fazla çalışma gerektirir, böylelikle genel kamuoyunda bağ ve karşılıklılık gibi fikirleri öncelikli olarak teşvik eden bir anlaşmaya varılabilir. Bu anlaşma toplumda, yönetimde ve liderlikte değişikliklere yol açacak ve aynı zamanda yavaş yavaş toplumda eşitlik konusunda yeni bir tutum yaratacaktır.

Birbirimize sevgiyle davranmaya çalıştığımızda, tek bir bedendeki organlar gibi hepimizin tek bir ruh olduğumuzu hissetmeye başlayacağız. Ve tıpkı vücudumda farklı organları algıladığım gibi, etrafımdaki her bir insanı hissedeceğim. Böyle bir durum bizlere gerçek eşitlik algısını verecektir; bu algı, ancak bağ yoluyla, hepimiz birimiz ve birimiz hepimiz için olma taahhüdüyle elde edilebilir.

“İnsanların Birliği Amacıyla Tarih Boyunca Kanıtlanmış Yöntemler Nelerdir?” (Quora)

Kabala Bilgeliği, ilk kez yaklaşık 4000 yıl önce eski Babil zamanında, insanları farklılıklarının ve anlaşmazlıklarının üzerinde birleştirmek için uygulanan, zaman içinde test edilmiş bir birlik metodudur.

İnsanların, doğası gereği kırık ve bölünmüş bir durumda olduğu varsayımına göre hareket eder ve bizler bağ kurmak için bir araya gelmeye başladığımızda, bir yöntemin rehberliği olmadan, olumlu bir şekilde bağ kurmanın imkânsızlığını keşfederiz.

Olumlu bir şekilde bağ kuramamamızın nedeni, doğamız gereği egoist olmamız, içgüdüsel olarak kendimiz için fayda sağlamaya, başkaları için fayda sağlamaya göre öncelik vermemizdir ve olumlu bir şekilde bağ kurmak istiyorsak, ikinci eğilimin daha yüksek önceliğe sahip olması gerekir.

Kabala Bilgeliği, çalışma yoluyla, her şeyden önce başka bir kişinin görüşüne karşı çıkan bir yönde hareket etmemeyi, ama tabiri caizse, ayrılık güçleri (egoist doğamız) ve bağlantı güçleri ile nasıl sandviç yapılacağını açıklayan bir yöntemdir. Böyle bir sandviç hakkında yazılmıştır ki, “Sevgi tüm günahları örter.” Yani, egoist doğamız nedeniyle bölünmüş olduğumuzu, birbirimizi sonsuz bir şekilde eleştirdiğimizi ve kayıtsızlıktan nefrete farklı derecelerde birbirimizi reddettiğimizi anlarız. Ancak, birbirimize karşı hissettiğimiz bu doğal reddedişe aldırış etmeyiz.

Bunun yerine, Kabala Bilgeliği, kendimizi egonun üzerinde birleşmeye konsantre edeceğimiz bir yöntem sağlar. Tüm farklılıklarımız kalır ve farklılıkların üzerinde birbirimize pozitif olarak bağlanmaya odaklanırız. Farklılıkları sürdürür ve onların üzerine ikinci bir seviye inşa ederiz.

Kabala bilgeliği, insanlığın, herkesin kendi bölünmelerinin üzerinde birleşeceği bir düzeye ulaşacağını, ancak şimdilik, farklılıklarının üzerinde birliği uygulamak için böyle bir bilgeliğe yalnızca küçük bir kritik insan kitlesinin çekileceğini belirtir. Bu yöntemi kendi başlarına gerçekleştiren bu kritik kitle sayesinde, onların birliği insanlık genelinde hareket etmeye başlayacaktır. Diğer bir deyişle, mevcut dönem, insan hayatını belirli bir şekilde iyileştirmek için, yeni bir teknolojiyi keşfetmek amacıyla küçük bir grup bilim insanının laboratuarda birkaç deney gerçekleştirmesine benzer şekilde, bir grup insanı kendi aralarında bir araya getirme yöntemini uygular. Onlar bunu bir kez keşfettiklerinde, patentlenmiş hale gelir ve kitlesel ölçekte piyasaya sürülür ve insanlık, birkaç basit talimatla onu kullanma becerisine sahip olur.

“Doğadaki Karşılıklı Bağımlılığın Önemi Nedir?” (Quora)

Doğa içinde karşılıklı bağımlılık, onun cansız, bitkisel ve canlı seviyelerinde mevcuttur. İnsan dahil hiçbir yaratılmış varlık, diğer varlıklardan ayrı olarak tek başına var olamaz. Doğada, maddelerin çevreleriyle sürekli bir alışverişi vardır. Bir kaya bile çevresini hisseder ve çevre, henüz tam olarak anlamadığımız birkaç güç ve sistem aracılığıyla kayayı hisseder.

Ayrıca, doğanın seviyeleri yükseldikçe, hatta seviyeler arasında da, daha fazla karşılıklı bağımlılık vardır. Doğanın cansız, bitkisel, hayvansal ve insan seviyeleri arasında çok sıkı bir bağ vardır.

Biz insanlar, bir yandan hayvansal dünyanın parçasıyız, doğanın cansız, bitkisel ve hayvansal seviyelerine yakından bağlıyız. Ancak öte yandan, insan egosu nedeniyle, doğayı taleplerimize boyun eğdirmek için doğa üzerinde kontrol ve güç isteriz. Böylesi bir eğilim bizim üzerimizde geri teper, çünkü öznel ego, kendisine gerçek faydayı sağlamak için aslında ihtiyaç duyduğu şeye kördür.

Hepimiz birbirine bağlı ve bağımlı bir sistemin parçalarıyız. Ancak egoist tavrımız böyle bir sistemi bozar, yozlaştırır ve dengesizliğe neden olur.

Günümüzde, doğaya, kendimize ve gelecek nesillere ne ölçüde zarar verdiğimizin giderek daha fazla farkına vardığımız bir çağda yaşıyoruz. Dahası, görünüşe göre, aynı egodan kaynaklanan, neden olduğumuz zararı hiç umursamıyoruz.

Bu nedenle, doğadaki bağın önemi şudur ki; bizi, insanları, böyle bir karşılıklı bağa – birbirimize ve doğaya karşı egoist tutumlarımızda, nasıl düşündüğümüzü ve nasıl davrandığımızı anlamaya yönlendirmesidir.

Doğanın karşılıklı bağı ile dengeye ulaşmak için, birbirimize karşı tavırlarımızı doğadaki baskın tutuma uyacak şekilde değiştirmemiz gerekir: egoistten özgeciliğe, ayırandan bağ kurana. Bizler o zaman doğa ile dengeye gireceğiz ve benzerlerini şu anda hayal bile edemeyeceğimiz, yepyeni bir tür uyumlu varoluşu deneyimleyeceğiz.

“Exodus (Göç) 12:38′ deki Karma Çokluk Kimdi?” (Quora)

Bir ulusu – bir insanın içinde ve dışında – üç kısma ayırabiliriz. Yaradan’ı arzulayanlara “İsrail (Yaşar-Kel)” denir. “Mısırlılar” olarak adlandırılanlar maneviyatla ilgilenmezler ve bunun yerine maddi yaşamlarıyla ilgilenirler. Karma çokluk, bir yandan Yaradan’dan korkan, diğer yandan da Yaradan ile bağlarını bencilce kullanmaya çalışanlardır.

Çoğu insan Yaradan’a veya daha yüksek bir güce inanır. Kişinin Yaradan’a olan arzusunu ifade eden değişik metot ve öğretiler vardır. Ateistlerin bile Yaradan’la bağlantı kurmayı arzulayan içsel bir noktası vardır ve bu, onların varoluş için en içte mantıklı düşünmelerini tanımlar.

İnsanlar iki türe ayrılır: Biri hayatta güven ve başarı kazanmak için, Yaradan ile bağlarını kullanan dinlere ve diğer inanç yöntemlerine bağlı olanları tanımlar. Diğeri ise, bu hayatta Yaradan ile bağlarını keşfetmek isteyenleri tanımlar. Yaradan’ın ifşasını talep ederler ve O’nu kendi içlerinde keşfetmek isterler. Beş duyuyla algıladığımız, cansız, bitkisel, hayvansal ve insan seviyelerinin üzerinde ek bir gerçeklik katmanı ortaya çıkarmak isterler.

En derin ruhsal özlemimiz, Kabala metodu ile gerçekleştirilebilir. Bizi gerçekte her şeyi belirleyen en yüksek yönetim gücünün hissine götürür. Kabala bilgeliği, biz bu dünyada hayattayken bizi böyle bir edinime hazırlayabilir.

Öyleyse insanlar, tek arzuları kendilerine hizmet etmek olduğunda, karma çokluğun Yaradan’dan – mutlak sevgi ve ihsan etme niteliğinden – korktuğunu nasıl düşünebilirler?

Yaradan’la bağımızı bencilce veya özgecil bir şekilde kullanabiliriz. Yaradan ile bencil bir bağ, bizi Yaradan’a doğru tüketiciler olarak konumlandırır. Böyle bir bağ sürekli olarak kendimizi hedefleyen bir tatmin talep etmemize neden olur. Bu yalnızca, yaşama karşı doğamız gereği bencil eğilimimizin bir devamıdır. Yaradan’ı bencilce hedeflerken, gerçekte korktuğumuz her şeyi kapsayan bir güç olduğunu kabul ederiz, ancak bilinçli olarak böyle bir kabul için bir ödül talep ederiz. Öyleyse bu hayatta ve / veya sözde öbür dünyada ödüllendirileceğimizi umarız. Yaradan’la böylesine bencil bir ilişkiye “karma çokluk” denir.

Mısırlılar (Tora’da), Yaradan ile bağı olsun ya da olmasın sadece iyi bir yaşam isterler. Bu dünyada gözlemlediğimiz basit tüketici tutumu budur. Belirli emirleri ve eylemleri yerine getirebilirler, ancak bu tamamen özgecil olmak için değildir yani “Komşunu kendin gibi sev” ana buyruğunu gerçekleştirmek için değildir.

Karma çokluk, Mısır’dan çıkışı yani bencil egodan çıkıp başkalarıyla sevgi, ihsan etme ve olumlu bağı içeren bir hayatı yaşamayı reddeden egoist arzulardır, Kızıldeniz’i geçemezler ve Mısır’a dönmek isterler. Mısır’daki kölelikten kaçmak isteyenleri yani ego tarafından kontrol edilenleri durdurmak için ellerinden geleni yaparlar. Yaradan kadar özgecil ve sevgi dolu olmaya çabalayanlarla aynı doğrultuda yaşarlar.

Yaradan gibi özgecil ve sevgi dolu olma yolunda olanlar, yolda “karma çokluk” olarak adlandırılan arzularla karşılaşmak zorundadır çünkü bu arzular sonuçta Yaradan’la bağ kurma konusundaki gerçek arzumuzu diğerlerinden ayırt etmemize yardımcı olur: tüm memnuniyet ve iyiliği Yaradan uğruna olmasını istemek dışında,  kendimize yönelik bir ödül istemeyiz.

Her insanda, her manevi derecede geniş bir arzu yelpazesi ortaya çıkar. Bu arzuları nasıl kullanacağımızı ve bunları Kabalistik kaynakların yardımıyla nasıl çözeceğimizi öğrenebiliriz, yani, Malhut (alma) ve Bina’nın (ihsan etme) niteliklerini ayırmak ve ihsan etme niteliklerinin değerini almanınkilere göre yükseltmek için. Bu, Yaradan gibi özgecil ve sevgi dolu olmak için, birbirimize olumlu bir şekilde bağlanmayı hedeflediğimiz, manevi olarak destekleyici bir ortama girerek yapılır.

Islahın Dört Aşaması

Herkes İçin Zohar, Şemot, Madde 81: Kuşun sol kanattan attığı oku aldı ve kokladı. O zaman solun rengi, Nukva’yı belirten siyah ateş ortaya çıktı. Ve o, HGT’ın üç çizgiden gelen gökkuşağının üç rengine (beyaz, kırmızı ve yeşil) dahil değildir ve içlerinde siyah yoktur.  O, solun ışığını yukarıdan aşağıya doğru uzatan Mısırlıların yönetimini kaldırdıklarını ve bir Roma kralının tüm Mısır topraklarını geçip, Mısır’da bakanlar ve savaş kışkırtıcıları atayacağını söyledi. Ayrıca sol tarafta inşa edilip genişletilen binaları yıkacak, sağdan geldiği için yıkılan kalıntıları, Mısırlılar hiç arzulamadığı için, inşa edecektir.

Mısır ana egoistik niteliktir. Mısır’a inen İsrail, özgecil niteliğiyle, bu egoist niteliğe dalmak ve sanki oradan kişinin daha da yükselebileceği egoist arzuları toplamak amacıyla kendini ona daldırmak için, orada kendini gösterir.

Gerçek şu ki, insanlık ve insan, içselegoizme sahip değilse, manevi olarak yükselip büyüyemez. Egoyu geliştirerek büyüyebilirsiniz, ama onu sadece ihsan etme ve sevgi için kullanabilirsiniz. Şöyle söylenir: “Kötü eğilimi ben yarattım…” çünkü onsuz yapamazsınız. Bu nedenle, tüm yaratılış yılandan, egoizmin ifşasından başlar; aksi takdirde imkânsızdır. Bu insan doğasıdır, bu bizim özümüzdür.

O zaman “Mısır” denen bu egoist köken, manevi olarak büyüyen bir kişide, sürekli kendini gösterir. Ancak bunun modern bir devlet olarak Mısır veya eski krallık ile ilgisi yoktur. Mısır, kişinin yükselmek için her seferinde daldığı, çeşitli nitelikler içindeki egoizm anlamına gelir.

Diyelim ki, belli bir seviyede olduğum için, belirli bir egoizme düşüp yükseliyorum.  Buna,  Mısır köleliğinde olmam ve ondan çıkmam denir. Bir dahaki sefere, Babil veya Nebukadnetsar denen farklı bir egoizme düşerim. Ondan yükseldikten sonra sanki “Antik Roma” ya düşüp yeniden yükselirim. Ve sonra son sürgüne düşerim.

Bunlar, egoizmin, insanın içinde ifşa olan ve onların üzerine çıkmak için kullanmam gereken kısımlarıdır.

Sonuç olarak, içimizdeki “İsrail” (Yaradan’a doğru) niteliğinin, çeşitli egoizm türlerinin kullanımı sayesinde sürekli olarak yükseldiği ve büyüdüğü anlaşılmaktadır.

Bu, her birimiz tüm egoizmi, bu dünyada yaşam için çabalayan tüm insanlığı, birlik içinde, komşunu kendin gibi severek, Yaradan’ı anlama, O’nu kucaklama ve birleşme çabasıyla, onun üzerine çıkmak için kullanana kadar devam eder.  Bu sadece egoizme dört dalma ve onun üzerine dört yükseliş sırasında mümkündür.

Her insan bundan geçmek, tüm bu durumlardan çıkmak ve sonunda ruhun tam olarak ıslahını sağlamakla yükümlüdür. Bu dünyadan üst dünyaya çıkış, yaratılışımızın hedefidir.