Category Archives: Karşılıklı Sorumluluk

“Amaçsız Bir Hayat Artık Hayat Değildir” (Medium)

“Life Overtakes Me” ile En İyi Kısa Belgesel Konusu dalında Oscar’a aday gösterilen John Haptas ve Kristine Samuelson,  4 Şubat 2020, Beverly Hills, California, ABD’deki Sinema Sanatları ve Bilimleri Akademisi’nde bir resepsiyonda poz veriyor.  REUTERS/ Mario Anzuon

 

Bir öğrencim, İsveç’te yasal statülerindeki belirsizlikler nedeniyle “teslimiyet/vazgeçme sendromu” adı verilen, komaya benzeyen bir hastalığa yakalanan mülteci çocukların hikayesini anlatan “Life Overtakes Me” (Hayatın Tutsakları-Türkçe versiyon adı) filmini izlemiş. Öğrenci, ölüm korkusunun en derin, en ilkel duygu olduğu iddia edilse de, çocukların nasıl olup da yaşam yerine ölümü “seçtiklerini” merak etmiş.

Sanırım öğrencimin yanlış anladığı yer burası: En temel korku ölüm korkusu değil, yaşam korkusu ya da daha doğrusu amaçsız yaşam korkusudur!

Yaşamın kendisinden daha yüksek bir yaşama sebebi olmadan yaşadığımız o dakika, yaşamın altında bir duruma ineriz. Hayvanların böyle soruları yoktur; onlar sadece içgüdülerini takip ettikleri için var olurlar. Dolayısıyla onlar için varoluş yaşamdır.

Öte yandan insanlar, yaptıklarını neden yaptıklarını bilmeye ihtiyaç duyarlar. Aksi takdirde harekete geçme motivasyonları kalmaz ve madde bağımlılığından depresyona, teslimiyet/vazgeçme sendromundan intihara kadar her türlü gerileme olgusu ortaya çıkar. İntihar ve diğer kendine zarar verme davranışlarının insanlarda bu kadar yaygın ve hayvanlarda bu kadar ender olmasının nedeni, insanların bir hedefe, hayatta bir amaca ihtiyacı varken hayvanların buna ihtiyacı olmamasıdır. Amaçsız bir yaşam ölümden daha kötüdür, bu yüzden insanlar ölümü amaçsızlığa tercih ederler.

Bununla birlikte, hayatta hiçbir amacımızın olmadığı duygusu güçlü bir motordur. Her şeyi sorgulamamıza neden olur. İnsanlığın en büyük keşifleri, insanlar hayata cevaplar aradığında yapılmıştır.

Bugün insanlar harika bir hayat sürmek için ihtiyaç duydukları her şeye sahip görünüyorlar, ancak yaşamak için hiçbir nedenleri yok. Bu nedenle hayatın ne için olduğunu merak ediyorlar.

Bu soru, insanın sorabileceği en temel sorudur çünkü cevap içimizde değil, aramızdadır. Varlığımızın sebebi, insanlığı kapsayan ağdaki değerimizdir. Her birimiz bu ağın eşsiz birer parçasıyız ve birimiz eksik olduğunda oluşan boşluğu kimse dolduramaz. Bu ağın gücüne katkımız ne kadar büyük olursa, birey olarak değerimiz de o kadar büyük olur.

Bu nedenle bugün sosyologlar ve psikologlar mutluluğun anahtarının sosyal bağlarımızın niteliği olduğunu keşfediyorlar. Yalnızca olumlu sosyal bağlara sahip olduğumuzda, her birimiz tüm insan ekosisteminin yararına kendi potansiyelini fark ettiğinde, ancak o zaman gerçekten mutlu oluruz ve aynı zamanda topluluklarımıza, ülkelerimize ve dünyaya katkıda bulunuruz.

Ancak her birimiz başkalarını önemsediğinde, üyelerinin halinden memnun ve mutlu olduğu, diğer insanları veya çevreyi sömürmeyen dengeli bir toplum kurabiliriz ve mutluluğumuzu, toplumun ve tüm dünyanın yararına kişisel potansiyelimizi gerçekleştirebileceğimiz yer olan, başkalarıyla aramızdaki bağda buluruz.

Erkekler ve Kadınlar Arasındaki Doğru Bağ

Erkekler ve kadınlar arasındaki doğru bağ, kadının erkeğe arzusunu vermesi ve erkeğin bunu doğru bir şekilde yerine getirebilmesi anlamına gelir.

Birlikte bir aile kurduklarında kadın tarafı yani yaratma, yönetme ve soyu devam ettirme arzusu, erkekte harekete geçme ihtiyacına neden olur. Maneviyatta da durum aynıdır; dişi kısım, erkeğe tutunur, ona ilerleme fırsatı verir çünkü o sadece bunun için çalışmaya ve bir şeyler yapmaya arzu duyar.

Bizim dünyamızda bu biraz bencilce ve biçimi bozulmuş formlarda olur. Ama kadınlar olmasaydı, erkekler tüm yaşamları boyunca oyun oynuyor ya da savaş yapıyor olurdu, başka da bir şey değil. Ve kadınlar sayesinde dünya bir şekilde daha akıllıca gelişebiliyor.

Dolayısıyla erkeklere veya kadınlara karşı herhangi bir şikâyette bulunmaya ya da kadın erkekte güvenilirlik, gelecek vs. ararken erkekleri kadında dışsal, hayvani bir taraf aramakla suçlamaya gerek yoktur. Aralarındaki bu ilişkiler doğadan gelmektedir.

Biyologlar, genetikçiler ve psikologlar bunun hakkında konuşuyorlar. Yani kadın kısmı daha mantıklı, erkek kısmı ise hayattan daha kopuktur. Ve onların doğru dengesi ancak Kabala’yı anlarsak mümkün olur.

 

Beklemeyin! Harekete Geçin!

Soru: Tüm sürtüşmelerin ortadan kalkması için onludaki her şeyin iyiye dönmesini beklemek doğru mudur?

Cevap: Beklemeyi doğru bulmuyorum. İşe yaramayacaktır. Durumunuzun düzeltilmesi gerektiğini anlamanız için, üst kuvvet sizi yukarıdan bir sopayla ilerlemeye zorlamaya başlayana kadar sonsuz sayıda yıl bekleyebilirsiniz. Hiçbir durumda, bir gün olması gereken bir şeyi bekleyemeyiz. Bu hayata karşı en kötü tutumdur.

Harekete geçmeliyiz. Grubunuzda birbirinize yardım ederseniz, artık bu korkutucu ve zor değildir. Bunu yaparak başkaları tarafından uyarılırsınız ve onlara göre hareket eder ve böylece ilerlersiniz. Gruptaki dostlar arasında doğru ilişkiler kurulursa ve onları çalışmaya başlamaları için zorlamaya başlarsanız, otomatik olarak herkes birbirine yardım eder, birbirine ilham verir ve herkes ilerler.

Ve beklemek en tehlikeli duygudur. Bekleyecek bir şey yok.

Soru: Eğer bir grup içindeysem, onlu grup içindeki tartışmaları, sürtüşmeleri ve müdahaleleri kabul etmemeliyim. Bu doğru mu?

Cevap: Hayır. Tüm bunların düzeltilmesi gerekiyor, sadece reddedilmek değil. Aktif olmaktan bahsediyorum. Bu konuda herkesin birbirini anlaması gerekir; ben başkalarına ilham vermezsem, o zaman onlar da bana ilham vermezler ve biz de ilerleyemeyiz.

“Karşılıklı Sorumluluk – Toplumun Temeli” (Linkedin)

Günümüz toplumu egoya tapıyor. “Birisi” olan herkes kendini en benmerkezci şekilde gösteriyor. Bu, spor yıldızları, pop yıldızları, politikacılar ve hatta para patronları için geçerli olduğu gibi sosyal medya simgeleri için de geçerli. Ancak bencilliğe tapan bir toplum, “toplum” teriminin anlamını zedeler. Bir toplumun var olması için bireyden çok topluma odaklanması gerekir. Eğer ikincisine odaklanırsa, bugün dünyada gördüğümüz gibi toplum parçalanacaktır.

Sosyal ilişkiler, ancak tüm taraflar birbirlerinden tek başlarına elde edemeyecekleri karşılıklı bir faydaya sahip olduklarını kabul ettiklerinde var olabilir. Fayda, daha fazla hayatta kalma şansı, daha iyi çocuk yetiştirme veya sağlamlaştırılmış ekonomik refah gibi daha büyük ödüller karşılığında bağımsızlıklarının bir kısmından vazgeçmelerine yetecek kadar büyük olmalıdır.

Bu nedenle, idollerinin toplumun kaynaşmasına katkıda bulunduğu bir toplum, kendisini ve üyelerinin refahını güçlendirir. Tersine, kendilerine odaklanan ve genellikle toplumun çıkarlarına aykırı hareket eden insanları idolleştiren bir toplum, kendi bindiği dalı keser. Böyle bir toplum er ya da geç çökecektir, çünkü bir toplumun en temel gereksinimini karşılamakta başarısız olur: karşılıklı sorumluluk.

Bir grup insan, temel düzeyde bir karşılıklı sorumluluk oluşturduğunda, kabileler, şehirler ve milletler gibi daha karmaşık yapılar inşa etmeye başlayabilir. Toplumdaki karşılıklı sorumluluk düzeyi ne kadar yüksek olursa, o kadar büyüyebilir ve genişleyebilir.

Bununla birlikte, insan egoizmi durağan olmayıp sürekli evrimleştiği için karşılıklı sorumluluğu sürdürmek bir zorluktur. Bu nedenle, karşılıklı sorumluluk geliştirmek toplum için istikrarlı bir görev olmalıdır. Aksi takdirde çökecektir. Bunu onlarca yıldır ihmal ettiğimiz için, toplumda giderek artan bir çözülme ve dağılma derecesine tanık oluyoruz.

İnsanlık bir yol ayrımına geldi: Büyüyen egonun üzerine çıkmak için karşılıklı sorumluluk geliştirmekten kaçınmaya devam edebilir veya mevcut egoizm seviyesinden daha güçlü hale gelene kadar onu geliştirmeye geri dönebilir. Eğer ikincisini seçerse, öyle bir uyum düzeyine ulaşacak ki, insanlar birbirlerinden ayrı düşmekten vazgeçecektir. Sanki kalplerinde, ruhlarında ayrılamazlarmış gibi, yeni bir yakınlık düzeyine ulaşacaklardır.

Bu seviyeye bir kere ulaştıklarında, bugün gördüğümüz insanlar arasındaki mücadeleler, insanların kendilerini toplumdan ayıran kendi egoizmleriyle boğuştuğu içsel mücadeleler haline gelecektir. İnsanlar tamamen farklı bir algı düzeyine ulaşacaklar; onlar asla var olduğunu düşünmedikleri seviyelerde birliği deneyimleyeceklerdir.

Egoizm ve karşılıklı sorumluluk arasındaki mevcut mücadelenin gittiği yer burasıdır ve iki yoldan biriyle sona erecektir: birlik ya da savaş.

“Günümüzde Doğal Afetlerin Artmasının Arkasındaki Sebep Nedir?” (Quora)

Doğal afetleri gözlemlediğimizde, belirli jeolojik ve ekolojik faktörleri anlayabiliriz, ancak bu faktörlerin arkasında ne var? Başka bir deyişle, etrafımızda algıladığımız dünyanın arkasında ne var?

“Doğa kanunları” diyebiliriz ama bu tam bir cevap vermez.

O halde doğal afetler neden başlıyor ve son zamanlarda neden artıyor?

Doğal afetler, doğa ile olan dengesizliğimizden kaynaklanır. Dünya ve evrenimiz cansız madde ve fiziksel güçlerle doluyken, niteliksel olarak konuşursak, cansız varoluş seviyesi, doğadaki en düşük niteliksel seviyedir. En yüksek niteliksel seviye, insandır.

İnsan seviyesindeki denge veya dengesizlik, doğayla olan dengemizi veya dengesizliğimizi belirler. Bu nedenle, bağlarımız ne kadar dengesiz hale gelirse (başkalarına fayda sağlamak yerine kendi çıkarımıza giderek daha fazla öncelik vererek, yani giderek daha egoist hale gelerek birbirimizle ilişki kurduğumuzda), doğal afetler gibi krizleri o kadar çok yaşarız.

Hepimizin birbirimizi etkilediği, küresel olarak birbirine bağlı, birbirine bağımlı ve kapalı bir sistemde yaşıyoruz. Sorunlarımızdan biri, karşılıklı bağımlılığımızın engin boyutunu hissedememektir. Bu nedenle, önce karşılıklı bağımlılığımızı öğrenmemiz ve karşılıklı bağımlılığımızın artan anlayışı ve hissinden, aramızda yeni davranışlar oluşturmaya başlamamız gerekiyor: dünya çapında işbirliği, karşılıklılık ve karşılıklı taviz yasaları. Bağımlılığımızın ölçüsünde uyanana kadar, bağlarımızda bizi doğa ile dengeleyecek gerekli dengeye ulaşamayız. O zaman doğal afetlerin (birkaç başka krizle birlikte) olumlu bir bağlantı kurana kadar artmaya devam etmesini bekleyebiliriz.

Yaşlı Hillel, bu tür yasalara uymanın ilk adımını formüle etti: “Senin için nefret uyandıran şeyi, arkadaşına yapma.” Başka bir deyişle, en azından diğer insanlara zarar vermemeye büyük özen gösterin. Bu koşulu yerine getirmek, birbirleri arasında işbirliği ve karşılıklılık yasalarını yürürlüğe koymanın ilk adımıdır. Dolayısıyla bu durum bizi hala birbirimizle ve doğa ile dengeye getirmezken, birbirimizi ve doğayı kötü amaçlarla sömürmemize son verir.

Böyle bir koşul kulağa ne kadar hoş gelse de, bunu hemen yerine getirmemizin mümkün olduğunu düşünmek saflık olur. Böyle bir durumu yerine getirebilmek için öncelikle bizi doğa ile dengeye getirmeye odaklanan yeni bir eğitime ihtiyacımız var. Küresel karşılıklı bağımlılığımızın hissiyatına ulaşmamız gerekiyor ve şu anda bundan çok uzağız.

Böyle bir eğitimden ne kadar çok geçersek, karşılıklı bağımlılığımızın duygusuna (özgecilik ve işbirliğini egoizm ve sömürüye göre önceliklendirmemize rehberlik etmesi gereken bir hissiyata) o kadar çok ulaşmalıyız.  O zaman bugün dünyamızda var olan sayısız sömürü biçiminden vazgeçebilirdik. Bu ilk adımdır: Başkalarına zarar vermenin bumerang olarak bize geri döndüğü ve nihayetinde kendimize zarar verdiği anlayışı. Doğal afetler, doğa ile dengeyi kuramadığımız için birbirimize verdiğimiz bu türden dolaylı zararlara bir örnektir.

“Mutluluktan Vazgeçtik Mi?” (Linkedin)

Bir öğrenci bana yeni bir raporun Koronavirüs’ün artık dünyanın 1 numaralı endişesi olmadığını iddia ettiğini söyledi. Görünüşe göre, yoksulluk ve işsizlikten daha alt seviyeye düşmüş. Rapora göre bu üçünün yanı sıra, dünya suç, eğitim, iklim değişikliği ve göç konusunda endişeli. Bana göre insanlığın kafası o kadar karışmış ve tükenmiş ki, artık hiçbir şeyle ilgilendiğini düşünmüyorum. Ve konu çok fazla sorun olması değil, ulaşılacak bir hedefin olmaması. Hedef yoksa özlem yoktur ve özlem yoksa uğruna yaşanacak hiçbir şey yoktur.

Herkesin amacının mutlu olmak olduğunu iddia edebilirsiniz ve bu elbette doğrudur. Ancak, hepimiz kendi mutluluk anlayışımıza sahip olduğumuzda ve aklımızda sadece kendi mutluluğumuz olduğunda, her birimiz kendi yolumuza gideriz ve mutsuz oluruz, tükeniriz ve sonunda mutluluktan tamamen vazgeçeriz.

Bu nedenle tanımlamamız gereken ilk şey, hayattaki en önemli şey olarak neyi gördüğümüz ve bunu nasıl elde etmek istediğimizdir. Daha sonra, hedefe ulaşmamızda bize neyin yardımcı olacağını veya engelleyeceğini belirleyebiliriz.

İlk yapmamız gereken, sayısız küresel kriz ile görüldüğü gibi, tüm dünyanın birbirine bağlı olduğunu kabul etmektir. Geri kalanımızın mutluluğunu görmezden gelen kişisel mutluluk, artık sahip olmadığımız bir ayrıcalıktır. Bu nedenle mutluluğu tüm insanların mutluluğu olarak tanımlamalı, ya da en azından bunu yapmaya çalışmalıyız. Bu tüm toplumun desteğini alacağından, mutluluğa doğru ancak bu yönde ilerlersek gerçek bir gelişim kaydedebiliriz.

Bunun bizim amacımız olması gerektiğini anladığımızda ve bunun için çalışmaya başladığımızda, bir şeyler sadece insanlar için değil, tüm gezegen için gelişecektir. Tüm insanların refahını gözetmemiz gerektiğine ikna olduysak, onların kirlilikten zarar görmediklerini, temiz su ve havaya sahip olduklarını, yeterli enerji ve sağlıklı gıdaya sahip olduklarını ve sağlıklarının, barınmalarının ve eğitimlerinin önemsendiğini görmeliyiz. Sonuç olarak, kaynak kullanımımızı dengeleyeceğiz ve herkesin iyiliğini düşünerek yalnızca gerekli olanı tüketeceğiz.

Dünya liderlerinin boş konuşmalar yapmak için atmosferi kirleten jetlerle uçtuğu düzenlemelere ve konferanslara ihtiyacımız olmayacak. Kendi mutluluğumuzun, diğer herkesin mutluluğuna bağlı olduğunun farkında olduğumuz için kendimize çeki düzen vereceğiz. Başka bir deyişle, kirliliği önlemeye ve emisyonları azaltmaya değil, karşılıklı birbirimizi düşünmeye ve birbirimizi önemsemeye odaklanırsak, sürdürülebilirliği başarır ve kendimiz için mutlu bir hayat kurarız. Günümüz dünyasında sürdürülebilirliği ve mutluluğu bulmamızın tek yolu budur.

“İnsanlığın Hedefi Refah Mıdır?” (Quora)

İnsanlığın hedefi kendi çıkarlarımıza yönelik arzularımızın başkalarına ve doğaya fayda sağlama arzularına dönüşeceği ve bunu yaparak, doğanın sevgi ve ihsan etme niteliğinin mükemmelliğine benzeyeceğimiz, birbirimizle kapsayıcı bir karşılıklı bağa ulaşmaktır. Böyle bir hedefe ulaşarak, kelimenin tam anlamıyla refaha ulaşacağız: bir cennet hissine.

Küresel Krizin Merkez Noktası

Soru: Küresel krizin henüz tespit edilmemiş ancak ciddi olarak dikkat edilmesi gerek belirtileri nelerdir?

Cevap: Küresel krizin kökü olan en merkezi nokta, kendilerini birbirinden uzaklaştıran insanlardadır. Bilgisayarlarımızın karşısında oturup çocuklar gibi oyunlar oynuyoruz ve başka hiçbir şey yapmıyoruz.

Bizi genel krizden ancak birbirimize iyi güçlerle yaklaşmanın kurtarabileceğini anlamamız lazım. Yani bu, insanların birbirlerinden uzaklaşmaları, herkesin bir çeşit koza içinde olma arzuları ve başka hiçbir şey hakkında düşünmemeleri veya endişelenmemeleri krizidir.

Soru: Neden insanlar gerçekten bir kriz olduğunu hissetmiyorlar? Hafife mi alınıyor? Örneğin, aşırı üretimdeki krizi değerlendirebilirim. Dükkâna gidip boş rafları görürüm. Oysa karşılıklı ilişkilerdeki kriz bir şekilde insandan gizlenmiştir. Arkasında ne olduğunu ya da ne kadar ciddi olduğunu anlamıyoruz.

Cevap: İnsanlar icat ettikleri “oyuncakların” tuzağına düşerler. Oyunlara olan ilgileri onları gerçek sorunlarından uzaklaştırır. Bu nedenle, bir yandan insanlık ilerliyor gibi görünse de, diğer yandan da ölüyor. Her şey bu durumun kötülüğünün farkındalığında yatmaktadır. Bu arada bizler, sadece herkesi yöneten ve kontrol edenlerin dipsiz ceplerini dolduruyoruz.

Gelecekte iyi bir şey görmüyorum. Bütün bunların neye yol açacağını insanlara açıklamamız gerekiyor. Bu, yalnızca biriktirdiğimiz ve onlara teslim ettiğimiz her şeyi denize atmak için, bizi harcayarak kendilerini nasıl zenginleştireceğimizi düşünen kendi düşmanlarımız için çalıştığımız çok acı ve uzun bir yolculuğun farkına varmak anlamına gelecektir. Kötü insan egoizmi bu şekilde işliyor.

Egoizmimizin kötülüğünü fark etmek ve bunun tek kötülük olduğunu anlamak gerekir. O zaman ondan nasıl kurtulacağımız hakkında konuşabiliriz.

“Eğitim Nedir?” (Quora)

Eğitim – yani şu anda yetenekler ve bilgi edinme ile ilgili olan eğitim değil, eğitimin doğru biçimi – bize bir eylem çizgisi ve gelecekteki bir duruma doğru bir yön veren belirli bir sosyal çevreyle olan bütünleşmemizdir.

Bir sonraki seviyemizi sosyal çevremizde görmemiz gerekir. Bir sonraki seviyemiz bizi ileriye, uyanmaya, cesaretlendirmeye, motive etmeye ve onun gibi olmamız için bize ilham vermeye teşvik eder. Sosyal bir ortamda değişim bizim için daha kolaydır.

Eğitimciler, duygularımızın ve ruh halimizin çevremize uyum sağlamamız için itici güç olduğu ve böylece toplumu oluşturan birimlerin uyumlu bir grup halinde bir araya geldiği ve bir sonraki seviyemiz olan bir sosyal atmosfer yaratmalıdır.

Uyumlu bir grup, doğası gereği egoist olan yani birbirlerinin zararına haz alma arzularından oluşan bireylerin, yeniden pozitif sosyal varlıklara dönüştüğü ve ihtiyaç duydukları her şeyi barışçıl, uyumlu ve uygun bir şekilde, ancak karşılıklı işbirliği yoluyla sağlayabilecekleri bir toplumla çevreledikleri zaman, mutlak ve karşılıklı işbirliği içinde olduklarını anlamaya başlayan bir gruptur.

Buna göre, böyle bir ortama girerek egomuza belirli bir baskı uygularız. Yani başarılı olmak ve toplumda belirli bir düzeyde saygı görmek isteriz, bu nedenle esas olarak karşılıklı işbirliğine değer veren bir topluma girersek, topluma uyum sağlamak ve toplumun saygısını kazanmak için daha işbirlikçi ve verici olmaya çalışırız. Başka bir deyişle, bencil hedeflerimizin özgecil eylemlerle tatmin edildiğini hissederiz. Sonrasında, böyle bir ortamı ne kadar besler ve ona katılırsak, bizi gerçekten mutlu ve kendine güvenen insanlar olmaya yükseltecek olan değerler, toplumda düzenli olarak desteklenir ve güçlendirilirse bizler verici, işbirlikçi ve özgecil varlıklar olmak için o kadar çok gelişeceğiz. Optimal bir eğitim formunun özü budur.

Doğayla Dengeyi Yeniden Kurmak

Cansız, bitkisel ve hayvansal doğaya müdahale etmeme söz konusu olduğunda, “Pençelerinizi doğaya kaldıramazsınız, ormanları, kuşları, hayvanları vb. yok edemezsiniz; her şey itinayla ve dikkatli bir şekilde yapılmalıdır.” deriz.

Ve konu insan doğasına gelince bu konuda zayıfız ve bu yüzden bir şekilde kendimiz ile çalışmalıyız. Ama kimse bunu istemez. Bütün sorun budur.

Kabala bilimi ekolojiden değil, genel, özellikle küresel homeostaziye zarar verdiğimiz için, bizim doğa ile dengemizi nasıl yeniden kuracağımızdan bahseder. Ve doğanın en zararlı nesnesi insandır.

Ama sadece kendini düşünen bir insan nasıl doğanın bütünsel bir parçası olabilir?

Cansız, bitkisel ve hayvansal seviyelerde, homeostaziyi, içsel kabullenmeyi ve tüm parçaların uyumunu sağlayan yasalar vardır. İnsan buna sahip değildir. Bir insanı doğa ile bilinçli bir dengeye getirmek için, onun ne olduğunu ve ona nasıl ulaşılacağını anlaması gerekir.

Başkalarıyla dengeye gelebilmek için, her insan başkalarının arzularını ve başkaları da onun arzusunu dikkate almalıdır. Buna karşılıklı garanti, karşılıklı kabullenme yasası denir.

Esasen insanlık bunu bir şekilde yapmak ister. Sonuçta, benimsediğimiz tüm yasalar, karşılıklı garanti yasasının bilgisizliğini telafi etmek istiyor gibi görünüyor, ancak bu telafi, çarpıtmalarla birlikte zayıf ve tek taraflıdır.

Gerçek şu ki, bu yasanın uygulanması, insanlığa ve doğanın diğer tüm alt katmanlarına -cansız, bitkisel ve hayvansal- tam bir denge sağlayacaktır. Bizler buna ulaşmalıyız.

Üstelik, bunu başarmaya başladığımızda, doğal değişim yasalarını keşfedeceğiz. Ve o zaman her şeyde büyük atılımlar yapabileceğiz çünkü her seviyedeki insanlar  (eşler, ebeveynler ve çocuklar, patronlar ve astlar, kendi aralarında astlar, kendi aralarında patronlar vb.) arasındaki ilişkiyi nasıl düzgün bir şekilde organize edeceğimizi anlayacağız.

Doğaya uygun olarak bu ilişkilerin nasıl kurulacağını net bir şekilde algılayabilir olacağız.