Ruhun Azami Yükünün Hesaplanması

Baal HaSulam, Şamati #72, “Kendine güven Işığın Kıyafetidir”: Hayat Işığının kıyafetlendiği Kli’ye genellikle “kendine güven” denir. Yani kişi her zor şeyi yapabileceğini görür. Bu nedenle, Işık kendine güven Kli’si içinde hissedilir ve fark edilir.

Kendine güven kendi arzumun, egomun üzerine ne kadar yükselebileceğime işaret eder, hangi ölçüde kendimi düşünmekten vaz geçebildiğime ve artık bu tuzağa düşmediğime, bana çok büyük ölçüde endişe ve sıkıntı veren alma arzuma zincirlenmediğime işaret eder. Kendi var oluşum için dünyevi korkularımdan özgürleştiğim anda ihsan etme eylemleri hakkında düşünebilirim.

Böylece alma arzum artık Hasadim Işığı ile dolduğu için, artık sürekli kendini düşünme ve kendi için endişe etme rolünden özgürleştiği ve “ölen özgürdür” deyişindeki gibi ölü kabul edildiği için gerçekten de özgür olabilirim.

Bu nedenle kişinin hayatı, kendi içinde hissettiği kendine güven ile ölçülür.

Şunu da eklemeliyiz ki, bu kap yani ruh basitçe ona gelen Işıkla ölçülmez, ondan başkalarına geçebilen Işığın miktarı ile ölçülür. Bunun anlamı şudur, ölçü mevcut kabın ölçüsü değildir, bu kabın içinden başkalarına ıslah ve doyum sağlamak için kişinin kendisini onlara bağlayabilmesinin ölçüsüdür.

Elektrikte de sınırlamalar olduğunu biliriz. Eğer belli bir cihazı prize sokmak istiyorsak, önce ne kadar voltaj çekeceğini kontrol etmemiz gerekir. Her cihazın taşıyabileceği bir voltaj limiti vardır, bu onun gerilimini belirleyen önemli bir parametredir.

Eğer kişinin diğerlerine ihsan etmesinden de bu şekilde söz edecek olursak, bu parametre ruhların sayısı,  yani ona bağlanan ve onlara hayatın ruhu temin edilen ruhların sayıdır; bu kişinin çalışmasında önemli bir parametredir.

Bu ancak,  kendine güven Işığının kişiye parlaması koşulu ile olur. Kişi kendi arzusunun üstesinden gelebilen bir kahraman değildir. Kişi kendisi alma arzusunun 1 gramının bile üstesinden gelemez. Bu ancak Üst Işıktan gelen dolumun miktarına göre olur.

Işık arzuyu doldurduğu zaman, onun alma niyetini etkisizleştirir, egosunu sınırlama gücü, başkalarını düşünme, başkalarını kendisi gibi, hatta daha fazla hissetme gücü verir. O zaman, her şeyin ıslah olduğunu söyleyebiliriz.

Günlük Kalaba Dersi, 07.11.2014,  Şamati #72

Kabala ve Din arasındaki fark nedir?

Kabala ve din arasında bir ilişki yoktur. İnsanların bir Kabala metni almış olduklarından dolayı  din ortaya çıktı. Fakat nasıl doğru şekilde okumak ve anlamak gerektiğini bilmiyorlar.

Kural olarak, dindar bir adam, Tora’yı veya üst dünyaları edinmiş Kabalistler tarafından yazılmış herhangi bir kitabı açtığında bunları bizim fiziksel dünyamızın maddi suretine göre, örneğin anladığı terimlere göre yorumlar.

Örnek olarak, atalarının yolculuğunda, o bunu yer küredeki yolculuğu olarak algılar; kendi içindeki egoizmin değişik seviyelerindeyken bunu algılamaz. Kişi öldürmeyi, yenmeyi, zaferleri, diğer olayları ve Tora’da yazan hadiseleri, dünyamızdaki türlü çeşit macera olarak tahlil eder. Kişi sanki bir küçük çocukmuş gibi, siz ona daha yüksek şeylerden bahsederken, onun sizin anlattıklarınızı kendi etrafındaki olayları algılayış seviyesinde idrak edebildiği yerdedir.

Sorun aslında manevi dünyanın ve bizim fiziksel dünyamızın anlatımı için yalnızca bir dilin olmasıdır. Bu nedenle, bizim fiziksel dünyamız seviyesindeki bir kişi, her şeyi harfi harfine algılar ve bu da dinin kaynağıdır. Fakat manevi seviyede olan bir kişi bunu doğru şekilde yorumlar. Nitekim onun için bu Kabala’dır, üst dünyalar ve Yaradan ile birbirine tesir etme anlamına gelir.

Soru: Dindar bir kişi Kabala ile kendisini nasıl ilişkilendirir?

Cevap:  Denir ki, her insan kendi seviyesinden her şeyi sorgular. Yani kişi kendi bozuk algı derecesine göre bunu yapar. İşte burada büyük bir sorun oluşur.  

Kabalistler sıradan dindar kişilerin, kendilerinin dar ve sınırlı algıları içinde Tora’yı yanlış şekilde  yorumladıklarını anlarlar. Fakat onlar kendilerinin basit inanç seviyelerini bu şekilde tutmaya ihtiyaçları vardır. Onlar Tora’yı bu şekilde, kendi usulleriyle, ta ki ıslahları gelene kadar çalışmalılar.

Dindar kişiler Kabala’yı maddi seviyeye bağlarlar ve Kabalistler’in bunu farklı şekilde (daha yüksek bir seviyede) anladıklarını, bir çocuğun yetişkini anlayamaması gibi, fark etmezler. Bu nedenle,  Kabalistler’e kızarlar ve Kabala’nın zararlı bir şey olduğunu ve kişiyi dinden uzaklaştırdığına inanırlar. Kabala gerçekten bir insanı dinden alıkoyar, çünkü Kabala kişiye gerçek sükuneti ve evrimin doğru gayesini gösterir.

Hakikat şudur ki, dindar bir kişi emirleri bencilce bir şekilde uygular; yalnızca bu fiziksel dünyadaki iyi yaşam için ve bir sonraki dünyadaki cennet için. Bunun birlik ve ”dostunu kendin gibi sev” kuralları ile bir ilişkisi yoktur.

Bir Kabalist ”dostunu sev” koşulunu yerine getirir, çünkü bu onun bütün yaşamının temelidir. Burada da Yaradan’ı ifşa eder ve ihsan etmeye, sevgiye erişir.

Bu nedenle, Kabala’nın ve dinin tamamıyla farklı gayeleri vardır. Değişik yöntemler ve Tora’ya farklı bakış açısı. Bu derin zıtlaşma birbirlerini ayırır ve karşılıklı iten zıt taraflar haline getirir. Umut edelim ki, er ya da geç dindar kimseler, dinden Kabala’ya derece derece dönüşümün önemini anlarlar.

22.10.2014 tarihli, Kabtv’den ”kısa hikayeler” 

Bir Olmak İçin Bir Araç Olarak Onlu

Eğer üst gücü keşfetmek istiyorsanız, Kabala bilgeliği size buna uygun bir araç yaratmanız gerektiğini söyler. Tıpkı mikroskop, teleskop, partikül hızlandırıcısı vb. gibi ölçüm araçlarını geliştiren bilim adamları gibi, ancak bu araçlar yalnızca fiziksel maddeler için uygundur. Peki, ama öyleyse bizim içimizde, özümüzde çalışan gücü nasıl ölçebiliriz?

Bunun için Kabalistler, aralarındaki tüm karşılıklı bağlantıları tamamlamaya çalışan on kişiden oluşan (minyan) bir yapı önerirler. Onlar oluşturdukları bu çevrenin içinde,  buna hazır olsalar da olmasalar da, egolarının üzerine çıkarak, kendilerinden tek bir bütün oluşturmayı isteyerek,  Işığın niteliklerini sağlam bir dengeye getirirler.

Böyle bir yapı içinde iki ayrı gücü barındırır; kendi doğal bencil gücümüzü ve ihsan etmenin genel gücünü, yani Yaradan’ı barındırır. Ve buradaki hesap çok basittir: Birliğin gücü ile ne ölçüde ayrılığın gücünü yenersek, o ölçüde Üst Işığa benzer onunla eşitleniriz.

İhsan etme yüzde bir ölçüsünde bile artsa, biz bu ölçüde Işığa benzer, onu hissederiz. İhsan etme arzusu, alma arzusuna hükmettiği ölçüde Işığı hissederiz.

Bencil arzumuzu yenemememize rağmen çaba göstermeye uğraşırız, eksiğimizin, kusurumuzun nerede olduğuna, hala ne kadar zayıf olduğumuza, neden başaramadığımıza dikkatimizi veririz.  Ve böylece Işığın bize yardım etmesi, bize güç vermesi için içimizde bir yakarış, bir talep, bir dua gelişir ve bağ kurarız. Bu bağ yalnız Işıktan gelir.

İlerlememiz şöyle olur: Işık talebimiz üzerine eylemde bulunur ve bizi etkiler; alma arzumuzu yeneriz, daha çok ihsan etme arzusu ediniriz; aramızda tekrar ve tekrar daha güçlü bağ kurarız. Bunun hakkında (Baba Batra 9b’de) “Kuruş kuruşa eklenerek toplam para büyür” diye yazılmıştır.

Ve sonra gerçekten birleştiğimiz an gelir. O zaman herkes aramızdaki genel bağın içinde nasıl da yok olduğunu hisseder. Artık “Ben” ve “dostlar” yoktur; hepsi tek bir bütünde birleşmiştir. Bu “birliktelik” durumunda tamamlanma hissederiz, Üst Işık, Yaradan aramızdadır.

Ve sonra böylece Onu araştırıp, inceleyebiliriz. Diğer bir deyişle, “onlu grup” (minyan) diye bir cihaz yaptık ve bunu çalıştırdık; böylece şimdi artık farklı biçimlerde bağlantılarla kendimizi her defa daha da sağlam bir dengeye getirerek ilerleyebiliriz. Ve Yaradan aramızdaki karşılıklı bağla aynı ölçüde her defa daha çok ifşa olur.

Aynı zamanda, yaptığı etki ile Işık egonun daha derin katmanlarına da bizi uyandırır. Direnç, düşüş, her türlü rahatsızlığı hissederiz, bu bizim daha büyük bir güçle Üst Işığa doğru dönmemizi sağlar ve böylece Işık gelir ve bize kusurlarımızı ve bunları ıslah etmenin yolunu görecek gücü verir.

Yol işte budur, 125 basamaklıdır, bunları çıkarak en sonunda Yaradan’la “form eşitliğine” ulaşırız. Ve bu yol boyunca korku ve endişenin niteliklerinin bizim için ne kadar önemli olduğunu keşfederiz. Sonunda bizi ileriye iten şey, “İhsan edebilme yeteneğinde miyim?” korku ve endişesidir.

Los Angeles Kongresi, İkinci Gün, 11/1/2014, 3. Dersten alıntı.

Bir Kabalist’in Gizli Uygulamaları

Soru: Kabala Bilgeliği’ne niçin gizli bilgelik adı verilir? Bir Kabalist’in gizli çalışması nedir?

Bir Kabalist’in uygulamalı çalışması şu şekilde olur: o bir asansör gibi, egosunun seviyelerinde veya ihsan ediş seviyelerinde inebilir ve çıkabilir.

En alt kattan egoya kadar düşebilir ve daha sonra da zemin kata yükselebilir ve 125 basamağı tırmanmaya başlayabilir.

Bununla birlikte, kişinin içinde her çeşit içsel değişimler olur. Bir çocuk seviyesinden, bir genç seviyesine, yetişkin veya yaşlı bir adam seviyesine yükselme fırsatı olur ve bundan sonra da yeniden en alt seviyelerden birine kadar devamlı olarak inebilir.

Kabalistlere ilişkin merdiven üzerinde inişte veya çıkışta, içinizdeki tüm parametreleri ve özellikleri değiştirebilmeniz mümkün olup, kendi içinizde bunu ayırabilir ve değiştirebilirsiniz. Bizler sanki bir programcı gibiyiz, kendimizi yönetiriz ve her seferinde de dünyayı aynı şekilde ve aynı biçimde, hedeflediğimiz şekilde görürüz. Bunlara da Kabalistler’in gizli uygulamaları adını verebiliriz.

Bizler dünyamızın çerçevesi içerisinde bulunuyorsak, zaman içinde, uzay ve dünyalar içerisinde zamanlara göre; bizler dinazorlar devrinde kendimizi bulabilir ve aramızdaki bütün seviyeleri seyredebiliriz.

Büyük Kabalist Baal HaSulam, dünya kürenin yaratılış tarihini ve onun tüm oluşum periyotlarını yazılarında anlatmıştı. Fakat kendisi bunu yapabildi. Jeoloji tahsilini yapmış olduğundan dolayı değil, çünkü bütün bu seviyeleri görmüş olduğundan dolayı bunu yapabildi.

Bunların içine girebilmek kendisi için zor değildi. Sanki eline dürbünü, mikroskobu veya teleskobu almıştı. Nitekim kendisinin kişisel ve içsel aygıtlarına göre, o her devri görebilmek ve edinebilmek için doğru şekilde kendisini odakladı.

Bütün bunlara gizli Kabalist uygulamaları adı verilir. Aslında bütün bunlar gizli değildir. Fakat bir Kabalist bunu diğerlerine nakledemez veya ifade edemez. Yalnızca kendisi için bunu kullanabilir, çünkü bunlar onun içsel özellikleridir. Herkes kendi içsel vizyonunun alanını genişletmeyi öğrenebilir. Bunu yapabilmek için de, metotsal açıdan, ciddi şekilde Kabala Bilgeliği ile ilgilenmesi ve kendisini bir Kabalist’e dönüştürmesi gerekir.

Böylece kendisini doğru şekilde odakladığında, kişi kendisi dışına çıkabilir ve dünyamız üzerinde, evrimin her safhasında seyahat edebilir. Nitekim dünyamız bizim için küçücük, önemsiz ve gri olup,  Kabala Bilgeliği’ne göre ise, dünyamız yalnızca bizim düzeltilmemiş algılayışımız ve hayal gücümüz içinde yaşar.

22.10.2014 tarihli Kabtv’den ”kısa hikayeler”

Kısa Hikayeler: Sina Dağı’na Tırmanırken

thumbs_laitman_546_03Mısır’daki yaşamın her türlü kademelerinden ve Mısır’dan çıkışı geçmiş olan İsrail insanlarının eriştiği seviyeye Sina Dağı denir. Onlar kocaman bir kötü eğilim dağı ile karşı karşıya kaldıklarını anlamaya başlarlar. ”Sina” kelimesi ”nefret” (karşılıklı nefret) kelimesinden gelir; insanların birbirlerine karşı hissettiği derin bir geri itme, birbirlerine karşı hissettikleri bu hissiyat Mısır’da hissetmiş olduklarından çok daha fazladır.    

Mısır’da veya kadim Babil’de iken bunu anlamamışlar ve bunların tamamıyla farkında değildiler; şimdi kötü eğilim bütünüyle onlara ifşa oldu.

Bunun neticesinde insanlar kendilerini şaşırmış ve çaresiz hissederler ve hatta ne yapmaları gerektiğini bile tahmin edemezler. Musa, onlar ve Yaradan arasındaki bağı onarmak konusunda söz vererek onların zihinlerini rahat ettirir. Bu onun görevidir çünkü o İsrail insanları ve Üst Güç arasındaki bağdır. İnsanlar onun yardımı ve rehberliği, onun Yaradan ile bağlantısı olmadan bir şey yapamazlardı.

İnsanlar bu bağı hissetmediklerinde ve Mısır’a geriye dönmeye hazır olduklarında, o Sina Dağı’na tırmanır. Onlar için temel olan şey, tutunabilecekleri bir şeyin olması! Nefret basit insanları korkutur.

Herkesin sizden nefret ettiği bir apartman binasında oturduğunuzu hayal ediniz. Binadan dışarıya çıkmaya ve camı açmaya korkarsınız, her taraftan gelen kocaman nefreti hisseder, uyuyamaz ve iştahınızı kaybedersiniz. Bu çok berbat bir durumdur! Bütün bunlar Sina Dağı’nın eteğinde ayakta duran insanların hissettikleri şeyin aynısıdır. Egolarının gerçek doğası onlara ifşa olmuş ve bunun üstesinden de herhangi bir şekilde gelemeyeceklerini anlamışlardır. Nitekim kısa bir süre önce kendileri ile bağ içinde olmuş olan Yaradan’ın yardımı ortadan yok olmuştur.

Fakat Musa onlara, bu bağ seviyesine yükseleceğine, onlar arasındaki bağı yeniden kuracağına ve onları bu nefretten çıkaracağına dair söz vermişti. Ego dağının üzerine yalnızca o yükselebilir fakat bu içimizde olan yalnızca küçük bir niteliktir.

O, İnsanlardan bağını kopardığı anda, insanlar Yaradan ile bağ kurma umudunu yitirirler ve gördükleri tek umut onları bir araya getirebilecek altın buzağı oluşturmak olur. Tutunacakları başka bir şey olmaz.

Onlar mücevherlerini çıkartarak, bağış yapmaya hazır olurlar ki bir şeyler onları birleştirsin. Çünkü hissettikleri derin nefret ile karşılaştırıldığında, altın buzağı içerisinde kıyafetlenmiş küçük ego en azından onları bir derece birleştirir.

Sina Dağı’ndan indiği zaman, Musa kendisi vasıtası ile Yaradan’a ulaşmak isteyen insanlara onların arasında irtibatı inşa etmek için yaklaşır. Fakat bir kere daha görür ki onlar egolarına boyun eğerler (altın buzağı). Daha sonra Sina Dağı’nda kendisine ulaşan anlaşmanın iki yazıtına riayet etmez çünkü onlar, onlara uygun olmayan farklı bir seviyeye düşmüşlerdir.

Musa dağa tırmanır, yani yine ego ve üst seviye üzerindeki sevgi ve ihsan ile bağ kurduğu zaman, Yaradan’dan ikinci bir talimat alır. Bu manevi seviyeden düştüğünde, o, insanlar birliğin planını getirir: kendi aralarındaki içsel yaklaşmalarının içindeki birlik içinde Yaradan’ın ifşası..

Bu plan tüm belli başlı Tora kurallarını dahil eder ve bunlardan en önemlisi de ”dostunu kendin gibi sev”dir ve insanlar buna uymaya ve birlik olmaya hazırdırlar.

Sina Dağı’nda Musa’nın ikinci kez düşüş yaşaması gününe Yom Kipur (Kefaret günü) adı verilir. İnsanlara iki yazıtı getirir; yani 10 koşulun, Mısır’dan çıkışa ilişkin on musibet ile karşılaştırılması.. Manevi seviyede bu koşulları yerine getirerek, aralarında Yaradan’ın ifşa olduğu bir birlik seviyesine ve O’nunla tam anlamıyla bir bütünlüğe yükselirler. Bu onların ıslahı için bir amaçtır.

22.1.2014 tarihli Kabtv’den ”kısa hikayeler”

Kabala’da Dua Ne Anlama Gelmektedir?

thumbs_Laitman_729_02Gerçek bir Kabalist kendi egosunun baskısı altında olduğunu fark eder ve yalnızca içindeki tek bir noktada yani  kalp noktası denilen yerde kişi bencilce etkilerden uzak olup,  Yaradan ile bağ kurabilir.

Kişi eğer çabalar ve kendi kalp noktasını Yaradan ile birleştirirse, o zaman kişi egosunun üzerine kendisini yükseltecek bir kuvvet alır. Nitekim bu şekilde derece derece kendi egosunu özgecilik uğruna kullanarak düzeltmeye başlar.

Bizim manevi ıslah çalışmamızın tümü Yaradan’dan egoyu ıslah etmesi için güç talebinde bulunmaktır.

Bizler Yaradan’a döndüğümüzde O’ndan ıslah için gereken gücü alırız ve ıslah edilmiş ego içinde  bizler Yaradan ile ilişkili bir bağı hissederiz. Bu belli bir noktadaki irtibat değil, fakat geniş ve güçlü bir birlikteliktir. Daha sonra daha da büyük bir ego belirir, daha kalınca bir ego ve  yine bir kez daha bizler bu hissiyatı ıslah etmesi için Yaradan’dan güç  talebinde bulunuruz.

Bu demektir ki, sürekli şekilde ifşa olan ego bizi Yaradan ile bağ kurmak üzere uyandırır ve bu nedenle buna egoya karşı yardım denir. Bizim sürekli şekilde Yaradan’a yönelerek, O’ndan egonun ıslahını talep etmemize dua denir.

22.10.201 tarihli  KabTV’den “Kısa Hikayeler”

Kısa Hikayeler: İbrahim’in Grubunun Evrimi – Yusuf

thumbs_Laitman_724Kabala metodunun özü, özgeci sağ çizgiyi kullanarak büyüyen ego ile doğru şekilde çalışmaktır. Aynı zamanda da manevi dünyaların seviyelerini yükseltmektir. Nitekim bir sonraki manevi evrimin seviyesi ise içimizdeki dev egonun ifşasıdır.   

Burada sorumuz Yaradan’ın seviyesine kadar bizi yükseltecek büyük ego nereden gelecektir?

Şayet manevi şekillenmenin ilk kademelerinde belirdiyse, bizler bununla çalışma yapamadık ve bu seviyeden bilinçdışı şekilde kaçardık. Bu nedenle, egonun içine batmak ve onun kendi içsel büyümesi derece derece olur. Bu derece egoya yaklaşmak, onun kocaman koyu boşluğu içinde aslında ifşa olması ve onun her şeyi yutan güç içinde ifşa olması konusu, Yusuf ve kardeşleri hakkındaki hikayede anlatılır.

İlk önce, Yusuf’u kıskanan küçük ve zararsız kardeşlerinin egosu kocaman Mısır adı verilen mücadeleye dönüştü. Mısır (Mitzraim) ibranice ”Mits Rah – kötü sıvı” kökünden gelir. Bu kötü eğilimin bir yerde odaklanmasıdır.

Bir taraftan bu durum kötü gözükmüyordu fakat diğer taraftan da bir sorunla karşılaştılar: eğer kötü eğilime yaklaşmasalardı ve içlerinde bunu toplasalardı ve sanki münakaşaları sakinleştirmek istiyor gibi olsaydılar da, devam edebilmeleri mümkün olamazdı. Bu nedenle Tora’da yazar ki, İsrail ülkesinde kıtlık vardı.

Bu şekilde yani ego olmadan maneviyatta ilerleme sağlamaları başka şekilde mümkün olmayacaksa ne yapabilirlerdi? İşte bu şekilde onlar büyüyen bir egonun ihtiyacını ve onun doğru şekilde tamamlanmasını hissetmeye başladılar. Nitekim Mısır’ın içine battılar ve bu onlar için faydalı oldu çünkü bu durum onları güçlendirdi ve uyandırdı.

Buna ek olarak, babaları Yakup da aynı seviyeye girmişti. Çünkü bulundukları bu orta çizgide olmadan ve nitekim bunun üzerinde çalışma yapabilmek için büyük bir egoya ihtiyaçları olduğunu, yani başka türlü ilerleme sağlanamayacağını anlamıştı. Egoyu inşa etmeye, yedi senelik tokluk adı verilir.

Bu seneler esnasında ego çok çekicidir çünkü manevi yola karşı olduğunu göstermez. Egonun işgali altında iken yaşam tatlı, iyi ve anlamlı görünüyordu. Daha sonra da onun kölesi oldular.

Bu zaman esnasında İsrail gelişir, büyür ve katlanır yani burada demek istenilen, egonun doğru şekilde kullanılması ve ilk yedi senedeki doğru rehberliği ile çok bereketli idi. Çünkü dişi doğanın parçası olarak egonun ilk boyun eğen tavsiyesi şu olur : ”beni kullan ve ilerle.”

Fakat egoyu ilk yedi iyi senede sonuna kadar emdikten sonra, onun emilişinin sonuna gelinmişti. Yedi sene bütünüyle HGT NHYM  seviyesidir.  Yedi iyi sene yerini sonrasındaki yedi kötü seneye (açlık) bırakmıştır.

Onlar egonun içindeki kötü eğilimi fark etmeye başlarlar. Bundan önce görünüşte elde edilmiş olan fayda aslında tamamıyla boştur. Kötü eğilimin fark edilmesi de bu yedi sene içinde, aynı  HGT NHYM  seviyeleri içerisinde olmuştur. Bu seviyelerin her birinde fark etmeleri gereken şey ise, sürekli olumsuz neticeye varıldığıdır.

Yedi kötü senenin sonuna doğru onlar son niteliğe ulaşırlar, en bencilce olana, Malhut‘a. Burada onların ciddi düşüşler yaşamaları gerekir; Mısır’ın on musibetini ki, bir önceki şekildeki ego kullanımlarından vazgeçsinler.

15.10.2014 tarihli KabTV’den “Kısa Hikayeler”

Dünya Antibiyotik Krizi

Haberlerden (The Raw Story): ‘Bilim adamları, insanoğlunun antibiyotiğin olmadığı bir geleceğe doğru gittiğini ve günümüzde yaşam beklentisinin giderek düştüğü hatta insanların kolayca tedavi edebilecek hastalıklardan bile öldüğü bir dünyaya doğru gerçek bir riskle ile karşı karşıya geldiğimizi söylüyorlar.

İlaç direncinin artışını araştıran uzmanların söylediğine göre, sağlık kazanım yıllarının mutasyona uğramış mikroplar tarafından aşağıya çekilerek, (antibiyotik öncesi çağa dönmüş) hastalıkların daha zor ve pahalı tedavisi edilmesi yanında ölüm riskinin artmasına sebep olacaktır.

Sorunun temelinde, doktorların yanlış ya da gereksiz antibiyotik reçetesi yazmaları ve bunun yanında Asya ve Afrika da dâhil olmak üzere dünyanın bazı bölgelerinde reçetesiz, kolaylıkla ulaşılabilen ilaçların artış göstermesidir.

Uzmanlar, viral enfeksiyonlara karşı verilen antibiyotiklerin yüzde 70 kadarının tamamen etkisiz olduğunu söylemektedirler.

Antibiyotikler olmadan fırsatçı bakterilerle mücadelenin, özellikle özel bir risk teşkil eden majör cerrahi, organ nakli veya kanser ve lösemi tedavisi gerektiren hastaların tedavisini imkânsız hale getirebileceğini açıklamaktadırlar.

Timothy Walsh, Cardiff Üniversitesi Tıbbi Mikrobiyoloji Profesörünün söylediğine göre dünyanın bazı bölgelerinde, şimdiden bazı antibiyotikler tükenmiştir.

İlaçlara direnç bakterinin genetik kodunda değişiklikler yoluyla ortaya çıkmaktadır-antibiyotiklerin normal olarak bağlanmak istediği yüzeyindeki hedefi değiştirerek ya da yok etmesine izin vermeyerek veya antibiyotiği bakteri zarı dışına atma sureti ile bakteriyi aşılmaz hale getirmektedir.

Yanlış antibiyotiklerin çok kısa süreyle alınması, çok düşük bir doz halinde ya da alımının erken durdurulması, genetik değişikliğe uğramış mikropları öldürmekte başarısızlık ile sonuçlanmaktadır.

Dünya Sağlık Örgütü (WHO) ilaç direncinin ‘antibiyotik öncesi çağa dönmüş’ ile tehdit edildiğini söylemektedir.

Birçok bulaşıcı hastalıklar tedavi ya da kontrol edilemeyen bir risk haline geliyor, bu durum antimikrobiyal direnç ile ilgili bir broşürlerde belirtiliyor.

Antibiyotiklerin, Alexander Fleming tarafında 1928’de penisilinin keşfedilmesinden beri milyonlarca hatta yüzlerce insanın hayatını kurtardığını bilinmektedir.

Ama Fleming’in yaklaşan ilaç direncine karşı uyarılarına bile aldırış edilmedi ve şimdi bilim adamları insanların günümüzde tedavileri mümkün olan menenjit ve septisemi gibi enfeksiyonlardan dahi ölmeye başlayacağını söylemektedirler.

Courvalin söylediğine göre “Eğer bu şekilde devam edersek, insanoğlunun büyük çoğunluğu, bakteriyel patojenlere karşı kullanılan antibiyotiklere çok dirençli olacaktır.’

Benim Yorumum: Düşüşümüzü durduran tek bir çözüm var: Karşılıklı bağlantı ve entegrasyon aracılığıyla doğaya benzemek amacıyla çabalama. Her şeyden önce, birbirimizden farklılığımız bütünselliği artıran çok yönlü bir krize neden olmaktadır. Diğer başka bir çözüm aramaya başlarsak bunun benzeri olma yerine, daha büyük sorunları tetikleriz.

Kabul ve Niyet Sistemi

Kıvılcımı yani daha yüksek doğada bir parçacığı olan insanlar kendilerini, geri kalan yedi milyar insanla aynı biçimde ıslah etmezler, çünkü bu kıvılcım yoluyla biz Işığın kaynağına, ihsanın kaynağına, ihsan etme gücüne bağlanabiliriz.

Yani bu iki sistemi kendi içimize dâhil edebiliriz; kabul sistemini ve niyet sistemini. İçimizde, kendimize yönelik bir istek vardır. Bunun yanı sıra, bu isteğin içinde bir nokta, bir kıvılcım vardır ve bununla ayrı bir sistem geliştirebiliriz.

Eğer bu kıvılcımdan ihsan sistemini geliştirirsek, diğer bir deyişle, eğer başkalarının iyiliği için hareket etme niyetini edinebilirsek, o zaman yaptığımız işlerin önemi kalmaz. Bu işler daima ihsan etme niyetinin denetimi altında olacaktır.

Bunun sonucu olarak benim tüm yaptığım ve tüm davranışım bu ihsan etme niyeti ile belirleyecektir. Bu dünyada fiziksel olarak başkalarından alıyor veya başkalarına veriyor olmamın bir önemi kalmaz. Niyetim her zaman her yaptığımı, başkalarının iyiliği amacına göre belirleyecektir ve bu her zaman benim kendi iyiliğimden daha önemli olacaktır.

Ortak ruhun bu programa göre çalışan parçası, manevi Partzuf’un başına aittir. Işık yoluyla, gerçekten de başkaları için iyi olan düşünceler, eylemler, niyetler ve planlar yaratabiliriz ve bunları kendi menfaatimiz ötesinde kullanabiliriz. Tüm düşüncemi, gücümü ve anlayışımı başkalarının iyiliğinin hizmetine koyabilirim. Başkalarına bağlıyım ve onların iyiliği için her şeyi yaparım.

Böyle bir değişim Islah Eden Işık yoluyla mümkün olur. Tüm bu yedi milyar insan ne kadar birbirleri ile bağ kurarlarsa o kadar Işık ortaya çıkar ve birbirlerine kötülük yapmayı bırakıp tek bir beden haline gelirler, ancak bu hala bencildir. Onların hepsi kendi iyilikleri için tek bir aile gibi davranırlar.

Biz aramızda, burada niyetimiz tamamen başkalarının iyiliği için olan başka bir bağ kurmalıyız, “Komşunu kendin gibi sev,” diye yazılmıştır. Bu yalnızca, başkalarına zarar verirsem bunun kendime de zarar vereceğini bilmek demek değildir. Bunun bir şekilde bana geri dönüp dönmeyeceğine bakmam. Aksine yalnızca başkasının iyiliğini düşünür ve buna göre davranırım, bunun beni nasıl etkileyeceğini hesaplamaksızın. Buna egomun ötesinde çalışmak denir. Bu inanç içinde çalışmaktır, başka bir deyişle ihsan etmektir.

13.07.2014 Tarihli Günlük Kabala Dersinin 1. Bölümden, Şamati #60

Dünyadaki En Önemli İş

İnsanlığın gelişiminde çok özel bir aşamaya girmiş bulunuyoruz. Evrimleşme bize bu dünyanın rahatsız edici, yanlış ve bize uygun olmayan bir yer olduğu duygusunu getirdi; bunun bizim hatamız olup olmadığı önemli değil.

Ne ölçüde suçlanabiliriz, bunu bilemem. Eninde sonunda ancak yapabildiğimizi yaparız. İnsan neyse odur! Bu konuda ne yapılabilir? İnsanlardan daha fazlasını isteyebilir miyiz? Dünyayı daha iyi bir yer yapabilir miyiz yoksa onunla beraber “yuvarlanıp” gitmeye devam mı etmeliyiz? Genelde, biz gerçekten de doğamıza karşı gelerek farklı davranma yeteneğine sahip miyiz? Doğamız tarafından yönetiliriz, böyle yapılmışız. Peki, bir şey değiştirebilir miyiz?

Görüyoruz ki hayatımız zor ve rahatsız edici; geleceğimiz pembe görünmüyor. Peki hayatımızı değiştirmek elimizde mi?

Bu noktada, bu tablonun içine Kabala Bilgeliği girer. Bu bilgi tüm gerçekliği ve bu gerçekliğin içindeki insanı araştırır. Kabala doğayı son derece derinlemesine araştırır, bu araştırma günümüz bilimlerinin hepsinin yaptığından daha derinlemesine olmalıdır. Bu bilim gerçekliğimizi daha iyiye doğru değiştirmek için ne yapmak gerektiğini tam olarak açıklar.

Özünde çok kolay ve apaçık ortada olan bir sonuca varırız, bu bizim için yeni değildir: Sorun bencil doğamızdır. Bencilliğimiz tarafından güdülürüz, bu aramızdaki ayrılığa neden olan güçtür. Herkes kendi kişisel çıkarlarını gözetir ve başkalarını “aşağı, değersiz” bularak kendi “üstünlüğünü”  beğenir. İnsanlar kendilerini komşularından üstün hissettiklerinde mutlu hissederler.

Eğer bu güç tarafından güdülüyor olmasaydık, eğer birlik ve eşitlik için çaba gösterseydik, çok daha iyi hissederdik. İnsanoğlu her zaman eşitliğe ve adalete erişebileceğini hayal etmiştir. Tarih boyunca pek çok savaşlar ve devrimler olmuştur, ancak bunların hepsinin de boş yere olduğunu görürüz.

Kabala bize nasıl iyi bir yaşam sürebileceğimizi öğretir. Pek çok başka yararı yanı sıra, doğayla dengeye ve benzerliğe nasıl erişileceğini açıklar. Kasırgaların, tsunamilerin, volkan patlamalarının, sıcak ve soğuk dalgalarının, küresel ısınmanın, bitki ve hayvan türlerinin yok oluşunun vb.nin nasıl önüne geçileceğini gösterir. Yalnız insanlar doğanın tüm katmanlarına denge getirebilirler ve böylece doğanın tüm parçaları (cansız, bitkisel, hayvansal ve konuşan) ahenge ve uyuma erişebilecek ve homeoztas durumunda iyi bir yaşam sürebilecektir.

Ancak bu doğru biçimde birliğe erişme görevi bir özellik içerir; tüm dünya içinden, bu görev Babil zamanından, insanlık tarihinin beşiğinden gelen, bunu yapabileceği kanıtlamış olan, buna ilgi duyan ve bu rol için tasarlanmış olan küçük bir gruba emanet edilmiştir. Bu grup birlik için özlem duyar ve özü – böyle bir şeye ilgi duymayan – insanlığın geri kalanına iyi bakmaya hazırdır.

Antik Babil’de bu grup ortaya çıktığı zaman, bu gruba “İsrail” adı verildi anlamı “doğrudan Yaradan’a (Yaşar-El)” demektir. Birliğe erişmeye özlem duyar. Yaradan (El) özünde “Bu Bir”dir, birleşmiş olan gerçekliktir.

Bugün, üç bin beş yüz yıl sonra, bu grup seçildiği bu role uymaz. Ancak antik Babil’e benzer olarak günümüz Babil’inde de birliğe özlen duyan insanlar ortaya çıktı. Bu nedenle onlar da “İsrail” diye adlandırılırlar. Yazgılı olduklarını gerçeğe dönüştürmek onlar için bir zorunluluktur.

Tarihin bir noktasında bu “İsrail” denen grubun parçası olan insanlar vardı, ancak sonradan bu ideallerinden vaz geçtiler. Bunlar da birlik arayışına katılmaya zorunludurlar. Böylelikle, dünyanın ıslahatı sürecinde yer almakla görevli olan birkaç insan çevresi vardır.

1. İlk önce, İsrail’in kendiliğinden bu görevi yerine getirmek için uyanmış olan parçası. Hangi ülkede doğmuş olurlarsa olsunlar, insanlığı kurtarma arzusunun parçasıdırlar.

2. Doğuştan ve soydan İsrail’e ait olanlar. Bunlar da bu sürece dâhildirler, bunun farkında olmasalar, anlamasalar ve istemeseler bile dâhildirler.

3. İnsanlığın geri kalanı.

Bugün, birlik evrensel bir mirasa dönüştü. Tüm dünyada insanlar, doğayla zıtlığımız nedeniyle neden olduğumuz felaketlerden yalnız birliğe erişerek kaçabileceğimizi anladılar, içinde bulunduğumuz krizlere çözüm bulmak için çok çaba gösteriyorlar. Giderek er veya geç Kabala bilgeliğine gelecekler. Bu bilginin ıslahaın kaynağı ve anlamanın ve enerjinin başlangıcı olduğu ortaya çıkar.

Kabalistler insanlığın neyle tamamen kurtulabileceği ve kurtulacağı hakkında pek çok şey yazdılar. Üstelik Kabala bilgeliği yanan bir ormandan kaçan vahşi hayvanlar gibi felaketlerden kaçmamamız gerektiğini de açıklarlar. Tam tersine, içinde bulunduğumuz durum, bize felaketler yollayarak, doğanın bizi bir üst seviyeye çıkarma niyetini derininde “gizler”,  bizi yalnızca bu felaketlerden kurtuluş aramaya zorlamayı değil. Böyle bir senaryo doğanın mükemmelliği değerinde olmazdı.

Kendi kendini ıslah etmek ve birliğe varmakla yeni bir var oluşa yükseliriz, geniş ve kusursuz bir dünyaya, maddenin ötesindeki bir gerçekliğe çıkarız. Asıl hayatın, gerçek bedenimiz ve ruhumuzun orada olduğunu göreceğiz.

Gerçek hayata uyanış yolunun ne olduğunu Kabalistler bize açıklarlar. Kabala bilimi bu amaç içindir.

10.07.2014 Tarihli Günlük Kabala Dersinin 4. Bölümden, Baal HaSulam Yazılarından