Monthly Archives: Mayıs 2014

Musa ve Harun, İnanç ve Bilgi

Tora, “Çıkış” (Ki Tissa), 32:1: İnsanlar Musa’nın dağdan geri dönmekte geciktiğini gördüklerinde, Harun’un karşısında toplandılar ve ona dediler ki: “Haydi! Önümüzden gidecek tanrılar yap bize, çünkü bizi Mısır ülkesinden getiren bu adam, Musa, biz onun neye dönüştüğünü bilmiyoruz.”

Burada, bir kişinin en derin özelliklerine dokunan psikolojik ve felsefi çarpıcı bir duruma değinilir. Ve bu hal her seviyede nükseder.

Eğer ben doğru şekilde ilerlersem, o zaman her an bunun gibi bir hali tecrübe ederim, kendimi doğru hedefe, içimdeki “Musa’ya” kitleyerek, görünüşte nerede olduğumu, yönümü anlarım. Doğru adımı attığımda, bu adımın sonunda “Musa” aniden kaybolur, çünkü ben onunla birleştiğimde, o benim içimde kaybolur.

Devam etmek nasıl mümkün olur? Her şeyden sonra, artık elimde işaret direği kalmadı. İleri doğru ilk adımı attığım ve nasıl daha ilerleyeceğimi bilmediğim bu dengesiz koşuldan çıkmak nasıl mümkün olabilir? Ve böylece sonraki safha içimde belirir, Harun.

Musa inançtır, Harun ise bilgidir, bilmektir. Ve ben içimde Harun’a dönerim çünkü ihsan özelliğine dönemem ve içimde aniden kaybolmuş olan sevgi özelliğine de dönemem. İçsel özelliklerimizin ruhani ilerlemeleri her zaman değişir. Yükselirler, alçalırlar ve iki kola ayrılma (bölünme) noktasından geçerler.

Yükseliş hali sonraki seviyenin başlangıcını, doğumu sembolize eder, ama her embriyo gibi, ben de bilmiyorum ve hiçbir şey anlamıyorum. Doğabilmek için çok fazla çaba harcadım, rahim içindeki süreçte yeni bir seviye geliştirdim ve şimdi doğdum, hiçbir şey bilmiyorum.

Bu yüzden sakinliğe ihtiyaç vardır burada, kendimi görünmez ellere teslim ettiğim sonraki istirahatta. Çok fazla baskı, endişe, ısı, anne karnında beni çevreleyen sıvıyı hissettim, bu da sevgi ve özgecilik özelliğidir ve ben bu daha yüksek seviyeye ait olmaktan başka bir şey düşünmedim. Ama şimdi onu aramalıyım. Bir embriyo yeni doğmuş gözleri görmeyen kedi yavrusu gibi, sürekli kendine uğraşacak bir şeyler arar.

Kişi bu işaret direğini kaybettiğinde, ne yapacağını bilmez. Güvene feci şekilde ihtiyaç duyar ve buna, içsel güvene sahip olmalıdır, çapasını, temelini edinmelidir. Bu yüzden eksikliğini çektiği temeli bir yerlerde bulmaya ve tutunmaya çalışır. Ve bu “altın buzağıdır.” “Altın buzağı” beni kontrol eden ve kontrol etmesini kabul ettiğim bilgiyi putlaştırmaktır. Şimdilik, nereye doğru ilerleyeceğime göre elimde araçlarım, sağlıklı bir sağduyu var.

Ama ilerleme mütemadiyen içimde boşluk oluşmasına dayanır. Hiçbir şey bilmem, şüphelenirim, kaybolmuş hissederim, bir çeşit adım oluştururum, sanki havadadır ve sadece bunun sayesinde Yaradan’a doğru adım atmaya hazır olurum ve bu herhangi bir sağlam ve mantıklı temele dayanmaz. Sonraki derece kendini şimdiki dereceden yüksekliği ile ayırır ve derecenin yüksekliği inançtır.

Sonuçta ayaklarımızın aradığı zemindir ve bu zemin inançtır. Bu, yeni bir inanca, özgeciliğe ve sevgiye doğru “ayağımı yukarı kaldırmalıyım” demektir ve aynı zamanda görünüşte hiç karşılık, hiç bilgi olmadan. Ve eğer kendimi etkisizleştirmeye tamamen hazırsam, zaten yeni bir seviyeye yükselmem ve orada bilgi edinmem mümkün olacaktır.

Bundan sonra diğer ayağımı gerçekten havada asılı tutarak kaldırmalıyım ve her hangi bir kanıt ve kesinlik ya da anlayış ve netlik olmadan ilerlemeliyim. Bu HaVaYaH’nın yani içimizdeki Yaradan’ın dört harfli adının dört seviyesinde Işık’ı edinmenin durmayan işleyişidir. Bu 125 basamaklı ruhani merdivende yükselişin “mantık ötesi inançla” nasıl başarıldığıdır.

Kab TV- “Ölümsüz Kitabın Sırları” 9/9/13

Eski Küresel Düzenin Yavaş Ölümü

Robert W. Merry’in görüşleri (The National Interest‘de politika editörü ve Amerikan Tarihi ve Dış Politika kitabının yazarı):“2012 baharında, The National Interest, ‘Eski Düzenin Krizi: Ülkemizde ve Yurtdışında Dağılan Status Quo (olgunun savaştan önceki durumu)’ başlığı altında özel bir sayı yayınladı. Bu sayıdaki teze göre, eski çağın göreceli küresel istikrarı, Büyük Buhran ve İkinci Dünya Savaşının birbirlerinden ayrılmayarak gelen zorlu denemeleri sayesinde oluşturuldu. Okuyucularına bu kapsamlı  konuyu tanıtan, TNI editörlerinin yazdığına göre “Sadece tarihsel bir perspektif aracılığı ile zamanımızın köklü gelişmelerini anlayabilir ve belki de belli belirsiz bizi nereye götürdüğünü seçip ayırabiliriz. Bir şey çok net: bizi yeni bir dönemin içine götürüyorlar. Tek soru, eski dünya düzenin yerine ortaya ne çıkacak ve daha ne kadar parçalanma, kaos ve katliamın bu geçişe intikal edeceğidir.

“Bu konuda en rahatsız edici olan ulusal liderlerin küresel durumun ne kadar tehlikeli olabileceği hakkında tamamen ciddi bir bilinçten yoksun olduklarının görünmesi. … Pfaff [William Pfaff, International Herald Tribune’in uzun süreli jeopolitik analisti] küçük ölçekli bir rahatlama veren notunda, bugün dünyanın ideolojik diktatörlüklerin hareketi veya totalitarizmin her hangi yeni dalgası tarafından kuşatılmış olmadığını belirtiyor. Bu günün sorunlarının, yalnızca kafa karışıklığı, beceriksizlik, entelektüel ve ahlaki bozukluluk olduğunu söylemektedir ve buna ilaveten “Ancak bunlar aşırı silahlandırılmış bir dünyada yeterince kötü.”

“Tarihsel bir açıdan, dünya savaşına yol açan olaylarla uğraşan devlet bakanlarına geriye dönüp baktığımızda hiç bir şeye değmediğini belli bir küçümseme ile görüyoruz. Bu olaylar göreceli istikrarı ve bir barış yüzyılını sona erdirdi ve o büyük çağın geçip gitmesine izin veren insanlar tarihte bahtsız, dokunulmaz ve hatta aptal olarak görülürler. Aslında onlar aptal değillerdi, ulaşılmazlardı ve anlamadıkları olaylar karşısında tahlihsiz hale getirildiler.”

“Başkan Obama ve onun çevresindekiler de aptal değiller sadece zamanımızın doğasını anlamıyor görünüyorlar ve bu solan bir dönemin ortaya çıkardığı zorluklardır. William Pfaff tarafından ortaya atılan kapsamlı tarihsel soru çeşitleri ile boğuşurken yetersiz görünüyorlar.”

“Fakat mevcut sorun sadece yönetime ait değil. Liderlerimizin yeteneklerini geciktiren ve çağımızın dönüştürücü doğasını kavrayan aydınların bulunduğu bu oyunda bir Zietgiest (zamanın ruhu) var gibi görünüyor ve dolayısı ile tahribat dünyayı sürekli rahatsız ediyor…”

“Bu zaman ciddiyet zamanıdır. Eski düzenin bir krizini yaşıyoruz ve tarihsel yöneticisiz bir döneme gebe olan köklü sorunlar için yeni uyarılara, yeni anlayışlara ve yeni fikirlere ihtiyaç vardır.”

Benim görüşüm: Sorun şu, herkes kafa karışıklılığının modern durumu hakkında doğruları yazıyor çünkü hissedebiliyor ve anlıyorlar, fakat kimse karşımıza çıkan fırsatlardan bahsetmiyor çünkü hiç kimse nasıl yapılması gerektiği hakkında bilgiye, yönteme veya bir vizyona sahip değil.

Liderler anlayış eksikliklerini ve karşılarına çıkan bir durumda kendilerini yönlendirme yetersizliklerini tam olarak anladıklarında, ancak bundan sonra yeniden integral bir eğitime girmeleri mümkün olacaktır. Bu gerçeklik algılarını genişletecek ve olanların sebeplerini görebilecekler, sonrasında ise karar alma süreçlerine katılabilecekler.

Bir Gemideki Tayfalar Gibiyiz

Türkiyenin batısında yer alan kömür ocağında meydana gelen patlaması sonrası yaşanan afetden dolayı Türk halkının acısını paylaşıyor yaşadıkları ızdırabı hissediyoruz. Yakınlarını kaybeden tüm ailelere taziyelerimizi iletiyoruz.

Bizler eminiz ki bu eski halk bu zor durumun üstesinden gelecektir. Ve bu sadece karşılıklı destek ve bir diğerini sevmekle olacaktır. Tüm insanlık olarak bir gemideki tayfalar gibiyiz ve bu yüzden tek bir insanı bile yargılayamayız bilakis herkesi kucaklayıp onlara birliğin erdemliliğini öğretmeliyiz ki bu erdemlilik tüm insanlığı ıslaha getirsin.

Afet sonrası meydana gelen protestolar halkın içinde oluşan derin ayrılıkları gösteriyor. İçten hissedilen bu arzu aslında daha içsel bir fenomeni işaret ediyor. Bu arzu kişilerin topluma daha bağlı olma isteğini gösteriyor. Ve bu arzu sesini duyurmak, kendisiyle kaygılanılmasını ve korunması istiyor. Yani tek bir aile gibi karşılıklı sorumluluğu hissetmeliyiz.

Karşılıklı sorumluluk bizleri birbirimize bağlamalıdır ve bu bağda diğerlerinide hesaba katmalıyız. Sanki tüm yaratılanlar benim ailem gibi olmalıdır. Buna inanmak gerçekten çok zor ama bu duruma gelmek zorundayız. İçsel gelişmemizde bunu hissetmeliyiz. Tüm insanlar öyle bir his içinde olmalıdır ki tüm dünyayı kendi içinde hissetmelidir. Tüm dünya tek bir aile gibi davranırsak herkes bu ahengin bir parçası olur. Ya Doğa bizi bu duruma darbelerle götürür ya da bu koşulu anlayarak bu duruma kendimize değiştirerek getirebiliriz.

Siz Yaradan’a Yaklaştıkça, Firavun’u Büyütürsünüz

Tarihimiz boyunca egonun gelişimi sayesinde ilerledik. Bu bizi zevk alma arzusunun zorlukla geliştiği hayvanlardan, bitkilerden ve cansız maddelerden farklılaştırır.

Bir kişiye özgürlük, seçmek ya da en azından öğretilmek için verilmelidir, böylece bu özgürlüğün varlığı ile ego büyüyecek ve kişi ona daha fazla yaklaşacaktır. Hazırlık ve düzeltme için daha fazla çabaladıkça, daha büyük kötülüğü keşfeder.

Böylece, kişi çalıştıkça ve grup içinde çaba sarfettikçe, grup çalışmalarına katıldıkça, gerektiği gibi başını eğmeye çalıştıkça, desteğin farklı çeşitlerini oluşturur. Buna yedi yıllık tokluk denir.

Sonra yedi yıllık kıtlık meydana gelir, kişi kaplarını hazırlamış olduğundan, şimdi zevk alma arzusuna yönelik hoş olmayan ifşaat ile başa çıkabilir. Böylece arzusu ile çalışabilecektir ve kendi egoist doğasının düşmanı olduğunu keşfeder. Bu nedenle, Musa; Kabala bilgeliği ile Yaradan ile konuşmaya başladığında ve manevi akıl ve kalbiyle zevk alma arzusuna ulaştığında, bu arzunun daha da kötü hale gelmesini Yaradan’a şikayet eder.

O, kendi düzelmesi hakkında düşünmeden önce, çok fazla iniş çıkışı yoktu. Grubun bir parçası olmanın sonucuyla sadece belli belirsiz hareketler vardı, ama sonra bir ulusu oluşturup, ona bağlanmak yolu ile Yaradan’a daha yakın olmanın mümkün olduğunu anlamaya başladı. Kişi sağ çizgiye, Yaradan’a, özgecilik değerine, üst gücün en yüce nitelik olduğuna ve ondan başka hiçbir şey olmadığına dair farkındalığa daha çok yaklaştıkça, sol çizgi de daha güçlenir ve kişinin içindeki Firavun uyanır.

Bunun gerçekleşmesi ile kişi dengede kalacaktır, iki çizgi ortasındaki durumunu sağlamlaştırabilecektir ve kendisinin kim ve ne olduğunu çözecektir. Böylece Musa, kendisi Yaradan’a vardıktan sonra insanların daha kötü hissetmesi hakkında haklı olarak şikayet eder. Çünkü Musa’nın Yaradan’a yaklaştığı an, Yaradan ile Firavun arasındaki dengeyi korumak için Firavun büyür. Bunu hep hatırlamalıyız.

Musa Yaradan’ın adına konuşmak için Firavun’a gelir, bu da amacının Yaradan’a daha yakın olmak olduğunu anladığını gösterir. Sonuçta her şey kötüye gider ve sadece bu iki güç arasındaki denge, burada yardımda bulunabilir. İki kutbun birleşmesinin şart olduğu ve her ikisinin de Yaradan’dan geldiğini anlamamız gerektiği anlamına gelir, çünkü O’nun dışında kimse yoktur ve biz her ikisini de izlemek zorundayız, yani orta çizgiyi.

İki çizginin orta çizgide birleştirilmesi gerektiğini unutmamalıyız, ta ki üçüncü bir paydaş gelip, birleştirip, onları tamamlayana kadar. Bu, daimi bir savaş olduğu anlamına gelir.

Yayım tarihi: Mayıs 4, 2014 at 9:19 am

Grubun Merkezinden Akan Güç

Soru: Neden bağ kurma bilgeliğinin metodu ile olan paylaşılmış katılım, içsel dayanıklılığı uyandırır?

Cevap: Eğer aranızda küçükte olsa bir bağ uyandırırsanız o zaman Üst Gücün ışıması anında bu bağın içinde ortaya çıkar. İçten çıkan ve zarfının içine sizi kapayan müthiş bir gücü keşfedersiniz. Ve artık hiçbirşey size korkutamaz; tıpkı bir kozanın içinde gibisinizdir.

İşte grubun merkezinden gelen budur. Kendinizi, meyveyi çevreleyerek onu destekleyen yumuşak tabakası ile meyvenin içindeki küçük çekirdekler gibi hissetmeye başlarsınız. Bu, Yaradan’ın sevgisinin sizi kuşatması ve sizin de onu hissetmenizdir. Fakat, bu sadece ciddi gruplar içerisinde gerçekleşir.

Umarım ki, sizler de bu şekilde bir grubun merkezini inşa edeceksiniz, hem bölgesel hem de global olarak ve içerisinde de meyvenin yumuşaklığını ve kutsamasını hissedeceksiniz, o sıcak ve yumuşak sizi çevreleyen görünürdeki sis. Hepbirlikte bunun ile, kişi tamamen yeni bir boyuta giriş yapar ve ölümsüzlük hissiyatını edinir.

10 Mayıs 2014’de yayımlandı

Büyük İlerleme İçin Eşsiz Bir Nokta

Baal HaSulam, “Şamati 59,” “Asa ve yılan hakkında”: Nedeni şudur ki, söylemiş olduğumuz gibi, O, Şehina’sını ağaçlar ve kayalar üzerine yerleştirdi. Bu yüzden, eğer kişi asanın (güç) anlayışını toprağa fırlatırsa ve kişi kendini daha yüksek bir nitelik ile çalışmaya yükseltirse, bu zaten yılan (ego – rakip)’dir. Bunun orta noktası yok; ya yılandır ya da Kutsallıktır, tüm maneviyat (Işık) ve asanın anlayışından almış olduğu çalışmadan dolayı, şimdi herkes yılanın anlayışına girmiş olur.  

Eğer eylemlerim, hareketlerim için bir ödül talep edersem ve neden, nasıl olduğunu göremeden gelişemem dersem, yere uzanıp, hiçbirşey yapmamak ve Yukarıdan, çalışmaya değer olduğunu göreceğime dair bana bir uyanış, enerji verilene kadar baklememin daha iyi olduğu ortaya çıkar.

Eğer herhangi birşey önümde ışıldar ve aydınlanırsa, gelişmek için hemfikir olurum fakat benim için hiçbirşey aydınlanmazsa, hiçbirşey beni çekmezse, o zaman nasıl gelişebilirim? Eğer, Yaradan beni bu şekilde yaratmışsa, o zaman O’nun birşeyler yapması gerekir ki, o ona kadar ben yerde uzanır ve sadece beklerim. Bu, benim O’nun yardımının önünden gitmediğim, cazibenin çekiminin eksikliğine aldırış göstermeyeceğim ve aslında egoistik yakıt olmadan  kalmaya fırsatımın olduğundan ve Yaradan’a ihsan etme yakıtı ile gelişmem için bana yardım etmesini talep ederek mutlu hissedeceğim noktasında dua ile gitmediğim anlamına gelir.

Bize düşüş olarak görünen koşul aslında maneviyata olan adımımızı belirleyebileceğimiz çok özel bir yerdir. Bunu nasıl gerçekleştireceğimi bilmiyorum; bedenim ölü durumda ve hiçbir şey yapamam ve tamamen karanlıkta olduğumu hissederim ancak aslında bu koşuldan, ihsan etmeye uyanmam gerekmektedir.

Bir aşıya ve yakıta ihtiyacım var. Gelişmem için gerekli olan yakıtı içimde bulamıyorum fakat egoistik olmayan yakıt için talepte bulunabilirim ve bu sayede de ihsan etmenin niteliği beni çekecektir ve kendimi diğerlerinde görecek, onların içinde hareket edecek ve başarılarında sevineceğimdir.

Bu bizlerin iniş koşulu ile nasıl ilişki kuracağımız şekildir. Sonrasında o anları ihsan etmek anlamına gelen, manevi seviyelere yükselmek için özel, harika fırsatlar olarak görmeye başlayacağız.  Ve sonrasında da böyle anlarda kendimize ve tüm dünyaya lanet okumak yerine, onları kutsamaya başlayacağız.

10 Mayıs 2014 tarihinde yayımlandı

Günlük Kabala Dersi’nin 2.kısmı 20 Nisan 2014, Şamati #59

Dünyanın Algısında Bir Dönüm Noktası

Soru: Doğa’daki dengesizliğin hastalığa sebep olduğunu nasıl açıklayacağız?

Cevap: Rasyonellik (Akılcılık) Antik Yunandan beri dünyada var olmuştur. Hakim bir görüşe göre, insanın doğanın üstünde olduğu ve gökten merhamet beklememek gerektiği;  daha doğrusu her şeyi kontrol altına almak bizim elimizdedir, fikridir. Bu bizi ayırıma sürüklüyor, bir materyalist felsefesinin iddasına göre kişinin doğanın parçası olmadığıdır.  Gerçekte bu fikir en büyük Egoistliktir.

Doğa bir insanın içinde bulunan durgun, bitkisel ve hayvansal seviyeleri içerir. Ve insan kendini bütün bunların dışında olduğunu düşünür; işte bu bizim problemimizdir. Şu an bu çelişki oldukça belirgindir; Ben doğanın üzerinde bulunduğumu düşünüyorum ve doğanın içinde bulunmuş olmam bana herşeyin kontrol altında olduğunu gösteriyor.

Benim dünya görüşüm arasında ki fark, doğanın üstünde olma arzum, insan faaliyetlerinin tüm alanlarını içerir ki bu da aslında ne olduğu keşfedilmiş olan, bir küresel krizi uyandırır. Çünkü düşünceme göre ben doğayı kontrol ediyorum ve aniden doğanın tamamlayıcısı olduğumu keşfetmiş olmamdır. Artık, yavaş yavaş bizi yöneten bilgisayarın bir programı dahilinde olduğumuzu buna bir şey yapamayacağımızı keşfetmiş olmamızdır. Bütün planlarımız yıkılmış ve onları aktive etmede başarılı olmanın  bir yolu yoktur. Milletimiz, çoçuklarımız ve hayatımız ile bir şeyler yapmaya çalışıyoruz fakat her şey boşuna. Neden? çünkü, doğanın üstümüzde olduğunu hissediyor, fakat bunu durumun yukarıdan olduğunu keşfetmeye başlamamızdır ve özetle bu hali beğenelim ya da beğenmeyelim bu yüzden harekete geçiriliriz. Durumumuz arasında ki uzlaşma eksikliği ve gerçekte ne oluyorsa bütün sorunlarımızın sebebi bu algı olmaktadır.

Ve bu süre içinde keşif edilen yönetimin küresel ağı, gittikçe daha fazla bağlanmış olmaktadır. Ne yaparsak yapalım bir fark yaratmıyor, buna cevaben bir patlama ve ciddi bir reaksiyon hissediyoruz. Hiç bir şey başarılı olmayacaktır, dünya parçalanıyor, aileler bölünüyor, çocuklar her yöne doğru uzaklaşıyor, her şey ellerimizden kaçıp gidiyor. Bu gibi bir çok sorun bizi bir sonuca getirmelidir, biz bu evren içinde, bu yaradılışın amacı olarak adlandırılan küresel sistem dahilinde ve bunun sadece küçük bir parçasıyız.

Bu kirizler bizi, bu programın bir parçası olduğumuzu ve bu durum programı tanıyarak ki burada özgür bir şeçime sahip olduğumuzu ve  bu kendi seçimlerimizden gerçekleştiğini keşfetmemize yardımcı olur. Ancak o zaman bize ‘insan’ denilebilir.

Ve özgür seçimimiz ile bu programı yürütmek istemezsek, o zaman kendi irademize karşı bunu yapmak zorunda kalacağız çünkü bir şey yaparken başarılı olamayacağız! Dünyada kesin olarak görülen insanlığın doğası ve programına bağlı olduğunu gösteren sorunların daha fazla ortaya çıkmasıdır. Bunun nedeni, doğanın yaratıcı olduğu, yüce bir güç ve bunun içine dahil olduğumuz ve bizim güçlerimizin ötesinde  bir programın varlığıdır. Dünya görüşünde ve buna entegre  olmuş bir krizin  ortaya çıkışıdır.

Bu yüzden umumi nüfusun dışına çıktığımızda, ailede, işde, sağlıkta ve benzeri gibi bütün sorunların tek bir nedeni ve bir çözümü olduğunu onlara açıklamamız bize bağlıdır ve bu da aramızda ki doğru kurulan bağlantı ile sağlanır.

Bu Durgun Dünya

Michael Hoffman’nın görüşleri (PhD, Columbia Universitesi, NewYork): “Gelişen bu yüzyılda bir kişinin manevi özgürlük ihtiyaçı sorgulandı.  İnsanlar özgürlük değil, ancak güvenlik aramakta. Bir iktisadi toplumda özgürlüğün herkesin kendi hakkını düşünmek olduğu varsayılır (taktir edelir) herkes kendi istediklerini ve nasıl istediklerine karar vermeye hakları vardır.

Medya tarafından beyni yıkanmış bir kişi ile kitle kültürünün anlayamadığı, piyasanın  kişiye empoze etmeye çalıştıklarını değilde  kişinin diğerlerine ihtiyacı olduğudur. Herkese büyük bir seçim aralığı verilir, fakat bu kişisel bir seçim aralığı değildir, bu seçim sistem tarafından programlanır. Büyük şehirlerde, milyonlarca insan izole edilmiş olarak yaşamakta ve birbirlerinden nefret etmektedirler.

Toplum saldırganlığı besler,  genel bir rekabet atmosferi kaliteyi gerektirir ve aynı zamanda bunu bastırır. Artan baskı bunun tersi bir reaksiyona yol açarak, en aşırı şekillerde gizli saldırgan bir enerjinin açığa çıkmasına sebeb olur. İnsanın varlığı monotondur, tüm değişiklikler hayatımızda hiç bir şeyi değiştirmez. Bir kişi hareket halinde iken bu hareket ancak fiziksel olup, iç dünyası hala durgundur.”

Benim Yorumum: Sadece durumumuzun kötülüğünün tanımlanması yolu ile kendimize karşı olan tutumlarımıza ve böyle bir yaşama  son vererek bir çözüm bulacağız. Ancak tam bir çaresizlik bizi belirleyici bir  harekete geçirmeye zorlayacaktır. Ama böyle bir durum, uzun sureli bir ızdırap çekmeyi önliyebilmek için önceden gelen ızdıraba karşı bilinçi bir hal almak ve yeni gelişmelere doğru yönde hareket ederek başarılabilir.

Bu yol Kabala Bilgeliği tarafından sunulmakta çünkü bu erdemliliğin eğitimini alarak kendimize erdemlilik ışığını çekebiliriz ve  ilerlemek ızdırap tarafından itilerek değilde bunu yerine her çeşit  keyfin çekimi ile sağlanabilir.

Görünmeyen Hediyeler

Soru: Kurtuluş için neden ümit etmeye ihtiyacımız var ki umudumuz olmadan başarmamız imkânsızdır?

Cevap: Basitçe buna ne kadar ihtiyacımız olduğunu hissetmemiz gerekli. Bir şeylere bir eksikliğimiz olmadığı sürece Kap’ta yoktur; arzulanan doyumu almaya hazır değilizdir.

Yaradan biz arzuladığımız müddetçe bize hediyeler vermeye hazırdır. O tek bir şey talep eder; bu hediyeler için bir arzumuz olsun aksi halde hediyeleri hissetmeyiz. Eğer hediyeye ihtiyacı olmayan birine bir hediye verirsen bu kişi bu hediyenin içinde herhangi bir değer hissetmeyecektir.

Bu yüzden bir eksikliğimiz olsun ve o zaman zaten var olan hediyeyi keşfetmiş oluruz, hemen yanımızda, yanı başımızda. Etrafımızı saran tüm evren hediyelerle doludur; sadece siz görmüyorsunuz ve burada nelerin olduğunu hayal etmiyorsunuz. Her şey hazır sadece tek ihtiyacınız, bir eksiklik.

Bu sanki gözlüklerimi çıkarmışım ve önümde hiçbir şey görmüyorum gibidir. Böylesi bir durumda olan birine nasıl olurda hediye verilir? Üst Işık tamamen sükûnettedir fakat hediye senin Işık için olan doğru arzunun içerisindedir. Arzunu hazırla ve hediye ifşa olacak.

Yaradan’a ‘Bana ver, bana ver!’ diye talep etmene gerek yok. Kendi eksikliğimi hazırlamaya başladığım an keşfederim ki buna hazır değilim ve o zaman Yaradan’a talep ederim: ‘benim için hazırlamış olduğun hediye için arzumu şekillendirmeme yardım et’. Ve Yaradan yardım edecektir.

Ancak ben bu arzuyu şekillendirmediğim sürece hediyeyi hissetmeyeceğim. Arzu, hediye, Işık ile tam olarak uyuşmalıdır. Bütün bir arzum olmadığı sürece kurtuluş gelmeyecek yani sürgünün hiçbir hissinin olmadığı, dünyanın kralı, Yaradan için bir ihtiyaç. Yaradan’dan ayrılık benim için ölümdür! O benim dünyamda keşfedilmeli; aksi halde çok ihtiyacını duyduğum şeyi alamayacağım.

Eğer ben sürgünün bu hissine sahip değilsem nasıl olurda kurtuluş gelebilir? Eğer benim ihtiyacım yoksa hediye nasıl ifşa olabilir? İhsan etmeyi özlemlediğimi ve buna ulaşmak için hazır olmadığımı hissetmeliyim böylece Yaradan’ı beni kurtarması, Yüceliğini ifşa etmesi için zorlamalıyım.

O’nun ifşasına ihtiyacım yok öyle olsa O’ndan egoistik olarak haz almaya başlardım; daha ziyade O’nun yüceliğinin hissiyatına ihtiyacım var. Tüm talebim bu! Beni rahatlatacak tek şey bu, sürekli ihsan etmek hakkında düşünmeli ve bunu edinmek için Yaradan’ın yüceliğine ihtiyacım olduğunu anlamalıyım.

Arzumun Yaradan’ın ifşasına yerleşmiş bir formu almaya ihtiyacı vardır. Yaradan’a ihsan etmek istiyorum, O’na nasıl ihsan etmeyi arzumun içinde hissetmek için ve O benden razı olacaktır ve bu durum vasıtasıyla bana ihsan eder. Bu şekilde bu niyette O’nunla beraberiz, birbiriyle bağlanmış durumda, karşılıklı ihsan etmenin içinde.

Kimin aldığının kimin verdiğinin farkı yoktur. Yaradan verir ve ben veririm; O ihsan eder ve ben ihsan ederim, her ikimizde eşitiz. Eğer aramızda sevgi varsa, aksiyonlarımız tamamen eşittir ve kimin ilk kimin son olduğu önemli değildir. Öyle ki O Yaradandır ve ben yaratılan, tüm ifadeler kaybolur. Bebek anne için annenin kendisinden daha mı az önemlidir?

Soru: Yaradan’ın da alması mı bunu takip eder?

Cevap: Yaradan benden razı olur. Eğer O’nda alma arzusu yoksa O nerede haz alacaktır? O benim arzularımdan razı olur! Bebeğinden haz alan bir anne gibi çünkü bebek için her şey iyi gidiyor. Annenin hazzı bebekten geliyor.

Haz için olan arzumuzun ne kadar büyük olduğunu şimdi anlayabiliriz. Bunun içinde Üst’ün ihsan etme arzusu zaten vardır ve bu yüzden her şey bizim arzumuzla başlar ve biter.

29.04.2014 Tarihli Günlük Kabala Dersinin 5. Bölümünden, Baal HaSulam’ın Yazılarından

Dünyamız – Yolda Bir İstasyon

Soru: Eğer kişiye Hz. İbrahim’in düşüncesini açıklarsam, düzelmesine yardımcı olur muyum?

Cevap: Üç bin beş yüz yıl once tüm insanlık Babil’de yaşıyordu. İnsanların bazıları yaşamış oldukları gibi yaşamaya devam etmelerinin mümkün olmadığını anladılar. Büyüyen kriz, onları neden ve hangi amaçla yaşadıklarını sorgulamaya zorladı.

Bütün hayatları mahvoldu ve tamamen şaşkına döndüler. O zamanların Babil’i üç milyon nüfusu ile büyük bir imparatorluktu. Bazıları, yaklaşık beş bin kişi, doğada bir çeşit işleyişin, maddenin gelişimine dair belirli bir formülün var olduğunu anladılar.

Maddenin içinde, kendisini iten ve gelişimin tüm seviyelerinden geçiren, sonuçta da bir sonraki varoluş seviyesine getiren gelişimsel bir güç bulunmaktadır.

Tüm dünyamız bir ara istasyondur. Buraya ulaştık, çalışmalarımızı yürütüyoruz ve devam ediyoruz. Babillilerin bazıları bunu keşfettiler ve anladılar ki, buradan insan varoluşunun başka bir seviyesine dönüşüm yapmak mümkün ve bu seviye ile doğanın cansız, bitkisel ve hayvansal seviyeleri beraberce Adem (İnsan) seviyesini oluşturmaktadır.

Arzulardan bahsediyoruz. Sadece arzuları görürüz ve onların kapsamında hareket ederiz. Yaradılışın bütün derdi alma arzusudur, cansız, bitkisel, hayvansal ve hatta Adem’in özü de dahil olmak üzere. Onlar, maddenin kendisini içinde bulunduğumuz doğayı yöneten daha yüksek güçlerin çizgisine getirerek, madde ile çalışma yöntemlerini değiştirmeleri gerektiğini anladılar.

Biz doğrudan doğa tarafından kontrol ediliyor olabiliriz ve bundan kaçınabiliriz ve doğanın kaynağı gibi olmayı isteyebiliriz. Bütün farklılık budur.

Belirsiz bir kaynak yani Yaradan tarafından egoistçe hareket ettirilebilirim. Bu formda var oluyorsam, o zaman varoluşun cansız, bitkisel ve hayvansal seviyelerini hissederim ve Adem’in seviyesinden yoksun kalırım.

Adem seviyesi Yaradan’dan aldığım her şeyi sildiğimde ve O’nun gibi olduğumda gelir. Bu varoluşun tamamen farklı bir seviyesidir. Bu cansız, bitkisel ya da hayvansal değil, dördüncü seviyedir, Adem seviyesi.

En önemli ilke şudur ki; ben sürekli Yaradan tarafından etkinleştirilerek O’ndan alabilirim ve bu varoluşun ilk formudur. Ama varoluşun ikinci bir formu daha olabilir, egomu etkinleştiren Yaradan’ın komutlarına göre varolmak istemeyebilirim. Bu durumda O’nu Yaradan olarak adlandırmam, onun yerine “Firavun”, Yaradan’ın Ahoraym’ı (sırtı) olarak adlandırırım. Yaradan’a benzemek ve O’nun gibi olmak isterim. Bunun için O’nun kontrolünü keserim, O’nun etkinleştirmesine razı olmam. İnsanların zihinlerindeki gerçek devrim budur. Bazı Babilliler bu keşif ile ilgilendi ve bu yaklaşımı kabul etti. Gördüler ki, hayat onları buna doğru itiyordu. Yaradan yavaş yavaş onları zorlamıştı, onlara sorunlar, bir kriz ve kötü hisler göndermişti.

Bugün, bizler yine Babil’deki gibiyiz; hayat çok kötü. Ve sorun şu ki; bizler Yaradan’ı bilmeyen eski Babilliler gibiyiz. O zaman bile, sadece küçük bir grup doğanın bu eyleminin maksatlı olduğunu ve  kökeninin daha yüksek bir güçte olduğunu öğrendi. Bugün, bunu biz de anlamak için öğrenmeli ve tüm dünyaya öğretmeliyiz.

Yayım tarihi: 12 Nisan, 2014