Öğünü Yemek – Sunu

“Vayikra” (Tzav), 6:9: Ve Harun ve oğulları ondan geriye ne kalmışsa yemelilerdir. O, mayasız ekmeğin, kutsal yerde olması gibi yenmelidir; onu Buluşma Çadırı’nın avlusunda yemelilerdir.

Harun, Büyük Kohen’dir. Kohen, ekmek, işlenmiş un ve tütsü, kişinin içindeki ihsan etme niteliğini sembolize eder. Bu, herkesin kendi en iyi niteliklerini aldığını ve bu nitelikleri diğerlerinin faydasına olacak olan, ihsan etmeyi tamamlamaya getirdiği anlamına gelir.

Fakat Bina seviyesinde, tam ihsan etme niteliğinde olduklarından dolayı sadece Harun ve oğulları mayasız ekmeği, Matsa’yı yiyebilirler. Geriye kalan ve bu seviyede olmayanların hepsi, almak için yiyecekleri için bu yiyeceği yiyemezler ve bu da manevi ölüm olarak değerlendirilir.

Bu yüzden, Harun ve oğulları öğün-sunu üstüne çalışarak yükselirler ve tüm diğerleri düşerler.

24 Mayıs 2014’de yayımlandı  
KabTV’den “Sonsuzluk Kitabının Sırları, 12/10/13

220 Voltluk Ruh Lambası

Soru: Yaradan, yolda bana nasıl yardım eder? Eğer, her zaman beni havada asılı bir şekilde terk ederse, o zaman nasıl gelişebilirim ki?

Cevap: Yaradan, seni asılı bir şekilde havada asılı bırakmaz. O, tüm varoluşunu, hayatını düzenler, Işık, kabın önünde bekler ve aralarındaki boşluk, ki bu sizin kafanızı karıştırır, yavaş yavaş ifşa olur. Ve aynı anda, O’ndan başkası yok demeye çalışırsanız, o zaman Işık’ı kap ile birleştirir.

Sadece olan şudur ki, bu bağlantı, içinizde henüz bir başarı, bir edinim olarak hissedilmez. Halen, Işık ve kabı tıpkı, voltajın 220 volta ulaşacağı zaman yanan bir lambanın ifşa edileceği şekilde bir koşula getirmemişsinizdir. Ancak, aynı anda da, siz sadece 50 voltluk bir gerilim vermişsinizdir bu yüzden de lamba yanmaz. Çünkü gerilim lambanın yanmasına yetecek kadar güçlü değildir.

24 Mayıs 2014’de yayımlandı  
Günlük Kabala Dersinin 1.kısmı,  14 Mayıs 2014,  Baal HaSulam’ın yazıları.

Titreten Neşe

Baal HaSulam, Şamati, Makale 11, “Titreten Neşe”: Dolayısıyla, sevgi olan yerde, korku da olmalıdır, oyuk olan yere korku denir. Sonuç olarak her ikisi de olduğunda bütünlük vardır. Yoksa her biri diğerini iptal etmek ister. Sevgiye varoluş denirken, korkuya ölüm ve oyuk denir. Ancak ikisi bir arada olursa bütünlük olur. Buna aynı zamanda “iki bacak” denir ve kişi sadece iki bacağı varsa yürüyebilir.

Tüm çalışmamız iki çizgi üzerine yoğunlaşır: sağ, sol ve Yukarı’dan gelen orta çizgi. Burada aşağıda, öncelikle bütünlüğümüz için endişelenmeliyiz. Daima sağ çizgiye dönmeliyiz ve onunla ilgilenmeliyiz: mümkün olduğunca bütünlüğü hakkında, Yaradan’ın büyüklüğü hakkında, amacın önemi hakkında ve dostların ve grubun büyüklüğü hakkında düşünmek.

Diğer taraftan, durmaksızın bütünlük halinde olmak imkânsızdır, çünkü o zaman ilerleme olmayacaktır; eğer kişi bütünlük halini hiç bırakmazsa, buna her şeyin görünüşte sevgi ve neşe ile kabul edildiği “Haktan yana olan denir.

Kişi bu tür bir tutuma kendini suni bir şekilde yükselttiğinde, ne olursa olsun sevinmeye hazırdır. Bu şekilde içindeki eleştirelliği hükümsüz kılar. Yani bu tür bir tutuma adapte olması için kişiyi eğitmek mümkündür. Eğitim kişiyi bir çizgiye yerleştirir, ya sağ ya da sola ve kişi bu çizgiyi takip eder ve durmaksızın bir ilkeye tutunur.

Kişiyi neşe halinde, sürekli sevinç içinde tutan inançlar ve dinler mevcuttur; kişiyi sürekli üzüntü içinde tutanlar, kendine işkence yapmaya zorlayanlar ve bir günahkâr olduğunu hissettirenler de mevcuttur, tıpkı “oturduğu yerde kendi etini yiyen aptal” gibi.

Ancak doğru yolda ilerlemek ve bir insan yaratmak için iki yol buyunca devam edilmelidir ve kişi bunu kendi başına inşa etmelidir. Sağ çizgiyi çevresi ile geliştirmelidir, yapabildiği kadar Yaradan’ın büyüklüğünü tasavvur ederek. Kişi sağ çizgiyi öyle bir dereceye kadar inşa etmelidir ki, Yaradan’ın yücelik hissini sağlayan çevrenin önünde kendinden vazgeçebilmelidir

Yani sağ çizgide olmak, kendinden zaten vazgeçmiş olmak zorunda demektir, bu da sol çizgi sağ çizginin içinde demektir. Bununla eğer kişi, çevresinden edindiği Yaradan’ın büyüklüğü önünde kendini zapt ederse, sağ çizgisini inşa eder; böylece bu çoktan manevi çalışmanın parçası olur ve amacı sadece mutlu hissetmek değildir.

Yazım Tarihi: 19 Ekim – 2012

Nörologlar Sevdiklerimizin Kendimiz Olmaya Başladığını Doğruluyorlar

Haberlerden (Psychology Today): “Yapılan yeni bir çalışmada insanoğlunun sevgi ve dostluk kapasitesinin diğer canlı türlerinden bizi ayırdığını doğrulamaktadır. Virginia Üniversitesi’ndeki araştırmacılar insanların sinirsel bir seviyede onlara yakın olanlara empati ile fiziksel bağlantılı olduğunu buldular.

İlginçtir ki başka bir kişinin yerine kendimizi koyma yeteneğimiz, o kişinin bir yabancı ya da tanıdığımız birisi olmasına büyük ölçüde bağlıdır. … İnsanlar kendilerine öz kimliğe sahip olarak evrimleştiği, sevdikleri ile bir sinir dokusu içinde dokunmuş hale gelmiştir.”

Benim Yorumum: Biz aslında çok daha yakın bağlarla birbirimize bağlıyız, düşüncelerimiz, duygularımız ve eylemlerimizle hepimiz ve her şey için ki tek bir vücuduz – sadece egoizmimiz bizi sahte parçalara ayırmaktadır.

Işığa Doğru İlerlemek

Soru: Zohar Kitabı’nda Çadırdan Tapınağın (Tabernacle) kuruluşu sırasında dünyaya armağan olarak sevgi, adalet, huzur ve birlik verilmişti denir.

Cevap: Çadırdan Tapınak (Tabernacle), birbirlerini tamamlayan iki karşıt güç arasındaki ilişkiye ait İlahi bir imtiyazdır.

Dünyamızda sadece nefret, çekişme, ihtilaf ve anlaşmazlık vardır. Bunlar birikip arttıkça, bir savaşa dönüşürler ve her şey bir süre için sessizleşir. Ama huzur ve sükûnet, sadece nefret ve rekabetin sonraki seviyesine geçiş dönemidir.

Maalesef, tarihimiz boyunca insanların diplomasi, etik, yasalar vb. için kendi aralarında farklı çerçeveler kurmak için o kadar uğraşmalarına rağmen, birbirinden nefretini gördüğümüz için, İlahi imtiyaz insan için bilinir değildir.

Geçmişte, bugün olmayan belirli normlar ve davranış kodları vardı. Hiç kimse hiçbir şeyden utanmazdı, hiç kimse diğerlerinden utanmazdı ve rekabet doğal bir şeydi.

Geçmişte, insan ilk sıradaydı, para değil. Esas değerler kişinin kültürel ihtiyaçları ve algısı idi. Kişi bu şekilde yetiştirilirdi.

Ancak bugün, herşey para ile ölçülüyor. Genç insanlar meslek seçerken kendi yatkınlıklarına değil, ne kadar kazandırdığına bakıyorlar.

Biz basit bir şekilde iki karşıt güç arasındaki zıtlığın sonraki basamağına çıkıyoruz ve şimdi çok önemli ve özel bir duruma ilerlemek zorundayız; bu durumda iken nefret, haset, rekabet, ihtilaf, çatışma ve anlaşmazlık içinde yaşayamıyor olacağız.

Bugün herkes direncin herkes arasında hissedildiğine hemfikirdir ve herkes direnci belirli bireyler arasında hissediyor, ama bu kimseyi telaşlandırmıyor, “Ne olmuş? Ben böyleyim ve diğerleri ile bu şekilde bağ kurarım.” Bu çok iyi bir durumdur çünkü gerçeğin ortaya çıktığı yer burasıdır.

Bu nasıl yaşadığımızdır ve bu bizim doğamızdır. İnsanlığın bir kısmı açlıktan ölürken, diğer kısmının yiyeceğini çöpe attığını gördüğümüzde kriz her yerdedir, ama insanlar, “İnsanların açlıktan ölüyorsa ne olmuş, umrumuzda değil” diyerek bunu soğukkanlılıkla görmezden gelir. Merhamet hissetmeyiz bunun yerine herkese karşı rekabet ve nefret hissederiz.

Bu yüzden rekabetin katlanılmaz olduğu bir duruma erişmek zorundayız çünkü aksi durumda iki karşıt güç birbirine o kadar çok yaklaşacak ki, aralarında çıkacak kıvılcımlar bizi yakacak ve bizi varoluşumuzun sonuna taşıyacak.

Bu tehditi doğrudan hissetmek zorundayız, tüm insanlıkla ilgili olarak değil, ama kendimizle ilgili olarak, çünkü biz hiç kimseyi önemsemeyiz, sadece kendimizi önemseriz.

Bu duygu iç “Benimize” ulaştığında, insanlar şu gerçeği anlayacak ve kabul edecek: buradan bir çıkış yolu olması gerekir çünkü doğada bu durumdan çıkmak için bize izin veren bir bölünme noktası bulunmaktadır. Sonra, bizim büyük egoist arzumuz sayesinde, karşıt hal için yolu aramaya ve içimizden talep etmeye başlayacağız. Ve onu bulacağız çünkü kendi aramızda böyle bir direnç yaratmak için bir yöntemimiz varsa, karşılıklı nefret için yaptıklarımızı, sevgiye, adalete, karşılıklı anlayışa ve eşitliğe değiştirebiliriz.

Bütün işimiz budur. Bize bir kafa ve bilgi verilmesinin nedeni budur, böylece karanlıkta bir köstebek gibi ilerlemeyeceğiz, Işık’ın yolu boyunca önümüzdeki hedefi görerek ilerleyeceğiz.

Yayım tarihi: 19 Mayıs

Uygarlığın Felaket Yörüngesi

​​David Dubrovsky’in görüşleri (Felsefe Bilimleri Enstitüsünün Rus Akademisi Biliş Teorisi Bölümünde baş bilim adamı, yapay zeka metodolojisi üzerinde Rus Akademisi Bilimsel kurulu eş başkanı): “Ekonomik krizin sabit bir şekilde kötüleşmesi tüketim toplumumuzun bir çıkmaza yaklaştığını ve diğer küresel sorunları göstermektedir. Birçok insan bunun hakkında konuşuyor ve yazıyor. Ama belirleyici bir takım eylemler görülememektedir. Dünya uygarlığının gelişiminin tehlikeli yörüngesini değiştirmek için genel bilinç düzeyimizi değiştirmemiz gerekmektedir.

İnsan doğası kavramı sosyal bireyin niteliklerinin istikrarlı bir kompleks olduğunu ve bütün çağlarda ve tüm halklar arasında olduğu gibi çoğaltılabileceğini ifade etmektedir ve bu da açıkça biyolojik doğamızın koşuluna bağlı olduğunu göstermektedir.

Ana konu insan doğasının olumsuz niteliklerini nasıl değiştirebileceğimizdir: dizginlenemeyen tüketicilik, kişinin diğer insanlara karşı saldırganlığı, aşırı egoist uğraşılar. Küresel sorunların kaynağı bunlara aittir.

​Kesin bir cevabımız yok, muhtemelen olası iki seçenek var:

· İnsan ruhu ve hayatı fonksiyonlarını değiştirmek için insan genomunu yeniden yapılandırarak insan biyolojik yapısını değiştirmeliyiz;

· Ya da bireyin zihnini ve kişiliğini biyolojik olmayan sibernetik bir sisteme aktarma yolunu seçmeliyiz, diğer bir deyişle evrimsel Transhümanizm yolu olan, Antropo teknoloji dönüşümleri ile.

Benim yorumum: Bilim adamları kendi çaplarında doğru düşünüyorlar. Sonuçta, bir insan kendi doğasını kendi kendine değiştiremez, bu sadece onu yaratan aynı kuvveti çekerek mümkündür. Ama bu güç genlerimizde bulunmamaktadır. Her fırsatta kendinden çok diğerlerini göz önüne alacak şekilde, insan eylemlerini yeniden programlayabiliriz. Fakat bir robot (melek) meydana getirmiş oluruz. Şimdi biz her şeyi kendisi için isteyerek hareket eden robotlarız (melekleriz).

Ama gelişim hedefimiz, ihsan ve alma güçlerinin ustaları haline gelebilecek bir duruma gelmek ve bunu toplumun yararına kullanarak, Yaratıcı gibi olabilmektir. Bu değişiklik sadece kendimize (bizde var olmayan) bizden gizlenmiş olan eksiksiz ihsan etme özelliği olan üst ışığı çekerek sağlanabilir. Bu da Kabala’nın bilgelik özü, yöntemidir.

Musa ve Harun, İnanç ve Bilgi

Tora, “Çıkış” (Ki Tissa), 32:1: İnsanlar Musa’nın dağdan geri dönmekte geciktiğini gördüklerinde, Harun’un karşısında toplandılar ve ona dediler ki: “Haydi! Önümüzden gidecek tanrılar yap bize, çünkü bizi Mısır ülkesinden getiren bu adam, Musa, biz onun neye dönüştüğünü bilmiyoruz.”

Burada, bir kişinin en derin özelliklerine dokunan psikolojik ve felsefi çarpıcı bir duruma değinilir. Ve bu hal her seviyede nükseder.

Eğer ben doğru şekilde ilerlersem, o zaman her an bunun gibi bir hali tecrübe ederim, kendimi doğru hedefe, içimdeki “Musa’ya” kitleyerek, görünüşte nerede olduğumu, yönümü anlarım. Doğru adımı attığımda, bu adımın sonunda “Musa” aniden kaybolur, çünkü ben onunla birleştiğimde, o benim içimde kaybolur.

Devam etmek nasıl mümkün olur? Her şeyden sonra, artık elimde işaret direği kalmadı. İleri doğru ilk adımı attığım ve nasıl daha ilerleyeceğimi bilmediğim bu dengesiz koşuldan çıkmak nasıl mümkün olabilir? Ve böylece sonraki safha içimde belirir, Harun.

Musa inançtır, Harun ise bilgidir, bilmektir. Ve ben içimde Harun’a dönerim çünkü ihsan özelliğine dönemem ve içimde aniden kaybolmuş olan sevgi özelliğine de dönemem. İçsel özelliklerimizin ruhani ilerlemeleri her zaman değişir. Yükselirler, alçalırlar ve iki kola ayrılma (bölünme) noktasından geçerler.

Yükseliş hali sonraki seviyenin başlangıcını, doğumu sembolize eder, ama her embriyo gibi, ben de bilmiyorum ve hiçbir şey anlamıyorum. Doğabilmek için çok fazla çaba harcadım, rahim içindeki süreçte yeni bir seviye geliştirdim ve şimdi doğdum, hiçbir şey bilmiyorum.

Bu yüzden sakinliğe ihtiyaç vardır burada, kendimi görünmez ellere teslim ettiğim sonraki istirahatta. Çok fazla baskı, endişe, ısı, anne karnında beni çevreleyen sıvıyı hissettim, bu da sevgi ve özgecilik özelliğidir ve ben bu daha yüksek seviyeye ait olmaktan başka bir şey düşünmedim. Ama şimdi onu aramalıyım. Bir embriyo yeni doğmuş gözleri görmeyen kedi yavrusu gibi, sürekli kendine uğraşacak bir şeyler arar.

Kişi bu işaret direğini kaybettiğinde, ne yapacağını bilmez. Güvene feci şekilde ihtiyaç duyar ve buna, içsel güvene sahip olmalıdır, çapasını, temelini edinmelidir. Bu yüzden eksikliğini çektiği temeli bir yerlerde bulmaya ve tutunmaya çalışır. Ve bu “altın buzağıdır.” “Altın buzağı” beni kontrol eden ve kontrol etmesini kabul ettiğim bilgiyi putlaştırmaktır. Şimdilik, nereye doğru ilerleyeceğime göre elimde araçlarım, sağlıklı bir sağduyu var.

Ama ilerleme mütemadiyen içimde boşluk oluşmasına dayanır. Hiçbir şey bilmem, şüphelenirim, kaybolmuş hissederim, bir çeşit adım oluştururum, sanki havadadır ve sadece bunun sayesinde Yaradan’a doğru adım atmaya hazır olurum ve bu herhangi bir sağlam ve mantıklı temele dayanmaz. Sonraki derece kendini şimdiki dereceden yüksekliği ile ayırır ve derecenin yüksekliği inançtır.

Sonuçta ayaklarımızın aradığı zemindir ve bu zemin inançtır. Bu, yeni bir inanca, özgeciliğe ve sevgiye doğru “ayağımı yukarı kaldırmalıyım” demektir ve aynı zamanda görünüşte hiç karşılık, hiç bilgi olmadan. Ve eğer kendimi etkisizleştirmeye tamamen hazırsam, zaten yeni bir seviyeye yükselmem ve orada bilgi edinmem mümkün olacaktır.

Bundan sonra diğer ayağımı gerçekten havada asılı tutarak kaldırmalıyım ve her hangi bir kanıt ve kesinlik ya da anlayış ve netlik olmadan ilerlemeliyim. Bu HaVaYaH’nın yani içimizdeki Yaradan’ın dört harfli adının dört seviyesinde Işık’ı edinmenin durmayan işleyişidir. Bu 125 basamaklı ruhani merdivende yükselişin “mantık ötesi inançla” nasıl başarıldığıdır.

Kab TV- “Ölümsüz Kitabın Sırları” 9/9/13

Eski Küresel Düzenin Yavaş Ölümü

Robert W. Merry’in görüşleri (The National Interest‘de politika editörü ve Amerikan Tarihi ve Dış Politika kitabının yazarı):“2012 baharında, The National Interest, ‘Eski Düzenin Krizi: Ülkemizde ve Yurtdışında Dağılan Status Quo (olgunun savaştan önceki durumu)’ başlığı altında özel bir sayı yayınladı. Bu sayıdaki teze göre, eski çağın göreceli küresel istikrarı, Büyük Buhran ve İkinci Dünya Savaşının birbirlerinden ayrılmayarak gelen zorlu denemeleri sayesinde oluşturuldu. Okuyucularına bu kapsamlı  konuyu tanıtan, TNI editörlerinin yazdığına göre “Sadece tarihsel bir perspektif aracılığı ile zamanımızın köklü gelişmelerini anlayabilir ve belki de belli belirsiz bizi nereye götürdüğünü seçip ayırabiliriz. Bir şey çok net: bizi yeni bir dönemin içine götürüyorlar. Tek soru, eski dünya düzenin yerine ortaya ne çıkacak ve daha ne kadar parçalanma, kaos ve katliamın bu geçişe intikal edeceğidir.

“Bu konuda en rahatsız edici olan ulusal liderlerin küresel durumun ne kadar tehlikeli olabileceği hakkında tamamen ciddi bir bilinçten yoksun olduklarının görünmesi. … Pfaff [William Pfaff, International Herald Tribune’in uzun süreli jeopolitik analisti] küçük ölçekli bir rahatlama veren notunda, bugün dünyanın ideolojik diktatörlüklerin hareketi veya totalitarizmin her hangi yeni dalgası tarafından kuşatılmış olmadığını belirtiyor. Bu günün sorunlarının, yalnızca kafa karışıklığı, beceriksizlik, entelektüel ve ahlaki bozukluluk olduğunu söylemektedir ve buna ilaveten “Ancak bunlar aşırı silahlandırılmış bir dünyada yeterince kötü.”

“Tarihsel bir açıdan, dünya savaşına yol açan olaylarla uğraşan devlet bakanlarına geriye dönüp baktığımızda hiç bir şeye değmediğini belli bir küçümseme ile görüyoruz. Bu olaylar göreceli istikrarı ve bir barış yüzyılını sona erdirdi ve o büyük çağın geçip gitmesine izin veren insanlar tarihte bahtsız, dokunulmaz ve hatta aptal olarak görülürler. Aslında onlar aptal değillerdi, ulaşılmazlardı ve anlamadıkları olaylar karşısında tahlihsiz hale getirildiler.”

“Başkan Obama ve onun çevresindekiler de aptal değiller sadece zamanımızın doğasını anlamıyor görünüyorlar ve bu solan bir dönemin ortaya çıkardığı zorluklardır. William Pfaff tarafından ortaya atılan kapsamlı tarihsel soru çeşitleri ile boğuşurken yetersiz görünüyorlar.”

“Fakat mevcut sorun sadece yönetime ait değil. Liderlerimizin yeteneklerini geciktiren ve çağımızın dönüştürücü doğasını kavrayan aydınların bulunduğu bu oyunda bir Zietgiest (zamanın ruhu) var gibi görünüyor ve dolayısı ile tahribat dünyayı sürekli rahatsız ediyor…”

“Bu zaman ciddiyet zamanıdır. Eski düzenin bir krizini yaşıyoruz ve tarihsel yöneticisiz bir döneme gebe olan köklü sorunlar için yeni uyarılara, yeni anlayışlara ve yeni fikirlere ihtiyaç vardır.”

Benim görüşüm: Sorun şu, herkes kafa karışıklılığının modern durumu hakkında doğruları yazıyor çünkü hissedebiliyor ve anlıyorlar, fakat kimse karşımıza çıkan fırsatlardan bahsetmiyor çünkü hiç kimse nasıl yapılması gerektiği hakkında bilgiye, yönteme veya bir vizyona sahip değil.

Liderler anlayış eksikliklerini ve karşılarına çıkan bir durumda kendilerini yönlendirme yetersizliklerini tam olarak anladıklarında, ancak bundan sonra yeniden integral bir eğitime girmeleri mümkün olacaktır. Bu gerçeklik algılarını genişletecek ve olanların sebeplerini görebilecekler, sonrasında ise karar alma süreçlerine katılabilecekler.

Bir Gemideki Tayfalar Gibiyiz

Türkiyenin batısında yer alan kömür ocağında meydana gelen patlaması sonrası yaşanan afetden dolayı Türk halkının acısını paylaşıyor yaşadıkları ızdırabı hissediyoruz. Yakınlarını kaybeden tüm ailelere taziyelerimizi iletiyoruz.

Bizler eminiz ki bu eski halk bu zor durumun üstesinden gelecektir. Ve bu sadece karşılıklı destek ve bir diğerini sevmekle olacaktır. Tüm insanlık olarak bir gemideki tayfalar gibiyiz ve bu yüzden tek bir insanı bile yargılayamayız bilakis herkesi kucaklayıp onlara birliğin erdemliliğini öğretmeliyiz ki bu erdemlilik tüm insanlığı ıslaha getirsin.

Afet sonrası meydana gelen protestolar halkın içinde oluşan derin ayrılıkları gösteriyor. İçten hissedilen bu arzu aslında daha içsel bir fenomeni işaret ediyor. Bu arzu kişilerin topluma daha bağlı olma isteğini gösteriyor. Ve bu arzu sesini duyurmak, kendisiyle kaygılanılmasını ve korunması istiyor. Yani tek bir aile gibi karşılıklı sorumluluğu hissetmeliyiz.

Karşılıklı sorumluluk bizleri birbirimize bağlamalıdır ve bu bağda diğerlerinide hesaba katmalıyız. Sanki tüm yaratılanlar benim ailem gibi olmalıdır. Buna inanmak gerçekten çok zor ama bu duruma gelmek zorundayız. İçsel gelişmemizde bunu hissetmeliyiz. Tüm insanlar öyle bir his içinde olmalıdır ki tüm dünyayı kendi içinde hissetmelidir. Tüm dünya tek bir aile gibi davranırsak herkes bu ahengin bir parçası olur. Ya Doğa bizi bu duruma darbelerle götürür ya da bu koşulu anlayarak bu duruma kendimize değiştirerek getirebiliriz.

Siz Yaradan’a Yaklaştıkça, Firavun’u Büyütürsünüz

Tarihimiz boyunca egonun gelişimi sayesinde ilerledik. Bu bizi zevk alma arzusunun zorlukla geliştiği hayvanlardan, bitkilerden ve cansız maddelerden farklılaştırır.

Bir kişiye özgürlük, seçmek ya da en azından öğretilmek için verilmelidir, böylece bu özgürlüğün varlığı ile ego büyüyecek ve kişi ona daha fazla yaklaşacaktır. Hazırlık ve düzeltme için daha fazla çabaladıkça, daha büyük kötülüğü keşfeder.

Böylece, kişi çalıştıkça ve grup içinde çaba sarfettikçe, grup çalışmalarına katıldıkça, gerektiği gibi başını eğmeye çalıştıkça, desteğin farklı çeşitlerini oluşturur. Buna yedi yıllık tokluk denir.

Sonra yedi yıllık kıtlık meydana gelir, kişi kaplarını hazırlamış olduğundan, şimdi zevk alma arzusuna yönelik hoş olmayan ifşaat ile başa çıkabilir. Böylece arzusu ile çalışabilecektir ve kendi egoist doğasının düşmanı olduğunu keşfeder. Bu nedenle, Musa; Kabala bilgeliği ile Yaradan ile konuşmaya başladığında ve manevi akıl ve kalbiyle zevk alma arzusuna ulaştığında, bu arzunun daha da kötü hale gelmesini Yaradan’a şikayet eder.

O, kendi düzelmesi hakkında düşünmeden önce, çok fazla iniş çıkışı yoktu. Grubun bir parçası olmanın sonucuyla sadece belli belirsiz hareketler vardı, ama sonra bir ulusu oluşturup, ona bağlanmak yolu ile Yaradan’a daha yakın olmanın mümkün olduğunu anlamaya başladı. Kişi sağ çizgiye, Yaradan’a, özgecilik değerine, üst gücün en yüce nitelik olduğuna ve ondan başka hiçbir şey olmadığına dair farkındalığa daha çok yaklaştıkça, sol çizgi de daha güçlenir ve kişinin içindeki Firavun uyanır.

Bunun gerçekleşmesi ile kişi dengede kalacaktır, iki çizgi ortasındaki durumunu sağlamlaştırabilecektir ve kendisinin kim ve ne olduğunu çözecektir. Böylece Musa, kendisi Yaradan’a vardıktan sonra insanların daha kötü hissetmesi hakkında haklı olarak şikayet eder. Çünkü Musa’nın Yaradan’a yaklaştığı an, Yaradan ile Firavun arasındaki dengeyi korumak için Firavun büyür. Bunu hep hatırlamalıyız.

Musa Yaradan’ın adına konuşmak için Firavun’a gelir, bu da amacının Yaradan’a daha yakın olmak olduğunu anladığını gösterir. Sonuçta her şey kötüye gider ve sadece bu iki güç arasındaki denge, burada yardımda bulunabilir. İki kutbun birleşmesinin şart olduğu ve her ikisinin de Yaradan’dan geldiğini anlamamız gerektiği anlamına gelir, çünkü O’nun dışında kimse yoktur ve biz her ikisini de izlemek zorundayız, yani orta çizgiyi.

İki çizginin orta çizgide birleştirilmesi gerektiğini unutmamalıyız, ta ki üçüncü bir paydaş gelip, birleştirip, onları tamamlayana kadar. Bu, daimi bir savaş olduğu anlamına gelir.

Yayım tarihi: Mayıs 4, 2014 at 9:19 am