Category Archives: Dünya

“Zehire Saygı” (Linkedin)

Son zamanlarda dünyada pek çok toksik olay yaşanıyor: Aşırı hava olayları, yoğunlaşan siyasi gerilimler, yükselen enflasyon, devrimler ve darbeler, her geçen gün yeni zorlamalardan bahsetmiyorum bile. Ülkeler dağılırken ve uluslar çökerken, toplumun temeli olan ilişkiler de artık geçerliliğini yitiriyor, hatta aile yapısı bile yok oluyor. Görünüşe göre insanlar birbirlerine kinle davranıyor ve birbirlerini zehirliyorlar.

Halbuki, zehirin zararlı olması gerekmez. Tıbbın sembolünde bir asanın etrafına dolanmış iki yılan bulunmasının iyi bir nedeni vardır. Bilgece kullanıldığında zehrin kendisi ilaç, zehrin panzehiri haline gelir.

Zehri doğru işleyerek ilaca dönüştürebiliriz. Miktarı ayarlamamız ve yalnızca vücudun tolere edebileceği kadar vermemiz gerekiyor ve sonuç olarak güçleniyoruz.

Bu nedenle, insanlar arasında zehir ortaya çıktığında telaşlanmamalıyız. Doğru işlemeli ve onu bir ilaca çevirmeliyiz. İnsanlar arasındaki zehir olmasaydı, toplumumuzun hasta olduğunu ve dikkatimize ihtiyacı olduğunu bilmeyecektik. Artık bunun farkında olduğumuza göre, zehiri her seferinde bir damla alıp kendimizi ve toplumumuzu iyileştirmek için kullanmaya başlayabiliriz.

Her damla zehir, birbirimize duyduğumuz nefret damlasıdır. Bunu fark ettiğimizde ve toplum için zehirli olduğunu kabul ettiğimizde, aramızdaki karşılıklı ilgi bağlarını güçlendirerek onun üstüne çıkabiliriz. Bu şekilde zehir bizi hasta etmekten çok, daha güçlü yapar.

İnsan egosu içimizdeki yılandır. Sürekli büyüyor, giderek daha kurnaz ve sinsi hale geliyor. Bize başkaları hakkında aşıladığı kötü düşünceler, ilaca dönüştürmemiz gereken zehirdir. Küçük dozlarda alırız ve nefretimizin üzerine başkalarıyla yakınlık kurarız.

Bu nedenle, zehrin amacının aramızda sevgi inşa etmek olduğunu anlarız. Düşmanlık olmadan, ilişkilerimizi güçlendirmeye, derinleştirmeye ve sevgiye dönüşene kadar sıkılaştırmaya ihtiyacımız olmazdı.

Bir annenin çocuğuna olan sevgisi doğaldır, ancak aileden olmayan insanlara karşı böyle hissetmiyoruz. Bu nedenle, bu duyguyu geliştirmenin yolu, ona olan ihtiyacı hissetmek, yakınlık ve sevgi inşa etmeye çalışmamızı sağlayacak bir itici güç yaratmaktır. Bizi, sevgiyi geliştirmek için çalışmaya itecek tek teşvik, karşılıklı hoşnutsuzluğumuzun açığa çıkmasıdır. Bu yüzden zehir sevgi inşa etmek için gereklidir, ilaç olmasının nedeni budur.

Gerçekten de, bencilliğimizin zehrine ve başkalarına karşı nefretimize saygı göstermeliyiz. Ancak ona saygı duyarken, onu aramızda beliren her bir damla egonun üzerine bir sevgi katmanı inşa etmek için kullanmalıyız.

“Bir Canlı Türü Olarak İnsanlar İçin Şu Anda En Büyük Tek Sorun Nedir?” (Quora)

Hayata, doğaya ve diğer her şeye karşı tutumumuzun ilk temeli, başkalarının ve doğanın pahasına haz alma arzusu olan egomuzdur.

Bu nedenle en önemli sorunumuz, olumlu ilişkiler geliştirmenin önüne koyduğumuz kişisel kazanç için sömürme arzumuzdur.

Herkesi kontrol etmek, yok etmek ve sonra bir köşeye atmak isteyerek devam edemeyiz.

Gezegenimizi böylesi bir tavırla tüketiyoruz ve kişisel, sosyal, ekonomik, ekolojik ve küresel ölçekte tüm sorunlarımızın ve krizlerimizin temelinde bu yatıyor.

Dünyamızdan başka hiçbir şeyimiz yok. O halde, Ay’da, Mars’ta veya başka bir yerde yaşayacağımızı düşünerek kendimizi kandırmayalım. Bu olmayacak. Hayatta kalmamız için uygun değiller ve dahası, onları bir şekilde doldurmayı başarsak bile, orada ne yapardık? Kendimize ve gezegenimize yıkım getirdiğimiz gibi kendimizi ve o yerleri aynı şekilde yok ederdik.

Bu nedenle, sadece birbirimize ve doğaya karşı tutumumuzu düzeltmemiz, egoist doğamızın emirlerini takip ederek kendimize yıkım getirdiğimizi görmemiz ve sonra toplumda karşılıklı saygı davranışlarıyla olumlu bir şekilde nasıl bağ kuracağımızı araştırmamız gerekiyor. Toplumun her yerinde birbirimize ve doğaya karşı olumlu tutumlar geliştirmeyle ne kadar çok meşgul olursak, doğada bulunan olumlu güçleri hayatımıza girmesi için o kadar çok harekete geçiririz, bu da bizim egomuza zıt olan, başkalarının ve doğanın yararına düşünmemize ve bunu istememize izin vermeye başlar ve o zaman yeni, uyumlu ve barışçıl bir dünyaya büyük bir olumlu geçiş görürüz.

Acı Çekmemizin Anlamı Nedir?

News’da (Pew Araştırma Merkezi, “Hayatı Anlamlı Kılan Nedir? 17 Gelişmiş Ekonomiden Görüşler”):

Aile ve çocuklar — %38

Meslek ve kariyer—%25

Maddi refah—%19

Arkadaşlar ve topluluk—%18

Fiziksel ve zihinsel sağlık—%17

Toplum ve kurumlar—%14

Özgürlük ve bağımsızlık—%12

Hobiler ve eğlence—%10

Eğitim ve öğrenim—%5

Doğa ve açık hava—%5

Romantik partner—4%

Hizmet ve etkileşim—%3

Seyahat ve yeni deneyimler—%3

Emeklilik—%2

Maneviyat, inanç ve din—%2

Evcil hayvanlar—%1

ABD dışında, din hiçbir zaman konu edilen ilk 10 anlam kaynağından biri değildir – ve Amerikan olmayan herhangi bir halkın %5’inden fazlası bundan bahsetmez. Bununla birlikte, ABD’de, %15’i bir anlam kaynağı olarak din veya Tanrı’dan bahsederek, onu en çok bahsedilen beşinci konu haline getiriyor.

Soru: Hayatın yüce anlamı ne zaman en azından dördüncü, üçüncü veya ikinci sıraya yükselecek?

Cevap: Eğer bir şey değişirse, ancak çok akut olayların etkisi altında değişecektir.

Soru: Kliplerinizde bir üst güçten, Yaradan’dan, iyilikten, doğadan, insanları birbirine bağlamaktan, iyi ilişkilerden bahsettiğinizde, bundan beklentiniz nedir?

Cevap: Acıya güveniyorum, biz (eylemlerimizle, yaşam tarzımızla) öyle bir acıya yol açacağız ki ondan öylece yüz çeviremeyeceğiz ve acı çekmenin anlamı hakkında veya başka bir deyişle hayatın anlamı hakkında düşünmemizi sağlayacak çünkü hayat acıyla dolu olacak.

O zaman yaşamalı mıyız, acı çekmeli miyiz, her şeyin mantıklı olup olmadığını ve kendimizle ne yapmamız gerektiğini düşünmeye başlayacağız. Ve sonra ciddi sorular sormaya ve cevaplamaya çalışacağız.

Hayatımızın yanlış olduğu sonucuna varacağız ve herkesin kendini iyi hissetmesi için doğru yaşam tarzını bulmalıyız ki hayatın kendisi bitmesin, aksine en yüksek sonucuna varsın. Bu başka bir hikayedir. Ama insanlar dinlemeye başlayacaklar.

Yorum: Yani hayatın sonunda yok olmazsın, tam tersine…

Cevabım: Hayır, elbette yok olmazsınız! Bu yaşam boyunca gelişimin bir sonraki aşamasına geçersiniz; yani hayvan seviyesinden İnsan, Adem seviyesine yükselirsiniz.

Soru: Bu bir insanı neden cezbetmez?

Cevap: Bu tamamen farklı bir edinim seviyesindedir. Bu tamamen farklı duygular ve akıl gerektirir. Ve ne beynimiz ne de kalbimiz bunun için çalışmaz.

Yorum: Ama içsel huzurumuz için bile, yok olmaktansa çiçek açmamız iyi.

Cevabım: Kulağa hoş geliyor, ama daha fazlası yok. Bu dinle, belki biraz felsefeyle değiştirilmiştir. Ama zamanımızda, her şey televizyon, seyahat ve diğer şeyler gibi, bugün bir insanın sahip olmadıklarıyla doluyken, buna ihtiyacı yoktur.

Soru: Ama öyle ya da böyle, siz ne derseniz deyin eğer insanlar ıztırap çekmek zorundaysa, o zaman bütün bu program, tüm bu eğlence programı insanlık üzerinde neden başlatıldı?

Cevap: Doğamızın kötülüğünü ve neye yol açtığını anlamak için, böylece doğamıza karşı gelebiliriz.

“Yaşamak Ya Da Yaşamamak, İşte Bütün Mesele Bu” (Linkedin)

William Shakespeare’in Hamlet oyununun “rahibe manastırı sahnesi” adlı bölümünde,  Prens Hamlet, “Olmak ya da olmamak, işte bütün mesele bu” diye düşündü. Her yıl dünya çapında yaklaşık 800.000 kişi bu soruya olumsuz yanıt veriyor ve canına kıyıyor. Daha da kötüsü, intihar gençler arasında önde gelen ölüm nedenlerinden biridir. İnsanlar, özellikle de gençler neden kendi canlarını alıyorlar? Onların yaşama isteklerini güçlendirmek mümkün müdür?

Talmud’un yazarları şöyle yazdı: “İki buçuk yıl boyunca Shammai Evi ve Hillel Evi tartışmalıydı. Bir taraf, ‘İnsanın doğmaması, doğmasından daha iyidir’ derken, diğer taraf, ‘İnsanın doğması, doğmamasından daha iyidir’ dedi. Ve onlar şu sonuca vardılar, ‘İnsan için doğmamak, doğmaktan daha iyidir, ama şimdi doğduğuna göre, eylemlerine baksın’”(Eruvin 13b). Gerçekten de, bir uzaylı Dünya’ya inip bize baksaydı, muhtemelen şöyle derdi: “Zavallı insanlar birbiriyle çarpışıyor, alay ediyor, aşağılıyor ve birbirlerinin hayatlarını mahvetmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Bu kadar depresif olmalarına şaşmamalı. Doğa neden böyle sefil varlıklar yarattı ki?”

İntihar, insanları her şeyi sona erdirmeye karar verdikleri noktaya kadar etkileyen bir dizi sorunun en aşırı sonucudur. Ancak bu problemler üstesinden gelinemeyecek kadar fazla hale gelmeden önce bile, hayatın anlamını sorgulamamıza neden oluyor. Ne de olsa, hayat sadece çileler yoluyla hayatta kalmaktan ibaret ise, o zaman gerçekten doğmamak doğmaktan daha iyidir.

Mesele şu ki, yaşam hakkında veya bilgelerin “eylemlerimize bakın” diye yazdığı gibi, sorular sormaya başladığımızda, büyümeye başlarız. Acı, bizi hayal bile edemeyeceğimiz dünyalara yükselten manevi gelişime yol açar ve acı tarafından zorlanmasaydık onları aramazdık.

Bu yeni dünyaların anahtarı, insanlar arasında olumlu bağların kurulmasında, şimdiye kadar içtenlikle beslediğimiz yabancılaşma ve narsisizm zihniyetinden çıkıp, başkalarına sempati duyduğumuzda kaybetmekten çok kazandığımızı anlamakta yatar. Yeni bakış açıları ve yeni fikirler, yeni bilgelik ve bilgi ve yeni arkadaşlar kazanırız. Başkalarına karşı tutumumuzu değiştirerek, dünyamızı değiştiririz.

Üstelik kiminle bağ kuracağımızı seçerek, her yeni tanıdıkla dünyamızı şekillendirir ve yeniden düzenleriz. Bu yolla, hiçbir dünya yaşamak için çok zor olmaz, çünkü her zaman bağ kurduğumuz insanları değiştirebiliriz ve bunu yaparken dünyamızı değiştirebiliriz. Ayrıca, yaşamımız boyunca kurabileceğimizden daha fazla bağ kurabileceğimiz için, kazanabileceğimiz içgörü ve bilgilerin sonu yoktur.

Ve hepsinden iyisi, diğer insanlarla bağ kurduğumuzda, zaten bağlantılı olan ve biz insanlar onu bozmasaydık mükemmel bir uyum içinde çalışacak olan, çevremizdeki gerçekliğe uyum sağlarız. Birbirimizi baskı altına almak ve ezmek yerine, desteklemeyi ve beslemeyi amaçlayan pozitif bağlar geliştirdikçe, gerçeklik algımızı daha da genişletiriz. Şimdiye kadar bildiğimiz gerçekliğin, daha derin ve daha geniş bir algıya doğru sadece bir “koridor” olduğunu görürüz.

İnsanların kendi canlarını almamalarını istiyorsak, onlara yaşamaları için bir sebep vermeliyiz. İnsanlar hayatın ne için olduğunu anladıklarında, hayatın imtihanlarından ve sıkıntılarından geçmek için bir amaçları olacak. Nietzsche’nin dediği gibi, “Yaşamak için bir nedeni olan kişi, neredeyse her sıkıntıya katlanabilir.”

Bu nedenle, bugünkü görevimiz, dünyamızı yeniden şekillendirmek için bağlarımızı yeniden şekillendirmektir. Dünya, başkalarına karşı tutumumuzu yansıtır. Başkalarına karşı tutumumuzu, tacizci ve saldırgan halden,  düşünceli ve sevecen hale birlikte getirirsek, hepimizin hayatı da kaybedilen bir savaştan, yumuşak ve keyifli bir sürüşe dönüşecektir. Bu, gerçekten bize bağlıdır.

“Ortak Kaynakların Trajedisi Bizim Gerçekliğimizdir” (Linkedin)

“Ortak kaynakların trajedisi” en azından akademide yaygın olarak bilinen bir terimdir. “Ortak” terimi, hava gibi herkesin ücretsiz olarak kullanabileceği bir kaynağı tanımlar. Harvard Hukuk Okulu’nda Hukuk Profesörü Lawrence Lessig  şöyle açıklar; trajedi şudur ki, sınırlı miktarda ortak kaynak olduğunda, insanlar kendi çıkarları için çalıştıkları için bunun üzerindeki rekabet onun tükenmesine neden olur, oysa düşünceli olsalar herkes yeteri kadar sahip olur.

Yakın zamana kadar, atmosfere istediğimiz kadar gazı sonuçları olmayacakmış gibi yayabileceğimizi düşündük. Sonuç olarak, Dünya’nın tüm atmosferini kirlettik. Okyanusları süresiz olarak çöpe atabileceğimizi düşündük ama Dünya’nın tüm okyanuslarını kirlettik. Dünya’nın tatlı su rezervlerini tükettik, topraklarını kirlettik ve tüm gezegenimizi zar zor yaşanabilir bir yere dönüştürdük. Dünya çapında bir ortak kaynak trajedisini kendimize yaşattık ve şimdi bunun bedelini ödüyoruz. Son çaremiz davranışlarımızı değiştirmek için ortak bir çabadır, ancak davranışlarımızı değiştirmek için varlığımızın en temelinden kendimizi değiştirmek zorunda kalacağız.

Ekolojist Garrett Hardin, kamusal mülkiyet trajedisi kavramını “Ortak Kaynaklar Trajedisi: Nüfus sorununun teknik bir çözümü yoktur; bu, ahlakta temel bir gelişme gerektirir.” adlı makalesiyle popülerleştirdi. Lessig, Fikirlerin Geleceği adlı kitabında Hardin’in şu açıklamasını aktarıyor: “’Herkese açık bir mera hayal edin,’ ve o merada dolaşan ‘çobanların’ beklenen davranışlarını düşünün diye yazıyor Hardin. Her çoban, sürüsüne bir hayvan daha ekleyip eklemeyeceğine karar vermelidir. Hardin şöyle yazıyor: Bunu yapmaya karar verirken, çoban bir hayvanın daha faydasını görür ama merada bir tane daha tüketen inek olduğu için herkes zarara uğrar. Ve bu sorunu tanımlar: Başka bir hayvan eklemenin maliyeti ne olursa olsun, bu başkalarının katlandığı maliyetlerdir. Bununla birlikte, faydaları tek bir çobana yarar sağlar. Bu nedenle, her çoban, bir bütün olarak meranın taşıyabileceğinden daha fazla sığır eklemek için bir dürtüye sahiptir… İşte trajedi budur. Her insan, sınırlı bir dünyada, sürüsünü sınırsız olarak arttırmaya zorlayan bir sisteme kilitlenir. Yıkım, ortak kaynak özgürlüğüne inanan bir toplumda, her biri kendi çıkarlarının peşinde koşan tüm insanların koştuğu hedeftir.  Ortak kaynaklarda özgürlük herkese yıkım getirir.”

Ancak Hardin, makalesinde şu sonuca varıyor: “Eğitim, yanlış şeyi yapma doğal eğilimine karşı koyabilir, ancak nesillerin amansız ardıllığı, bu bilginin temelinin sürekli olarak yenilenmesini gerektirir.”

Hardin, makalesini 1968’de, insanlığın pervasız davranışının bedelinin farkına varmanın emekleme dönemindeyken yazdı.  O zamandan beri hiçbir ders almadık. Eğitimimizi yenilemedik, hiç başlamadık bile.

Biz tam tersine inanmak istesek de, dünyanın bedava kaynakları sınırlıdır. ABD’deki ilk beyaz yerleşimcilerle ilgili olarak Hardin, “ortak kaynakları bir çöplük gibi kullanmak, sınır koşulları altında halka zarar vermez çünkü halk yoktur” diye yazıyor. Ancak “bir metropolde aynı davranış tahammül edilemez”

Artık Dünya’nın temiz havasını, tatlı su havuzunu ve besin kaynaklarını tükettiğimize göre kıtlık etkisini göstermeye başlıyor. Alegorik olarak, sahibi yokmuş gibi görünen bir dükkandan borç alıyorduk ama yanıldık ve şimdi sahibi borcu topluyor.

Ancak, ortaya çıkan tüketim felaketini önleyebiliriz. Eğer (nihayetinde) uygulamaya çok ihtiyaç duyduğumuz öz eğitimi uygularsak, herkes için bol miktarda yiyecek, temiz hava ve tatlı su olduğunu göreceğiz. Zaten tükettiğimizden çok daha fazlasını üretiyoruz. Karşılıklı sorumluluk duygusuna sahip olsaydık ve ürünler gerçekten onlara ihtiyacı olan insanlara gitseydi, üretimi o kadar dramatik bir şekilde azaltırdık ki, emisyon kotaları ve diğer sınırlamalar hakkında endişelenmezdik.

Sorunumuzun kökü, Dünya’yı tüketmemiz değil, birbirimizi yok etmeye ya da en azından kontrol etmeye çalışmamızdır. Sonuç olarak, tüm doğaya ve kendimize varoluşsal bir trajedi yaşatıyoruz.

Çalışma şeklimizi, ancak motivasyonumuzu başkalarını yok etmekten, onları geliştirmeye dönüştürürsek değiştirebiliriz. Sadece gelişen bir sosyal ortamda çiçek açabileceğimizi fark ettiğimizde, başkaları hakkında yapıcı ve toplum yanlısı yollarla düşünmeye başlayacağız ve sonra dünyamızı dönüştüreceğiz.

Bu nedenle bugün, hepimizin birbirimize her şekilde bağımlı olduğumuz gerçeğini yerleştirmeye yönelik bir eğitim süreci, depresyondan ormansızlaşmaya kadar her sorunu azaltmayı amaçlayan her bir programın en temel bileşeni, temel taşı olmalıdır.

“Zaman Var Mı?” (Quora)

Zaman kendi başına mevcut değildir. Tek bir durumda varız ve içinde bulunduğumuz tek, bütünsel ve mükemmel durumu giderek daha fazla keşfetmeye yönelik gelişme sürecimizle ilişkili olarak zamanın akışını hissediyoruz.

Kendimizi bilinçsiz hale gelen ve bilinçsiz bir durumdan yavaş yavaş bilincini kazanan bir kişi gibi düşünebiliriz. Belli noktalarda, bir hastane odasında, giren çıkanlar, hemşireler ve doktorlarla birlikte olduğunu görmeye ve anlamaya başlar ve çeşitli sesler duymaya başlar.

Öyle bir insana, gördüğü her şey önceden yokmuş gibi gelir ama aslında her zaman oradaydılar. Böylece kendine göre yeni bir şeyin ortaya çıkma sürecini zamanın geçişi olarak algılar.

Dahası, içinde bulunduğumuz tek duruma uyanma süreci, içimizdeki arzuların büyümesi meselesidir. Arzularımız arttığında ve gitgide daha geniş çemberleri algılamak istemeye başladığında, bu içsel değişim algılama kapasitemizi genişletir ve algıda yaşadığımız değişimler bize zaman hissini verir.

“Her Şey Derinin Ötesine Geçtiğinde Ne Olur?” (Linkedin)

Kişiyi derisinin ötesinde göremedikçe, o kişiyi görmezsiniz. İnsanların kim olduğu hakkında endişelenmek yerine, birbirleri hakkında ne hissettiklerini düşünmeleri gerekir.

Günümüz Amerikan toplumuna ve insanların zihnine yerleştirmeye çalıştığı fikirlere baktığınızda, bunda ciddi bir terslik olduğunu anlıyorsunuz. “Liberalizm” adı altında, kişi herhangi bir tıbbi müdahale bile olmadan, “içinde nasıl hissettiğine” göre kendi cinsel kimliği belirleyebilir ve ASÖB’e (Amerikan Sivil Özgürlükler Birliği) göre, “kamuya hizmet eden devlet kurumları, sizi cinsel kimliğinize uyan tuvalet veya cinsiyete göre ayrılmış diğer tesisleri kullanmaktan alıkoyamaz veya bir tuvaleti veya cinsiyete göre ayrılmış başka bir tesisi kullanmak için cinsiyetinizi kanıtlamak için kimlik sağlamanızı isteyemez”, işler böyle doğru yürümez. Bu basitçe doğal değildir.

Ancak Amerikan toplumunu rahatsız eden sadece cinsel kimlik sorunları değil. Kimlik siyaseti ile ilgili saplantılı meşguliyet, insanların kalplerinde ve zihinlerinde onları yerleştirdiğimiz kategorilerin ardındaki insanları gerçekten görmelerine yer vermiyor.

İnsanların derisi ve kimliğiyle meşguliyet çok uzun zaman önce başladı, ancak son on yılda oldukça hızlandı. Egonun yoğunlaşmasıyla birlikte, toplumun çeşitli çarpıtmaları sağduyuyu ele geçirdi. Örneğin, transseksüellerin kadın sporlarına katılımını ele alalım. Transseksüel hakları adına kadın hakları ezilmekte ve çiğnenmektedir. Bunun nasıl iyi sonuçlanabileceğini kestiremiyorum.

Bu durumu iyileştirecek sihirli bir formülüm yok, ama bana öyle geliyor ki Amerika’nın sorunlarından biri, kelimenin gerçek anlamıyla olmasa da, hiçbir zaman bir devrim yaşamamış olması. 1917 Rusya’sındaki Bolşevik Devrimi gibi bir devrimden bahsetmiyorum. O günlerde, Ruslar bir devrim için tamamen hazırlıksızdı ve sonuçlar dolayısıyla berbattı.

Aksine, bir devrimden söz ettiğimde, tüm ulusun yaşadığı ideolojik bir dönüşümü kastediyorum. Örneğin Fransız Devrimi’ni ya da çeşitli biçimlerde İngiltere ya da Almanya’da gerçekleşen benzer süreçleri ele alın ve ne demek istediğimi anlayacaksınız.

Derinin ötesine geçemedikçe, size insanların ten rengine takıntıdan başka bir şey kalmaz. Bu tutum daha sonra insanların yaşamlarının her alanına yayılır. Başkalarıyla bağ kurmayı düşünmek yerine, başkaları üzerindeki güce odaklanırlar, bu da onları zenginlik ve güç üzerinde takıntı haline getirir. İşte bu yüzden Amerika’nın Tanrısı dolardır.

Büyümek için, insanların kalpleri özüne kadar sarsılmalıdır. Değerlerine meydan okunmalı ve doğru olduğunu düşündükleri her şeyi yeniden düşünmelidirler. Değişiklikler korkutucu olabilir, ancak olgunlaşmanın ayrılmaz bir parçasıdır.

İnsanlar gerçeği birden fazla açıdan görmeyi öğrendiklerinde, hayata ve özellikle de diğer insanlara karşı daha ciddi ve ılımlı bir tutum geliştirirler. Aksi takdirde, dünya görüşleri değişmeden kalır, tartışmasız kalır ve yüzeysel (ve bölücü) etiketlerden veya güç kazanmak için servet biriktirmekten başka bir şey düşünemezler, ihtiyaçların sağlanmasının ötesinde, daha fazla paranın onları daha mutlu etmeyeceğini fark etmezler.

Sonuçta, aşırı güç insanları yalnızlaştırır ve yalnızlık insanları mutsuz eder. Bu, hayatın amacı olan mutlu olmak ile çelişir.

Bu nedenle, Amerika’nın temellere dönme zamanının geldiğini düşünüyorum. İnsanlar oldukları gibi olmalılar çünkü oldukları gibi iyiler. Kim oldukları hakkında endişelenmek yerine, birbirleri hakkında ne hissettiklerini düşünmeleri gerekir.

Dünya İyi Bir Şekilde Gelişebilir Mi?

Şüphesiz, dünyadaki her şey, sadece amaca doğru ilerleme uğruna olur. Kuşkusuz tüm bu pandemiler ve virüsler, bizleri bu amacı gerçekleştirmeye zorlamak için dünyamıza gelmektedir.

Ve şüphesiz, hareketi, hedefi ve hızlanmayı seçersek, bu hedefe doğru iyi bir şekilde ilerleyebiliriz. Arkamızdan bize çarpmaya hazır olarak gelen sopadan daha hızlı hareket edersek, hızla ilerliyoruz demektir.

Bunu yapabilmek için daha hızlı bağ kurmalı ve aramızdaki manevi duruma daha hızlı hakim olmalı ve böylece onun içindeki Yaradan’ı ifşa etmeliyiz. İnsanlık, birbiriyle bağlı ve birbirine tam bağımlı olduğunu açığa çıkaran modern topluma dönüşene kadar, gelişiminde farklı aşamalardan geçmiştir.

Zamanımızda, bu karşılıklı bağımlılık kendisini çok net ve katı bir şekilde göstermeye devam edecek; birbirimiz olmadan var olamayacağımızı göreceğiz. Bir yerde yeteri kadar petrol ve gaz yok, diğerinde yeterince ekmek yok, üçüncüde elektrik yok vs. Her şey öyle bir şekilde ortaya çıkacak ki, tek bir insan bile başkaları olmadan yaşayamaz.

Baal HaSulam aslında tüm dünyaya ihtiyacımız olduğunu yazıyor. Bu nedenle, önümüzde ilginç keşifler var. İleriye doğru adımlarımızın daha hızlı, daha iyi ve acısız olması için dünyaya birbirimizle ne kadar bağlı olduğumuzu açıklamamız gerekiyor.

“İş Karşıtı Hareket Amaçlı Olmalı” (Linkedin)

2013’te başlayan iş karşıtı hareket, geçtiğimiz yıl ivme kazandı. Geçen yıl, 700.000 kişiden 1.6 milyona yükseldi. Ancak sloganı, “Sadece zenginler için değil, herkes için işsizlik!” daha iyi bir dünya ya da daha mutlu insanlar yaratmayacak.

İnsanların mutlu olduğu bir dünya yaratmak için toplumumuzdaki işin değerini yeniden düşünmemiz gerekiyor. Mutlu olmak için hayatta bir amaca ihtiyacımız var. Çalışmak, bir amaç için araç olabilir, ancak amacın kendisi olmamalıdır. Benlik değeri duygumuzda belirleyici faktörler olarak işlere veya kariyerlere değil, amaca odaklanırsak, yaşamlarımız daha dengeli, çok daha mutlu olacak ve bizler, ailelerimiz, toplumlarımız ve çevre bundan fayda sağlayacaktır.

Birkaç yıl öncesine kadar, kişinin sosyal statüsünü belirlemede baskın unsur kişinin işiydi. İş unvanınızın değeri kadar değerliydiniz. Son yıllarda bir değişim oldu. İnsanlar, o iş son derece iyi ödese bile, bir iş unvanının sizi mutlu edeceği yanılsamasından uzaklaşıyorlar.

Para yardımcı olur ama bir yere kadar. İhtiyaçlarımızı karşılamanın ve geleceğimizi makul ölçüde güvence altına almanın ötesinde, zamanımızı ve emeğimizi servetten çok hayatlarımızda değer yaratmaya ayırmalıyız. Daha fazla zenginlik yaratmak için herhangi bir ek zaman veya çaba mutluluğumuzu artırmaz. Aslında, çoğu zaman onu azaltacaktır.

Sevdiğimiz insanlarla birlikte olarak ve sevdiğimiz şeyleri yaparak değer yaratırız. Bu ikisi işimizle pekâlâ bağlantılı olabilir, ancak bu durumda iş odak noktası değil, yaptığımız işten ve çevremizdeki insanlardan keyif almamızdır.

İşimiz, bizim hayatımız, hayalimiz olmasa bile, işte çalışmaya devam etmeyi değerli kılacak böyle ilişkiler kurmamız gerekiyor. İşyerime karşı olumsuz hislerim varsa, orada olmaktan nefret edeceğim. Bu nedenle, iş arkadaşlarının sadece birbirlerini tanımaları değil, aynı zamanda birbirleri için karşılıklı düşünce ve ilgi geliştirmeleri de hayati önem taşımaktadır. Tek düşündüğüm ne zaman eve gidebileceğimse (ya da evden çalışıyorsam dizüstü bilgisayarımı ne zaman kapatacağımsa), o zaman çalışırken acı çekeceğim. Ancak, hepimizin yani çalışanların ortak hedefimize nasıl ulaşabileceğimizi düşünürsem, o zaman işimin bir amacı olacak ve bu amaç kişisel değil, toplumsal olacaktır. Bu durumda insanlar çalışma saatlerine ve kişisel görevlerine değil birbirlerine odaklanacak ve işlerinden memnun ve doyumlu hissedeceklerdir.

Bu, bugün çalışmayı düşündüğümüzden çok farklı, ancak dünyanın gittiği yer orası. Her şeyin bağlantılı olduğunu zaten biliyoruz. Bilgisayarlarımız dünyanın her yerine bağlı, hatta telefonlarımız bile dünyanın her yerine bağlı. Giysilerimiz, arabalarımız ve hatta bizi hasta eden virüsler gibi yiyeceklerimiz de dünyanın her yerinden geliyor.

Her şey birbirine bağlıdır. Bir boşlukta yaşıyormuş gibi davranırsak kendimize sahte bir kopukluk empoze eder ve kendimizi hayattan koparırız. Bu bizi mutlu edemez. Mutlu olmak için, birbirimizin ayağına basmak gibi mevcut hakim zihniyet yerine, birbirimizi desteklediğimiz olumlu bir şekilde bağ kurmamız gerekiyor.

Bu, başlamış olduğumuz bir eğitim sürecidir. Ben merkezli zihniyetimizi değiştirmek konusunda isteksiz olduğumuz için doğa, Koronavirüsü kullanarak bize kolektif düşünceyi empoze etti. Süreci kendi elimize alırsak doğadan zorunlu “derslere” ihtiyacımız kalmayacaktır.

İhtiyacımız kadar çalıştığımız, geri kalan zamanımızı sosyalleşmeye ve kendimizi geliştirmeye ayırdığımız dengeli bir iş dünyası, bizleri daha mutlu ve dingin yapmanın yanı sıra çevremize de fayda sağlayacaktır. Şu anda rakiplerimizi geride bırakmak ve şirket hissedarlarına iyi raporlar sunmak için her şeyi fazla fazla üretiyoruz. Sadece gerçekten ihtiyacımız olanı yaratsaydık, dünyamızın sınırlı kaynaklarını tüketmez, havayı, suyu ve toprağı kirletmez, kendi geleceğimizi ve çocuklarımızın geleceğini tehlikeye atmazdık.

Eğitim kulağa korkutucu bir kelime gibi gelebilir, ancak bu temel olarak tercihlerimizi değiştirmekle ilgilidir. İş karşıtı hareketin gösterdiği gibi, değerlerimiz ve tercihlerimiz zaten değişiyor, ancak acı çekerek değişmeleri için hiçbir neden yok. Kendimize karşılıklı bağımlılığımızı ve birbirimize mutlu olmamıza nasıl yardımcı olabileceğimizi öğretirsek, bunu gönüllü olarak seçeceğiz çünkü bu daha iyi bir hayatı seçmek olacak ve hepimizin daha iyi bir hayat istediğimize inanıyorum.

Küresel Bağımlılığın Kısır Döngüsünde

Yaradan, her birimizin çevresine bağımlılığını yarattı. İnsanlığın evriminde bile insanların nasıl yavaş yavaş birleştiklerini ve birbirlerine bağımlı hissettiklerini görüyoruz. Fetihler yoluyla, birbirleri arasındaki olumsuz ilişkiler yoluyla olabilir, ancak insanlar giderek daha fazla kültürel, bilimsel olarak birleşmeye başlıyorlar.

Günümüzde turizmin kazandığı öneme bir bakın. İnsanların içindeki bu bir yere gitme arzusu nereden geliyor? Bu yüz yıl öncesine kadar böyle değildi. İnsanların böyle arzuları yoktu. Ama içimizde yavaş yavaş gelişiyorlar.

Yaradan neden insanın, küçük çevresinden, evinden, ailesinden, şehrinden, ülkesinden başlayarak, tüm gezegeni, tüm insanlığı hissettiğim ve prensip olarak onlara bağımlı olduğumu anladığım devasa bir çevreye bağımlılığı yarattı?

Özellikle son zamanlarda bunu hissetmeye başlıyoruz. Petrol ve gaz kaynaklarına, bir yerde ne tür bir hasat olacağına vb. bağlıyız. Sonra tüm gezegene bağımlılık hissedeceğimiz şekilde hareket edeceğiz.

Ve bu bizi birbirimizle iyi ilişkiler kurma ihtiyacına götürecektir. Aramızdaki bağımlılığı ortadan kaldıramayacağız ama onu olumsuzdan olumluya çevirmek zorunda kalacağız. Ve o zaman tüm salgın hastalıklardan, bize zarar veren tüm sorunlardan ve virüslerden — her şeyden kurtulacağız.

Sonuç olarak, milyarlarca insana ihtiyacımız olacak noktaya geleceğiz ve tüm bunlar aslında benim kişisel ruhumun, sizin kişisel ruhunuzun, onun kişisel ruhunun ve ortak ruhumuzun yapısıdır çünkü o herkes için birdir.