Category Archives: Toplum

“Tüm Çalışanlar Nereye Gitti?” (Linkedin)

Gittikçe daha fazla insan aşılandıkça, birçok ülkede ekonomiler yeniden açılıyor olsa da, iş piyasasının önemli bir kısmı hala yeniden başlama mücadelesi veriyor: çalışanlar. Müşteriler orada; işletmeler açık, işverenler işe alım yapıyor, ancak çalışanlar evde kalmaktan rahat görünüyor. Bazı ülkelerde ve bazı mesleklerde durum o kadar vahim ki iş başvurusunda bulunanlar, potansiyel işverenlerle tam tersi bir şekilde mülakata giriyorlar. İşverenlerin başvuru sahiplerine sırf iş görüşmesine gelmeleri için para ödediği tuhaf durumlar bile var!

Covid-19 yeni başladığında, insanlık pandeminin diğer ucundan çıktığında, farklı bir insanlık olacağını yazmıştım. Bunun ortaya çıktığını görüyor gibiyiz. Bazıları, insanların Covid yardımı olarak çok fazla para aldığını söylüyor ama bence bu konu bundan çok daha derine iniyor: İnsanlar, sadece çalışmak istemiyor. İşlerinin bir tür kölelik olduğunun farkına vardılar ve vazgeçtiler. Olan şey budur.

Bence bunun olması herkes için daha iyi. Daha az kirlilik, insanların, hayvanların ve doğal kaynakların daha az sömürülmesi var ve milyarlarca dolar biriktirmeye devam etmek isteyen kodamanlar dışında herkes kazanıyor ama ne amaçla?

Mesleklerimiz ve hatta daha çok kariyer işleri, bizim öz saygımızı belirlerdi. Ancak birçok insan artık bunu umursamıyor. İnsanların ne düşündüğü umurlarında değil; dinlenmek ve zamanlarını huzur içinde geçirmek istiyorlar ve yaptıkları herkes için, özellikle de zavallı gezegenimiz için daha iyi.

Ne kadar boştaysak, doğayla o kadar az çelişiriz. Herhangi bir hayvanı ele alın, yiyecek, barınak aramadığı veya yavrularına bakmadığı zaman huzur içinde yattığını göreceksiniz. Şimdiye kadar hayvanlar gibi değildik. Her anı daha çok çalışarak, daha çok para kazanarak ya da paramızı harcayarak ve diğer insanları daha çok çalıştırarak geçirdik. Sonuç olarak, gezegenimizi kirlettik ve neredeyse mahvettik. İnsanlar hayvanlar gibi yaşasaydı, sadece ihtiyaç duyduklarında çalışsaydı, kendimiz için yarattığımız tüm sorunları yaratmazdık, yorulmazdık, strese girmezdik.

Tembel olmak bizim menfaatimizedir ve mümkün olduğunca sıkı çalışmamız da iş adamlarının menfaatinedir. Bu yüzden bize iş unvanımızın kim olduğumuzu tanımladığı fikrini satıyorlar. Ama insanların kim olduğumuz hakkında ne düşündüklerini gerçekten umursamadığımızda, o zaman onları süslü iş unvanlarıyla etkilemek için hiçbir nedenimiz yok. Sonunda dinlenebiliriz!

Artık daha fazla boş zamanımız olduğuna göre, zamanla yapacak daha anlamlı şeyler bulacağız. Neden burada olduğumuzu soracağız ve buradaki varlığımızın dünyadaki tüm diğer insanların varlığıyla ve etrafımızdaki dünyayla nasıl ilişkili olduğunu keşfedeceğiz. Dünyanın tek bir sistem olduğunu göreceğiz; içinde kendi yerimizi bulacağız; ve mutlu ve huzurlu olacağız. Bu nedenle bu yeni, gereksiz yere çalışmama trendinden memnunum.

Kabala Kişiye Ne Verir?

Soru: Kabala bir kişiye ne verir ve bugünkü karmaşık yaşamımıza nasıl uygulanır?

Cevap: Bizim zamanımızda, iş, okul, aile veya kariyer dışında hiçbir şey düşünmek istemeyen en sıradan kişi bile, Kabala tarafından ifşa edilen ve başka hiçbir yerde olmayan doğanın temel yasalarını bilmiyorsa, dünyayı kendisi için doğru ve güvenli hale getiremez.

Kabala’nın bize açıkladığı gerçek doğa yasalarını bilmeden, toplumu, doğru ya da varoluş için iyi bir ortam yapamaz. Bu nedenle, bu bilime hakim olmak onun için gereklidir.

Eskiden ilkokul eğitimi yeterli bilgi sağlardı ve hayatımızın geri kalanına hazırlanırdık. Günümüzde, Kabala biliminin bize neyi ifşa ettiğini bilmeden, neredeyse var olamaz ve doğru bir şekilde ilerleyemeyiz.

“Farklı İnsanlar, Farklı Dünyalar” (Linkedin)

Birinin siyah gördüğü yerde, diğeri beyaz görür. Biri bir şeyin iyi olduğunu düşünür ve bir diğeri kötü olduğundan emindir. Farklı insanlar, farklı dünyalar. Dünyalar kadar ayrı olduğumuzda, kabuklarımızın içine kapalıyken ve tamamen farklı bakış açılarıyla nasıl işbirliği yapabiliriz? Ve neden en başta bu böyle yaratıldık?

Her insan kendine özgü bir dizi özellik ve nitelikle doğar. Her insan belli bir ailede, belli koşullar altında büyür, belli bir yetiştirme süreci alır ve farklı deneyimlerle yaşar. Her insan, basın kuruluşları ve sosyal medya ağlarından etkilenir ve tüm bu faktörler bizi biz yapar.

Tüm bu faktörler nedeniyle, dünyayı her birinin taktığı kendine özgü gözlüklerle, farklı filtrelerle görürüz. Bu yüzden diğer insanları anlamak bizim için çok zordur, hatta imkânsızdır. Sonuç olarak, kendimizi sürekli çatışmaların içinde buluruz. Bizim görüşümüzün doğru olduğunu kanıtlamaya çalışırken, her birimizin benzersiz olduğunu unuturuz ve sonunda hayal kırıklığı, umutsuzluk ve depresyondan başka hiçbir yere götürmeyen sonsuz ego-savaşlarının içinde yutuluruz.

Görüşümüz bizim için neden bu kadar önemli? Görüşümüz bizim kim olduğumuzu temsil eder; o, benliğimizin, egomuzun ifadesidir. Biri benimle aynı fikirde değilse, bu varlığımın temelini sarsar, kendimi değersiz ve önemsiz hissetmeme ve dolayısıyla güvensiz hissetmeme neden olur.

Birbirimizle rekabet etmemiz gerektiği öğretildiği sürece, birbirimize zarar vermeye devam edeceğiz ve birbirimizin benzersizliğini bir tehdit olarak göreceğiz. Bireyselliğimizi toplumsal olarak yapıcı bir faktöre dönüştürmek için eğitimimize bir katman daha eklemeliyiz.

Bu katman, doğanın birbirini tamamlayan zıtlıkları ile ilgilidir. Tüm yaşamın birbirini tamamlayan ve birbirimizin varlığını mümkün kılan zıtlıklardan oluştuğunu kendimize hatırlatmalıyız. Tıpkı ölüm ve çürüme olmadan doğum ya da büyüme olmayacağı gibi, düşüncelerde ve fikirlerde çelişen görüşler olmadan da büyüme olmazdı. Doğada karşıtlar birbirlerini yok etmezler; birbirlerini tamamlarlar, birbirlerini cesaretlendirirler ve birbirlerinin varlığını garanti ederler. Bu, doğanın bütünsel formülüdür ve bizler onun önemini anlayıp topluma uygulamazsak, birbirimizi güçlendirmek yerine birbirimizi yok edeceğiz.

Bir kişinin hedefine ulaşmak için uzun bir yolculuğa çıkması, tek ayak üzerinde zıplayarak gerçekleşmez. Hedefimize ulaşmak için sol ve sağ, her iki bacağı kullandığımızda olur. İnsan toplumu da aynı şekilde olmalıdır. Hedefimiz birliktir ve oraya ulaşmanın tek yolu aramızdaki bağı güçlendirmektir. Bununla birlikte, birbirimizden ayrıldığımızı ve birbirimizden nefret ettiğimizi hissetmedikçe ve nefretimizin üzerine çıkmak için birliğimizi güçlendirmemiz gerekmedikçe, bağ kurma dürtümüz olmayacaktır.

Bu nedenle, görüşlerini küçümsediğimiz biriyle karşılaştığımızda, bu görüşün bizim patronluk yapmamız için değil, daha güçlü bir bağ kurmanın temeli olduğunu unutmamalıyız. Hissettiğim bu uzaklık, yakınlığı inşa etmemdeki itici güçtür ve inşa etmemiz gereken şeyin tersi dışında hiçbir zaman başka bir itici güç olmayacaktır.

Başkalarıyla hiçbir çatışma hissetmeyen insanların, birleşmek için hiçbir nedenleri yoktur; onlar oldukça memnun, ilgisiz ve büyük ölçüde kayıtsızdırlar. Sadece farklı olan, birbirinden ayrı dünyalarda olan insanlar gerçek birliği, güçlü bir bağı ve nihayetinde gerçek sevgiyi inşa edebilirler.

“Çocuk İstismarını Sonlandırmanın Bazı Yolları Nelerdir?” (Quora)

Çocuk istismarını sona erdirmenin nihai çözümü, zamanımızdaki tüm sorunlarımızı sona erdirmekle aynı çözümdür: Olumlu hale gelmeleri için bağlarımız üzerinde çalışmak ve başkaları için endişe duymayı kişisel endişenin önünde tutmak.

Örneğin anneler, toplumu değiştirmek için bir araya gelip bağlanırsa, böylece çocuklar ve bebekler etrafında karşılıklı bir endişe yeşerir, o zaman bu endişe tüm mesafeleri ve sınırları aşar. Böyle bir endişe, bu annelerin günde birkaç kez bağ kurması ve konuyla ilgili internette, televizyonda ve radyoda yapacakları programların yaratılması ve tüketilmesiyle ifade edilir ve bu da çocukların okullarda ve evlerinde neler yaşadığına dair farkındalık yaratır.

Böyle bir endişe, sadece anneler arasında bile olsa topluma yayılırsa, çocuk istismarı ile ilgili tabloyu ve çocukların yaşadığı diğer birkaç sorunu değiştirecektir. Ancak, şu anda bu durumdan uzaklar. Bu şekilde bağ kurmaya gerek duymuyorlar. Her anne sadece kendi çocuklarıyla ilgilenmektedir ki bu da yetersizdir.

Nitekim çocuk istismarını sona erdirmek, aynı endişeyi paylaşarak destekleyici bir ortam oluşturmayı, hepimizin birlikte bu ortak problemle ilgileneceğini, kendi çocuklarımızın yanı sıra diğer çocuklarla ilgileneceğimizi ve başkalarının da aynısını yapmasını gerektirir. Toplumda birbirimizin çocukları için böylesine karşılıklı bir endişeye ulaşana kadar, giderek daha fazla talihsiz çocuk istismarı vakası görmeye devam edeceğiz.

Burada özel bir güce, toplumu etkileyecek birleştirici bir güce ihtiyacımız var ve anneler bir araya gelip birleşmedikçe bu güç bizi es geçecektir.

Dünyanın Mükemmelliği İnsanın Mükemmelliğidir

Dünyanın mükemmelliği, insanın içsel mükemmelliğine yani insanların birbirleriyle olan bağına bağlıdır. Başlangıçta, bağ, bilinçli olarak ıslahları üzerinde çalışan onlularda gerçekleşir, ancak sonunda tüm dünya onlara katılmalıdır.

Genel ve eksiksiz bir bağdan bahsediyoruz çünkü tüm rahatsızlıkların ötesinde, bu bağın ölçüsünde genel bir ıslaha geliriz ve ancak bu koşullar altında herkes için iyi bir yaşam bekleyebiliriz.

Son ıslaha ulaşmak için, ıslah eden ışığı tüm dünyaya çekmemiz gerekiyor. Kabala’yı yaymanın bu kadar önemli olmasının nedeni budur. Ve yaymak sadece materyallerin kitle iletişim araçlarında yayınlanması değil, dünyayı yukarıdan gelen özel bir ışıkla etkilemektir; ki bu da Kli’miz aracılığıyla, onlularımız aracılığıyla insanların geri kalanında manevi ilerleme, bağ kurma, üst dünyayı edinme arzusunu uyandırmak için, getirmek istediğimiz şeydir.

Bir insanın ne hissettiği ve ne yaptığı önemli değildir, ancak sonunda, istisnasız bu dünyanın tüm sakinleri en azından bir dereceye kadar genel ıslahlara katılmak ve böylece ruhlarını ıslah etmek zorunda kalacaklar.

“Neden Dünya’yı Koruyalım?” (Linkedin)

İklim krizi tırmanırken ve aşırı hava durumu giderek artarken, uzmanlar geri dönüşü olmayan noktaya ne kadar yakın olduğumuza ciddi şekilde kafa yoruyorlar. CBS News, 26 Nisan’da bir rapor yayınladı, iklim krizinde küresel bir lider olan Profesör Timothy Lenton’a göre, “Batı Antarktika buz tabakasının bir devrilme noktasını çoktan geçmiş olabileceğini” bildirdi. CBS News ayrıca diğer uzmanlarla da konuştu ve “Mesaj oybirliğiyle verildi: Değişiklikler beklenenden daha hızlı gerçekleşiyor ve iklim sistemindeki devrilme noktalarına ulaşma şansı, sadece on yıl önce uzak ve çok uzak görünüyordu, ama şimdi çok daha olası ve daha acil görünüyor. Lenton, “Bu yüzden tehlikeye dikkat çekiyordum,” dedi. “Sadece on yıl içinde risk seviyesi belirgin bir şekilde yükseldi – ki bu da acil eylemi tetiklemeli.””

Benim görüşüme göre, soru, yıkım noktasına vurup vurmadığımız veya bu noktaya ulaşmaya yakın olup olmadığımız değil. Sormamız gerekenin, Dünya’nın buna mahkûm olup olmadığı ve bizim buna mahkûm olup olmadığımız değil, daha ziyade neden şimdi biz buradayız sorusu olduğuna inanıyorum. İçinde yaşadığımız evren yaklaşık on dört milyar yıldır burada. Dünya yaklaşık 4,5 milyar yıldır varlığını sürdürmekte ve Dünya üzerindeki yaşam, Dünya’nın oluşmasından birkaç yüz milyon yıl sonra başlamıştır. Atomlardan moleküllere, moleküllerden tek hücreli yaratıklara ve tek hücreli yaratıklardan Dünya’daki suda, karada ve gökyüzünde sayısız yaşam biçimine evrimleştik. Sonunda, son birkaç yüz bin yılda insanlık ortaya çıktı. Yavaş yavaş, gezegenin yöneticileri haline geldik, toprağını, florasını ve faunasını sömürerek, havayı, toprağı ve suyu kirletiyor ve güç ve zenginlik kazanmak için elimizden geldiğince hızlı bir şekilde Dünya’nın kaynaklarını tüketiyoruz. Bu yüzden mi buradayız, tüm bu zararı vermek için mi? Belki de cevabı bilseydik, her saniye gezegene verdiğimiz bu akıl almaz zararı vermezdik. Bu nedenle, burada olma amacımız, cevaplamamız gereken anahtar sorudur. Eğer cevabını bilirsek tüm sorunlarımızı çözer ve gezegeni kurtarırız.

Geçtiğimiz birkaç on yıl boyunca, emisyonları azaltmak, kirliliği azaltmak ve gezegeni sömürmemizi azaltmak için sayısız taktik ve girişim denedik. Hiçbiri işe yaramadı. Dahası, sadece gezegenimizi değil, gezegendeki tüm yaşamı sömürüyoruz ve birbirimizi sömürüyoruz. Bizi karakterize eden “başkalarına kötü muamele” tüm alanlarda belirgindir, bu da sorunun, örneğin yenilenebilir enerjiye geçmekten veya ormansızlaşmayı engellemekten çok daha sistematik ve köklü olduğu anlamına geliyor. Tüm sıkıntılarımıza neden olan sorun biziz veya daha doğrusu doğamızdır – insan doğası. Bu gezegendeki diğer varlıkların aksine, birbirimize, tüm canlılara ve yuva dediğimiz gezegene karşı sömürücüyüz, kaba ve tacizciyiz. Aslında o kadar kalpsiziz ki yaptıklarımızın, çocuklarımızın ve torunlarımızın geleceğini mahvedeceğini bilsek bile açgözlülüğümüzü engelleyemiyoruz. Yaşayacak bir ev yerine, onlara gezegen büyüklüğünde bir çöp yığını veriyoruz. Hangi iyi ebeveyn bunu yapar? Elbette hiç biri, ama biz iyi ebeveynler değiliz.

Yine de her şey bitmiş değil. Koronavirüs salgınının başlangıcında neredeyse tüm dünyada empoze edilen ilk kapanmada, dünyanın dört bir yanından doğanın direncinin birçok örneği, Dünya’nın düşündüğümüzden çok daha güçlü olduğunu ve uzun süreli insan sömürüsünden bile kurtulabileceğini kanıtladı. Bu nedenle, tek sorunumuz olan insan doğasını çözersek, doğanın geri kalanı hızla iyileşecek ve gezegensel denge yeniden sağlanacaktır.

İnsan doğasını değiştirmek, ilk bakışta, kişinin kendini bir bataklıktan kendi saçından tutup çıkarması gibi imkansız görünebilir. Ancak bunu nasıl yapacağımızı doğadan öğrenebiliriz. Doğada işler kendi çevrelerine göre değişir. Adaptasyon, herhangi bir türün hayatta kalmasının anahtarıdır. Eğer bizler bir dostluk, karşılıklı sorumluluk ve şefkat ortamı yaratırsak, doğamız çevresine uyum sağlayacak ve aynı şekilde olacaktır. Kendimizi değiştirmemize gerek yok, sadece yüzeysel davranışımızı değiştirmemiz gerekiyor. O zaman, tüm toplum nazik davranırsa, insanlar gerçekten nazik olacaklar. Nasıl acımasız bir ortamda yaşamak, orada yaşayan herkesi doğası gereği acımasız olmasa bile acımasız olmaya zorlarsa, bunun tersi de geçerlidir.

Bir kez sosyal çevremizi dost canlısı ve saygılı hale getirdiğimizde, kendi doğamız dost canlısı ve saygılı hale gelecektir. Dostça ve saygılı olduğumuzda, sömürücü olmayı bırakacağız. Sömürüden vazgeçtiğimizde, birbirimizi, diğer canlıları ve bir bütün olarak gezegeni kötüye kullanmayı bırakacağız. Görünen o ki kendimizi ve gezegenimizi kurtarmak için tek odak noktamızın sosyal çevremizi düşmanca olmaktan dostça olmaya, istismarcı olmaktan saygılı olmaya dönüştürmek olmalıdır. Diğer her şey hızla takip edecektir.

Dahası, içsel doğamızın kodunu dönüştürmek, bize şu anda tasavvur edemediğimiz alemleri ifşa edecektir. Sadece kendimize konsantre olduğumuz sürece, gördüğümüz tek şey kendimiziz. Ancak burada bulunmamızın amacı, kendimizin çok ötesinde büyümek, tüm gerçekliği kavramak, neden var olduğumuzu, neden yaşam ve ölüm, yaratılış ve yıkım olduğunu ve her şeyin nasıl birbirine bağlı olduğunu en derin düzeyde anlamaktır. Sadece birbirimizi düşünmeye başlarsak kendimizi düşünmeyi bırakırız ve ancak kendimizi düşünmeyi bırakırsak çevremizdeki dünyayı gerçekte olduğu gibi algılamaya başlayabiliriz. Bu yüzden hayatlarımızı, gezegenin refahını ve hatta mutluluğumuzu güvence altına almak için sormamız gereken tek soru “Neden buradayız?”

“Çip Yerleştirebilirsiniz Ama Mutluluğu Yerleştiremezsiniz” (Linkedin)

Geçen hafta, Elon Musk’ın nörobilim şirketi Neuralink, madeni para büyüklüğünde bir bilgisayar çipi yerleştirildikten ve beynine iki binden fazla elektrot bağlandıktan sonra sadece beynini kullanarak MindPong oynayan bir Makak Maymunu’nun videosunu yayınladı. Neuralink’e göre amaç, felçlilerin sadece zihinlerini kullanarak bugün yapamayacakları birçok şeyi bağımsız olarak gerçekleştirmelerini sağlayacak bir çip geliştirmek.

Bu kulağa müthiş gelebilir ama bana gerçekten sevinç vermiyor. Kabala bilgeliğine girmeden önce, bu tür haberleri duymaktan mutlu olabilirdim, ama şimdi, bu şekilde hissetmiyorum. Tek bildiğim, tüm hayvanları ve hatta kendimizi biyoteknolojideki yenilikler sunağında feda etsek bile, bu daha mutlu insanlar olmamıza yardımcı olmayacak. Tamamen farklı bir yol izlememiz gerekiyor.

Girişimcilerin neden bunları yaptıklarını anlıyorum: onlar çocuk ve bu tür oyunlarla oynamayı seviyorlar, ancak bu iyi bir örnek değil; gerçekten iyi bir örnek değil. Aksine, maymunlara yaptıkları bana Nazilerin insanlara yaptıklarını hatırlatıyor. Bunun hakkında böyle hissediyorum, gerçekten. Bilimsel kariyerime biyo-sibernetikçi olarak başladığımda, insan vücudundaki sistemlerin işleyişiyle de uğraştığım için bu tür şeyleri takdir etmiş olabilirim. Ama bugün, elli yıl sonra, buna olumlu bakamıyorum. Basitçe, hayatı daha iyi hale getirmenin yolu bu değil. Bu yatırımlarda herhangi bir fayda varsa, bu onların boşuna olduğunun ve mutluluk için başka yere bakma ihtiyacımızın farkına varılması olur.

Çipi olmayan ve yerleştirmemiz gereken şey, kalplerimize değer vermektir. Bu ameliyatla değil, eğitim süreciyle yapılabilir. Yıllar sürebilir ama sonunda biz gerçekten içten değişeceğiz ve sonra her şey dışarıdan değişecek. İhtiyacımız olan yeni teknoloji değil, yeni bir ruhtur – bir nezaket, şefkat ve karşılıklı sorumluluk ruhu. Bu ruhu topluma yerleştirmek için el ele verirsek, onu kalbimize de aşılarız.

“İyi Olmanın İki Yolu” (Linkedin)

İnceleyebileceğimiz her açıdan, bugün hayat her zamankinden daha iyi: Her zamankinden daha fazla yiyeceğimiz var, hatta çok fazla; daha iyi sağlık hizmetimiz var; daha uzun yaşıyoruz ve en azından yüz yıl öncesine kıyasla ifade özgürlüğümüz var. Teknoloji bize bolluk verdi; istediğimiz yere saatler içinde ve komik bir fiyata rahatça seyahat edebiliriz. Dünyadaki herhangi bir kişiyle sanki yanımızda duruyormuş gibi saniyeler içinde iletişim kurabiliyoruz ve modern tıp mucizeler yaratıyor (Covid-19 bile, sadece bir yüzyıl önce on milyonları öldüren salgınlara kıyasla hiçbir şey değildir). Görünüşe göre insanlar her zamankinden daha mutlu olmalıydı. Şaşırtıcı bir şekilde, bugün her zamankinden daha fazla depresyondayız. Bu bilmeceye bakarsak, büyüleyici bir şey bulacağız: Sadece hayatlarımız değil, hedeflerimiz de değişti. Hayatta kalmak isterdik; şimdi eğlenmek ve mutlu olmak istiyoruz. Teknoloji hayatı kolaylaştırmak için inşa edilmiştir, ancak bizi mutlu edemez. Mutlu olmak için ileri teknolojiye değil, sevgi dolu insanlara ihtiyacımız var.

Aslında, teknoloji ne kadar gelişirse hayatımızı da o kadar kolaylaştırır, bizi hayatın amacını sormaya daha çok yönlendirir. Hayatta kalmak için mücadele etmemiz gerekmiyorsa neden parmağımızı kaldırmamız gerekiyor? Ve bir parmağımızı bile kaldırmamıza gerek yoksa, o zaman gerçekten yaşıyor muyuz? Hala çoğunlukla bilinçaltımızda olsa da, bu sorular bizi giderek daha fazla rahatsız ediyor ve sahip olmamız gereken eğlenceyi bozuyor. Bu sorulara ne kadar çabuk ışık tutarsak, onları o kadar çabuk çözebilir ve gerçek mutluluğu bulabiliriz.

Tek istediğimiz hayatta kalmak olduğu sürece, mutluluğun ne olduğunu bilmiyorduk. En iyi ihtimalle, hayatta kalmamızı garantilersek, memnunduk. Ancak memnuniyet mutluluk değildir. Mutluluk, onları bizim bir parçamızmış gibi hissettiğimizde ve onlar da bize karşı aynı şekilde hissettiğinde, diğer insanlarla içten içe bağlantıdan gelir. Bu sadece fiziksel düzeyde karşılıklı bir sorumluluk değil, tüm insanlar arasında zihinlerin ve kalplerin birleşmesidir, ancak birbirimizi gerçekten önemsiyorsak veya bilgelerimizin ifade ettiği ” Komşunu kendin gibi sev” yani, birbirimizi kendimizi sevdiğimiz gibi seversek, kelimenin tam anlamıyla başarabileceğimiz bir durumdur.

Bunun olması için, öncelikle şu anki ruh halimizin tam tersi olduğunu kabul etmeliyiz: Birbirimize yabancıyız, düşmanca ve güvensiziz. Hayatta kalmayı istemekten haz almayı istemeye geçtik, ancak çevremizdeki insanların bize zarar vermek istemediğine güvenemezsek hayattan nasıl haz alabiliriz? Bu bizi sürekli tetikte ve stresli tutar. Hayattan haz almak için öncelikle çevremizdeki insanların bizim için en iyisini istediğinden emin olmalıyız. Başka bir deyişle, birbirimize iyi davranmalı, birbirimizi önemsemeliyiz. Ve bu hepimizi kapsamalıdır. Toplumdaki bir kişi başkalarına zarar vermeye çalışırsa, diğerlerini de temkinli ve düşman olmaya zorlar.

Birbirimize karşı iyi olmanın iki yolu vardır: 1) Başka seçeneğimiz olmadığını fark ederek ve isteğimize aykırı olarak değişerek veya 2) Bunun en iyi seçeneğimiz olduğunu, tercih ettiğimiz yaşam biçimimiz olduğunu fark ederek ve aktif olarak bunu takip ederek hayatımızda dönüşüm ile. Şu anda, ilk yolu izliyoruz, umutsuzca başkalarını önemsemeyi gerektirmeyen haz alma yolları bulmaya çalışıyoruz. Bu çalışmıyor. Sonuç olarak, giderek daha fazla hayal kırıklığına uğramakta ve ağrıdan uyuşturucu, şiddet, aşırılık ve depresyon yoluyla her türlü kaçış arayışındayız – neslimizin en yaygın rahatsızlığından. Tüm seçenekleri tükettiğimizi hissedene kadar bu yolda yürümeye devam edebiliriz, bu da onlarca yıllık hayal edilemeyen acılar gerektirebilir. Alternatif olarak, diğer yola hemen bir şans verebilir ve nasıl çalıştığını görebiliriz.

Diğer yolu dener ve olumlu bağları teşvik etmeye kararlı olursak, gerçekten aradığımızı buluruz: mutluluk. Sevgi dolu insanlarla çevrelenmişken kimse üzülmez. Dahası, pozitif bağları beslemeye başladığımızda, yaptığımız her şey bir anlam ifade etmeye başlar çünkü bunu başkalarına yardım etmek ve onlarla bağtı kurmak için yapıyoruz. Başkalarının iyiliği için çalıştığımızda, kaçınılmaz olarak eylemlerimize anlam katarız. Başka biri için bir şey yapmış olan hiç kimse, eylemin nedenini veya amacını sormamıştır. Amaç apaçık ortada ve ödül muazzamdır.

Dahası, bir toplum olarak pozitif bağlar kurmaya başladığımızda, maddi varoluş sadece zahmetsiz olmayacak, aynı zamanda eğlenceli ve anlamlı hale gelecektir. Yaptığımız şeyi neden yaptığımızı, bize nasıl yardımcı olduğunu ve dünyaya nasıl yardımcı olduğunu bileceğiz. Birbirimize iyi davranmaktan haz alacağız ve bunun soğuk ve yıkıcı rekabetten çok daha ödüllendirici olduğunu göreceğiz. Bu süreçte, birbirimizin ihtiyaçlarını hissetmeye, kalplerimizde bağ kurmaya başlayacağız ve sadece bedenlerimizde değil ve sevincimiz akıl almaz bir şekilde daha güçlü ve anlamlı bir şekilde büyüyecek.

Sonunda, başarılı olabilmemizin tek yolu bu olduğu için birbirimize karşı iyi olmayı öğreneceğiz. Ama onu nasıl öğreneceğimiz bize bağlıdır.

 

Herkes Yaradan ile Bağ Kurmak İster

Soru: Manevi çalışmaya ilişkin Kabala açısından bakıldığında, tüm toplum üç bölüme ayrılabilir:

“İsrail” – Yaradan için çabalayan insanlar.

“Mısırlılar” – maneviyatın hiç önemli olmadığı ve maddi ihtiyaçlarını karşılamakla meşgul olan insanlar.

“Karma çoğunluk” – bir taraftan Tanrı’dan korkan, diğer taraftan da Yaradan’la bağlantıyı kendi iyiliği için kullanmak isteyen insanlar ki bu Firavun için çalışmakla aynıdır.

Soru şu: Yaradan’ı veya O’nunla olan bağlantısını kişinin kendisi için kullanması nasıl mümkün olur?

Cevap: Etrafınıza bakarsanız, tüm dünya az ya da çok daha yüksek bir gücün yani Yaradan’ın olduğuna inanır. Yeryüzünde kaç tapınak inşa edildiğine ve her türden mezhep yaratıldığına bir bakın! Ve bunların hepsi, insanın Yaradan’la bağ kurma arzusunun bir ifadesidir. Aslında, dünyada kendilerini Yaradan’dan tamamen koparan gerçek bir ateist yoktur.

Yorum: Dünyadaki insanların sadece yüzde ikisinin ateist olduğunu söylüyorlar.

Cevabım: Eğer bu konuyu gerçekten derinlemesine incelerseniz, o zaman durum böyle değildir çünkü üst güç ile bağlantı noktası, başlangıçta içimizde yerleştirilmiştir. Herhangi bir kişi, Yaradan’a inanç talep ettiği bir duruma sürüklenebilir çünkü bu olmadan yaşamak için hiçbir nedeni olmayacak ve bir şekilde bu dünyaya tutunamayacaktır.

Bu nedenle, tüm insanlar açıkça iki sınıfa ayrılır. Bir tür, normal bir hayat yaşayan ve kendilerine güven ve her türlü duyguyu katmak için Yaradan ile bağlarını kullanan kişilerdir. Bunlar, ne tür olursa olsun, tüm renk ve mezheplerin sıradan inananlarıdır.

Onlar çok farklı, zıt hatta rakip olabilirler ama yine de bir üst güce inanırlar, onu farklı şekilde adlandırırlar ve onunla olan bağlarını farklı hikayelerde kıyafetlendirirler. Bütün bunlar, insanlığın Yaradan ile bağlantısının kültürel çerçevesine atıfta bulunur.

Ve bu bağlantıyı gerçekten ifşa etmek isteyen insanlar vardır. Bu yüzden talep ederler, görünmesini isterler, Yaradan’ın Kendisini ifşa etmesini isterler ki, tıpkı önümüze çıkacağını bildiğimiz bir kişi gibi içlerinde tezahür etsin.

Tıpkı etrafımızı saran dünyada cansız, bitkisel, hayvansal ve insan doğasını gördüğümüz gibi, onlar beşinci tür gerçekliğin – daha yüksek güç olan Yaradan’ın- daha az tezahür etmesini istemezler. Kendini göstermesi için hangi biçimde ve hangi koşullar varsa bu, açıklığa kavuşturulmalıdır. Fakat esas olarak, insanın içinde böyle bir arzu vardır.

Bu nedenle, Kabala Bilgeliği, kişinin içinde böyle bir istek varsa, o zaman onun yerine getirilebileceğini, sadece bunun nasıl yapıldığını bilmek gerektiğini söyler. Ve o zaman dünyamızda cansız, bitkisel, hayvansal ve insan türlerine ek olarak, daha yüksek bir seviyenin de olduğunu hissedeceksiniz – hepsini kontrol eden ve kesinlikle her şeyi: geçmişi, şimdiyi ve geleceği belirleyen bir güç. Bu kudretli, yüce, her yerde mevcut olan güç tezahür edebilir ve herhangi bir kişiye kendini ifşa edebilir.

Kabala Bilimi, bizi Yaradan’ın ifşasına hazırlayan bilgi sistemidir ve onu yavaş yavaş anlayabiliriz. Bu, onun çalışma ve uygulama konusudur.

“Gerçek Eşitlik” (Linkedin)

Eşitlik talebi nesilden nesle sadece artmaktadır. Bu sosyal rahatsızlığı çözmek, günümüzde tekrarlayan ayrımcılık ve adaletsizlikleri önlemenin reçetesi gibi görünüyor. Peki, birbirimizle barış içinde yaşamak için ne olması gerekiyor?

Eşitlik aldatıcı bir terimdir çünkü doğa gereği hepimiz farklıyız. Herkesin kendi ihtiyaçları ve kendine has özellikleri vardır, bu nedenle başkasıyla aynı şekilde muamele görme beklentisi oldukça problemlidir. Ne de olsa, genellikle diğer kişinin ihtiyaçlarını bilmeyiz ve başkasının yerine geçme niyetimiz olsa bile, kendi ihtiyaçlarımız bizim için her zaman öncelik olduğu için bunu başarmakta zorlanırız.

Herkesin farklı olduğu ve aynı zamanda benmerkezci olduğu böyle bir gerçeklikte eşitlik olamaz. Devlet bütçesinin dağıtımından, bir çalışma ekibi içindeki ikramiye dağıtımına kadar her seviyede başımıza gelen budur. Hayatımızın hangi alanında olursa olsun, sürekli bir savaş içindeyiz çünkü herkes şu anda kendisine verilenden daha fazlasını hak ettiğini düşünüyor. Bu nedenle, her zaman bir yoksunluk hissi vardır ve eşitsizlik duygusu yakından takip eder.

Ve her şeye rağmen, içimizde eşitlik arzusu yatıyor. Neden? Çünkü böyle bir duruma gerçekten girebiliriz. Ancak eşitliği başarmak, genel olarak başka bir yaşam düzeyine yükselmeyi gerektirir. Şöyle ki, şu anda bildiklerimizden tersine çevrilmiş yeni ilişkiler yoluyla, kendi çıkarımıza ilişkin dar egoistik hesaplarımızdan, insanlar arasındaki sevgi düzeyine çevirerek, saygı, bağ ve karşılıklı kazanım ilişkilerini başlatarak. Sadece sevgi ve işbirliğine dayalı ilişkilerde eşitlik olabilir, çünkü ben diğerini seviyorum ve öteki de beni sevecek ve bu sayede kendimizi eşit hissedeceğiz.

İlk bakışta bu senaryonun asla gerçekleşmeyecek bir masal gibi göründüğü açıktır, ama insanlığın karşılaştığı sorunlar ve mücadeleler başka türlü çözülemez. Biz, gittikçe birbirine daha bağlı hale gelen bir gerçeklikte yaşıyoruz, aynı zamanda küresel, sınırlı kaynaklar tükeniyor. Her şeyi kendimiz adına almak için elimizden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyoruz ve er ya da geç başka bir seçeneğimiz olmadığını düşüneceğiz ama pes etmeyi biraz kabul edeceğiz.

Bu arada kendimizi tatminsiz, huzursuz, mahrum hissediyor ve bize baskı yapanların elinden kurtulmak ve hak ettiğimizi aldığımızı düşünmek için sadece ilk fırsatı bekliyoruz. Bu yüzden mücadeleden mücadeleye, savaştan savaşa geçiyoruz. Bu her seferinde daha da kötüye gidiyor çünkü ego giderek güçleniyor, bu yüzden ayrımcılık, adalet ve eşitlik talebi adına birbirimizi yok ediyoruz.

Genel bir çöküşten kaçınmak istiyorsak, insani bağın herhangi bir özel nitelikten veya arzudan daha yüksek bir değere sahip olacağı bir seviyeye yükselmek zorunda olacağız. Bu yüce hedef insan doğasına aykırı olduğu için, yalnızca yaygın, uzun vadeli bir sosyal eğitim süreci bize yardımcı olabilir. Gerçek bir kültürel-algısal devrim.  Amaç, toplumdaki her bireyin gerçeklik algısını yükseltmek olmalıdır. Bu, dünya sadece bize aitmiş gibi ben merkezli algımızı değiştirmek ve doğada başkalarına bağlı ve onlara bağımlı olduğumuzu fark etmek anlamına gelir. Bu algı değişikliği gerçekleştiğinde, kendimize önem verdiğimiz gibi başkalarını da önem vermeye adanmış olduğumuzu hissedeceğiz.

Bu hedefe ulaşmak, muazzam bir savunuculuk taahhüdü, hem kapsam hem de süre bakımından dünya çapında toplumun her düzeyine nüfuz etmek için çok fazla çalışma gerektirir, böylelikle genel kamuoyunda bağ ve karşılıklılık gibi fikirleri öncelikli olarak teşvik eden bir anlaşmaya varılabilir. Bu anlaşma toplumda, yönetimde ve liderlikte değişikliklere yol açacak ve aynı zamanda yavaş yavaş toplumda eşitlik konusunda yeni bir tutum yaratacaktır.

Birbirimize sevgiyle davranmaya çalıştığımızda, tek bir bedendeki organlar gibi hepimizin tek bir ruh olduğumuzu hissetmeye başlayacağız. Ve tıpkı vücudumda farklı organları algıladığım gibi, etrafımdaki her bir insanı hissedeceğim. Böyle bir durum bizlere gerçek eşitlik algısını verecektir; bu algı, ancak bağ yoluyla, hepimiz birimiz ve birimiz hepimiz için olma taahhüdüyle elde edilebilir.