Kronik Yorgunluktan Nasıl Kurtulunur?

Soru: Son yıllarda, birçoğu uzun dinlenme ve uykudan sonra bile kronik yorgunluk sendromu geliştirdi. Hastalığın nedenleri hala bilinmemektedir ve buna göre etkili bir tedavi yoktur. Bazı araştırmacılar, virüslerin bu hastalığın tetikleyicisi olduğuna inanıyor.

Kronik yorgunluk sendromu, insanlara ve ekonomiye çok büyük zararlar verir. Yalnızca Britanya’da 250.000 kişiyi etkiliyor ve ekonomiye milyarlarca pounda mal oluyor.

İnsanlar,  tam anlamıyla yatakta oturdukları yerde yatalaktırlar ve bu konuda ne yapacaklarını bilemezler. Yaşama gücünü nereden alsınlar?

Cevap: Bu sorun kasıtlı olarak ortaya çıkar, böylece hayatın gerçek anlamını buluruz ve onu önemsiz şeyler için boşa harcamayız.

Bu nedenle bir amaç olmadan, yaşamak için hiçbir nedenimiz olmadığını hissediyoruz. Herkesin kendine ait amacı olabilir ama onu bulmalıyız. Bizim evrimimiz, memnuniyet/doyum isteyen içimizdeki egoizmi geliştirmektir. Ve doldurma yoksa onu biz kendimiz aramalıyız. Bu nedenle, bir yandan çok bencil olduğumuz, diğer yandan da çok boş olduğumuz ortaya çıkar. Böylece sorunlar belirir.

Egoizmin büyümesiyle birlikte, onu sürekli dolduracak,  yaratıcı, gerçekten saygı duyulan bir şey aramamız gerekiyor. Bu nedenle, insanları sakinleştirici ile doyurmamalıyız. Bugün dünyada ilgisizlik, tarafsızlık ve her türlü sorun,  egoizmin büyümesi nedeniyle çok yaygındır ve biz insanlar ona doğru doygunluğu veremiyoruz.

Bencillik bizden tek bir şey ister: Bana hayatın anlamını ver! Aksi halde neden yaşamalıyım ki? Sorun bu. Hayatın anlamını bulmalı ve herkese sunmalıyız. Herkes onu bulsun, ancak dertlerimizi unutturan ama bizi doldurmayan küçük şeylerde değil.

İnsanlığın, hayatın anlamını bulacağını düşünüyorum. Ben şahsen buldum. Ama bunu herkese sunamam. Dileyen herkesi davet ediyorum.

İhsan Etme Uğruna Yaşama

Sovyetler Birliği’nde olduğu gibi, geleceğin toplumunda liderlerin kendileri için herkesin hakkından daha fazlasını almayacağının ve tüm iyi girişimleri yok etmeyeceğinin garantisi nerede?

Geleceğin toplumu, hiçbir zorlamanın, yukarıdan diktatörlüğün olmadığı açık bir toplumdur. Herşey sadece dostlar tarafından yönetilir. Bu nedenle Rusya’da olduğu gibi aynı şeyin olması mümkün değildir.

Toplumda meydana gelen süreçleri anlayan ve toplum nezdinde inanılır olan Kabalistler bunun başında olacaktır.

Geleceğin toplumu, herkes için aynı yaşam standardını oluşturmaya çalışacaktır. Orada, birinin çok çalışıp diğerinin tembel olacağına dair hiçbir korku yoktur. Herkes topluma verebildiği kadar çalışacak ve kendisi için doğru rolü bulacaktır.

Böyle bir toplumda, insanları çalışmaya zorlamaya gerek kalmayacaktır çünkü  kişi topluma yatırım yaparak, ruhunun ıslahı için üst dünyaya, gelecek dünyaya yatırım yaptığını görecektir. Bu nedenle, cesaretlendirmeye veya cezalandırmaya ihtiyacı olmayacak – topluma fayda sağlamak için her türlü fırsatı memnuniyetle karşılayacaktır, bunun kişisel olarak kendisine fayda sağlayacağını hissedecektir. Onun için toplumla kendisi arasında bir fark olmayacaktır.

Islah olmuş toplumun amacı “komşunu kendin gibi sevmektir” .

Geleceğin dünyasında para olmayacaktır, peki o zaman kişinin topluma ne kadar çaba harcadığını nasıl ölçebiliriz? Bunu nasıl kontrol edebiliriz? Kendimizi, bizi birbirimize bağlayan ortak bir sistemin içinde hissedeceğimiz bir duruma ulaşacağız ve bunun içinde her birimizin ne kadar yatırım yaptığını göreceğiz. Ve buna göre, toplumla birlikte yükselmek için herkesin topluma daha fazla dahil olmasına yardımcı olacağız.

Yavaş yavaş, aramızdaki Şehina adı verilen, bağ sistemi hepimize ifşa olacak ve onu cennete yükseltmemiz gerekecek.

Böyle bir toplum, tamamen ihsan etme üzerine inşa edilecek ve onun içinde alım, sadece yaşayabilmek ve ihsan edebilmek için var olacaktır. Kişi ihsan etme fırsatını ödül olarak algılayacaktır.

“Üç Kuşaktan Oluşan Bir Ailenin Değerleri Üzerine” (Linkedin)

Bugünün ailesinde genellikle evde çocuklarla birlikte yaşayan sadece tek bir yetişkin var. Ama Şükran Günü geldiğinde, tam boy bir ailenin değerlerini tartışmak için bir dakikanızı almak istiyorum. Ve tam boydan, sadece iki ebeveyn ve çocuk değil, daha çok büyükanne, büyükbaba ve çocukların hep bir arada olmasını kastediyorum. Yani, hepsinin aynı evde yaşamasına gerek yoktur, ancak yakın aile bağlarını korumanın faydaları, özellikle de sosyal olarak yalıtılmış olmanın çok kolay olduğu, üzüntümüz ve yıpranmamızın sebebinin bu olduğunu anlamadığımız günümüzde, bilmemiz gereken bir şeydir.

Maneviyatta, üç kuşağın özel bir anlamı vardır: onlar, duanın yükselişinin tüm sürecini temsil ederler. Bu, kişinin bir duayı yükseltmesiyle başlar, onu bir “aracı” vasıtasıyla en üst seviyeye gönderir ve en üst seviye, cevabı ‘‘aracı’’ vasıtasıyla dua eden kişiye geri döndürür.

Bu manevi kök, dünyamızdaki birçok olguda tezahür eder, ancak en hayati olanlardan biri, üç kuşaktan oluşan ailedir. Bu nedenle ailedeki tüm kuşaklarla bağları sürdürmek, zihinsel ve duygusal olarak çok sağlıklıdır.

Manevi faydalara ek olarak, büyükanne ve büyükbabalar çocuklara ebeveynlerin veremediklerini verebilir. Doğası gereği, ebeveynler daha yargılayıcı ve talepkardır. Birincil eğitimciler olarak, bu şekilde olmaları gerekir. Büyükanne ve büyükbabalar daha kabullenicidir ve çocuklara oldukları gibi sevildiklerini her zaman hissedebilecekleri bir yer verirler. Bu çocuklar için çok önemlidir. Ek olarak, çocuklar ebeveynlerinin kendi ebeveynlerine iyi davrandıklarını gördüklerinde, onlar da büyüdüklerinde ebeveynlerine iyi davranacaklardır; çünkü örnek, en etkili ve kalıcı öğretim yöntemidir.

Yaşlılar için torunlarıyla vakit geçirmek yük değildir; bu bir armağandır (elbette sağlıklarının ve enerjilerinin izin verdiği ölçüde). Torunlarıyla birlikte olmaktan zevk alırlar, bu onları kendi çocuklarına, ebeveynlerine bağlar, onlara canlılık ve sağlık verir. Ebeveynler için, çocukların büyükanne ve büyükbabalarıyla geçirdikleri zaman, birbirleriyle birlikte olma veya başka türlü yapacak zaman veya enerji bulamadıkları başka şeyler yapma fırsatıdır.

Ebeveynler çocuklarından ara sıra ayrıldıklarında, bu onların rahatlamasına yardımcı olur ve çocuklarla birlikteyken daha düşünceli ve sabırlı olmalarını sağlar. Aynı zamanda çocukların ebeveynlere, ebeveynlerin çocuklara olan özlemini artırır ve hiçbir şey insanları doğru miktarda özlemden daha güçlü bir şekilde bağlayamaz.

Bu Şükran Günü, herkese tüm aile ile bol sevgi ve mutlu tatiller diliyorum.

“Doğanın Çok Acımasız Olabileceğinin Bir Örneği Nedir?” (Quora)

Böyle örnekler yoktur, çünkü insanların doğayı nasıl acımasız olarak algıladıklarını anlasam da doğa hiç de acımasız değildir.

Doğa, bir parça kişisel çıkar olmaksızın, mutlak bir ihsan ve sevgi niteliğidir. Doğayı, zıt nitelikteki egoist kişisel çıkarımız içinde hissettiğimizde, o zaman doğanın zıt ucunu deneyimliyoruz.

Ben çocukken annem okulda düşük notlar aldığım için bana kızardı. Bu onu endişelendiriyor ve üzüyordu, ama o anlarda onu acımasız olarak görmeme rağmen, aslında bana karşı sevgi ve şefkatle davranıyor, mümkün olduğunca en ideal şekilde gelişmemi istiyordu.

Doğa tamamen özgeciliktir, bizim niteliğimiz de egoizmdir. Doğaya aykırı düşündüğümüz ve davrandığımız ölçüde, doğanın iyiliğine ve sevgisine zıt hissederiz. Bu, tüm olumsuz duygularımızın ve ıstırabımızın kaynağı olduğundan kendimizi kötü bir dünyada yaşıyormuş gibi algılıyoruz.

Yine de doğa kötü bir şey yapmaz. Sürekli iyiliksever bir tutuma sahiptir ve insan doğasının kendi içinde doğaya muhalefeti nedeniyle, yaşamda sayısız fenomeni bozuk ve kötü olarak hissederiz. Bunun için kendimizi veya doğayı suçlamamız gerekmez, bu sadece içinde doğduğumuz, bize verilmiş olan belirli bir durumdur.

Ancak, onu düzeltebilmemiz ve kendimizi doğa kadar özgecil ve eksiksiz yapabilmemiz için bize egoist bir nitelik verildi. Dahası, ne kadar evrimleşirsek, egomuz o kadar büyür ve yaşamlarımızda daha büyük acılara neden olan bir şey olarak, doğaya karşıtlığımızı o kadar çok hissederiz. Bu gelişme bizi, içten bir kendini dönüştürme arzusu geliştirdiğimiz bir noktaya götürmek içindir: benmerkezci, kendine-hedefli hareket tarzımızı, doğa ile dengeli özgecil, şefkatli ve sevgi dolu olan bir tarza değiştirmek. Doğaya daha çok benzemek için kendimizi değiştirme sürecine “ıslah süreci” deniyor ve bizlere, bu düzeltmeyi kendi halimize bırakıldığımızdan daha fazla farkındalık ve anlayışla geçirebileceğimiz bir yöntem verildi.

Ancak şu an için böyle bir farkındalığa sahip değiliz ve anne babamızın bize neden bağırdığını anlamayan çocuk gibiyiz.

Manevi Gelişim, Sevinç Olmadan İmkânsızdır

Bizler, tüm evreni dolduran, ışıkla dolu, sonsuzluk dünyasının içindeyiz. Ama bir şekilde var olabilmemiz için, bize küçük bir yaşam kıvılcımından başka bir şey vermeyen bu dünyayı boş hissediyoruz. Dolayısıyla bu dünyaya değer vermiyoruz. Onun içindeki her şey gizlidir, ancak onu ifşa etmemiz gerekir.

Gizlenme ve ifşa, sadece bize bağlıdır, başka hiç kimseye değildir. Sadece kendimi sonsuzluk dünyasında, sonsuz ışık okyanusunda, sonsuz doyumda ve hiçbir şeyden eksikliğimin olmadığına ikna etmeliyim. Eksik olduğum tek şey benim doğru tavrımdır. Dünyayla bu şekilde ilişki kurarsam, her şeyin orada olduğunu göreceğim.

Bu, sevinç, birlik ve karşılıklı destek duygusu sayesinde mantık ötesi inanca yükseldiğim anlamına gelir. Mutlak iyilik dünyasını bu şekilde keşfederiz ve algımız dışında hiçbir şeyin gerçekten değişmediğini görürüz.

Daha önce tüm dünyayı siyah olarak görmekteydim çünkü onu eksikliklerime göre değerlendirdim. Ve dünyaya karşı tutumumu düzelttiğimde, mantık ötesi inanca yükseldiğimde ve üst ışıkla, Yaradan’la dolu iyi bir dünya görmek istediğimde, gerçekte olan şeyin bu olduğunu anlarım.

Ve bu psikolojik bir telkin ya da kendini kandırma değil, doğru bir gerçekliktir. Dünyayı alma değil, ihsan etme niteliği içinde görmek için, kendimi sadece Malhut derecesinden Bina   derecesine yükseltmem gerekir.

O zaman dünya iyi olacak ve içinde her şeyin iyi olduğunu ve kötülük olmadığını göreceğim. Basitçe, herkes kendi bozukluğunun derecesine göre yargılanır: içimde kötülük varsa, o zaman etrafımda kötülük görürüm. Ve kendimi ıslah edersem, dünyayı ıslah olmuş görürüm. Hepsi benim içsel görüşüme bağlıdır.

Ve en doğru tutum sevinç içinde olmaktır. Ve bu nedenle şöyle yazılır: “Yaradan’a sevinçle hizmet edin.” Yaradan’ı ve O’nun yarattığı dünyayla sevinçle, şükranla, Yaradan’ı eleştirmeden, ilişki kurarsak dünyanın gerçekten iyi olduğunu hissedeceğiz. Bu, Malhut derecesinden Bina derecesine, mantık (Malhut derecesi) ötesi inanca (Bina derecesi) yükselmek istediğimiz anlamına gelir.

Yaradan bana iyi davranıyor ama bana, darbeler alıyorum gibi geliyor çünkü inanç içinde, ihsan etme gücü içinde olmak yerine, ben almanın içindeyim. O’nun bana karşı tavrını bozan benim. Bu nedenle, Yaradan’ın iyiliğini ortaya çıkarmak için her türlü çabayı göstermeliyim. Sonuçta, iyi olan ve iyilik yapan Yaradan’dan başka bir güç yoksa, dünyada kötülük olamaz.

Bana dünyada kötülük varmış gibi geliyorsa, bunun nedeni içimde bozuk olmamdır. Gerçekliğe karşı olan tavrım dışında düzeltecek başka bir şey yoktur. Ve o zaman kötülüğün olmadığını, sadece iyinin olduğunu göreceğim.

Sanal Topluluğu Kim Yönetmeli?

Soru: Sanal topluluğun nasıl ve kim tarafından yönetilmesi gerektiğini düşünüyorsunuz?

Cevap: Bu, iletişimimizin tüm özelliklerini, her türünü ve biçimini düzenleyecek özel bir manevi organ olmalıdır. Her şeyin üzerinde olmalı ve dünyaya buyruklar verebilmiş büyük Kabalistik düşünürlerden oluşan bir topluluğu temsil etmeli ve dünya, onları dinlemenin arzu edildiğini anlamalıdır.

Soru: Peki ya bugün sahip olduğumuz yatay bağlar, artık işe yaramıyor mu?

Cevap: Bugün herkesle bağlantılı olarak oluşturulan bu yasalar, tamamen bencilce, tamamen zorlayıcı yasalardır.

Soru: Gelecekte sanal bir dünya hükümeti oluşturulabilir mi?

Cevap: Elbette.

Egoizmin Gelecekteki Değişimlere Hazırlanması

Soru: İnsanlığın adil koşullara ve kanun önünde eşitliğe ulaşması neden bu kadar uzun zaman aldı? Ayrıca, bu manevi  eşitlik olmasa da, bunda hala biraz ilerleme görüyor musunuz?

Cevap: Evet, biraz ilerleme görüyorum. İnsanlığın şu anki duruma gelmesi çok uzun zaman aldı çünkü egoizm ile çalışıyoruz. Gelişiminin alt aşamalarında, egoizm gerçekten aşılmazdır. Onu gelecekteki değişikliklere hazırlamak binlerce yıl aldı.

Henüz bu değişiklikleri hissetmiyoruz, ancak yakında kendilerini göstermeye başlayacaklar. İnsan gelişiminin farklı aşamalarında, farklı tarihsel aşamalarda kendimizi bu değişimlere nasıl hazırladığımızı göreceğiz. Onların üstesinden gelebiliriz.

Her şeyin zaman içinde bu şekilde dağıtılmış olması, yalnızca doğanın kiminle uğraştığını anladığını ve her şeyi kendi içsel gelişim yasasına göre nasıl yapacağını bildiğini gösterir.

Egoizmi, yavaş yavaş etik, ahlaki ve nihayetinde manevi değişikliklere duyulan ihtiyacın farkındalığına getirmek gerekir.

Faydalı Tembellik

Soru: Bilim adamları, tembelliğin en yararlı özelliklerden biri olduğuna inanıyor. Tembelliğin sağlığı iyileştirdiğini, bizi daha üretken hale getirdiğini, yaratıcılığı artırdığını, beyni aşırı yüklenmeden koruduğunu, konsantrasyonu iyileştirdiğini, sağlığı artırdığını ve yaşamı uzattığını kanıtladılar.

Tembellikle nasıl savaşırız ve onunla savaşmalı mıyız?

Cevap: Bizler, sürekli olarak teknik ve psikolojik bir evrim içinde gelişiyoruz. Sonuç olarak, teknolojimiz ve en son iletişim araçlarıyla, kendimizi giderek daha fazla bağlıyor ve durmaksızın çalışıyoruz.

Bu daha önce böyle değildi. Tam tersine, insanlar zamanlarının çoğunu köylerinde evlerinde geçirdiler, başka birçok faaliyetle meşgul oldular.  Sıradan insan bile şafaktan alacakaranlığa kadar çalışmadı.

Her şey on dokuzuncu yüzyılda buhar motorlarının ve diğer teknik yeniliklerin geliştirilmesiyle başladı. Görünüşe göre ne kadar çok icat edebilirsek, o kadar çok çalışırız, kendimizi çekmek zorunda olduğumuz  bir arabaya koşarız.

Kişi daha az çalışmalıdır. Antik çağlardaki gibi ateşin yanında oturmalı (mecazi anlamda), çayırda dans etmeli, arkadaşlarını ve akrabalarını ziyaret etmeli, zamanının çoğunu her türlü evde veya sosyal etkinliklerde geçirmeli ve dinlenmek için zaman ayırmalıdır. Ama ne olursa olsun, tüm zamanınızı kimsenin ihtiyaç duymadığı çalışmaya ayırmayın, bu sadece birinin hesabına sıfır eklemek için yapılır.

Bu nedenle tembel olmak kötü değil, hatta faydalıdır.

Soru: Bir kişinin manevi gelişiminde tembellik diye bir şey var mı?

Cevap: Evet, bizler bunu hoş karşılarız. Manevi tembellik, kişinin gereksiz bir şey yapmamasına yardımcı olur, aksi takdirde tüm dünyayı yıkıma götürür. Bu nedenle şöyle denir:  “Ayakta durmak yerine oturun. Yürümek yerine ayakta durun ” ve bunun gibi. Yani tembellik faydalıdır. Daha az hareket daha az soruna yol açar.

İshak’ın Kuyuları

Kabala bilgeliğini yıllarca çalıştıktan sonra,  kişinin birdenbire tüm maneviyat arzusunu, tüm motivasyonunu, daha önce sahip olduğu tüm dürtüyü kaybettiğini keşfettiği ve nereden güç alacağını bilmediği bir olgu vardır. Kişi Yaradan’dan ona maneviyat özlemi için güç vermesini isteyecek güce bile sahip değildir.

Ve bundan başka, kişi haz alma arzusunun üstesinden gelme ve onu ihsan etme uğruna kullanma gücüne sahip olmaya özen göstermelidir. Bu nedenle çalışma, birbiri ardına değişen iki aşamada ilerler.

Bazen onu aşmak ve ihsan etme eylemlerini gerçekleştirmek için haz alma arzumla savaşırım. Ve bazen maneviyat arzusu için savaşırım çünkü kaybolur, maneviyatla ilgili olarak ölmüş gibi olurum ve yardım istemek veya almak istemem.

Bu iki koşulda da çalışmak zorundayız ve buna İshak’ın kuyularının kazılması denir. Toprak olarak adlandırılan haz alma arzusunun içinde, eksiklik hissiyatının, maneviyata ulaşma arzusunun sembolleri olan bu kuyular kazılmalıdır, ardından bu kuyular suyla,  Tora’nın sularıyla, Hasadim ışığıyla doldurulacaktır.

Kuyu kazarım çünkü maneviyat arzusunu, Yaradan’a ulaşma ve O’nunla birleşme arzusunu, ihsan etme ihtiyacını edinmek isterim. Önümde basit bir toprak var ve onu manevi bir alana dönüştürmek isterim. Bu nedenle, egoist arzu içinde eylemler yaparım, bu dünyadan cennete, manevi dünyaya ulaşmak için onu ortaya çıkarmak ve içinde boşluklar açmak isterim. Bu, İshak’ın çalışmasıdır.

Haz alma arzumu, onu ihsan etme eylemleri için, dost sevgisi için ve onlar aracılığıyla Yaradan sevgisi için, nasıl kullanacağımı anlamak amacıyla kazarım. Bu arzudan ihsan etme, sevgi, birlik arzusunu çıkarmak isterim. Bundan başka materyalimiz yok ve o, ıslaha gelmiş olmalıdır.

Öncelikle, ihsan etme uğruna arzumla çalışma arzumda, haz alma arzumda bir delik kazarım. Ve sonra bu delik suyla dolar ve kuyu olur, bu da ortak bir arzuyla, toprakla uygun bir şekilde çalışmamı sağlar.

Bir ev inşa etmek istiyorsak, önce temel için bir çukur açmamız gerekir. Ve aynı şey maneviyatta da olur; toprağı kazmalısınız yani kalbi ve oradaki tüm tozu temizlemelisiniz. Bu, arzularınızdan tüm egoist niyetleri çıkarmak anlamına gelir. Ve sonra bu yerde inşa etmeye başlayabilir yani ihsan etme uğruna olan arzuya niyet ekleyebilir ve bir bina inşa edebilirsiniz. Kalp hiç doldurulma olmadan boş kaldığında, inşa etme zamanı gelir.

İnsan, arzusundan, kendi iyiliği için olan niyetini çıkarmalıdır. Yaradan, sanki inşaat kazıkları çakıyormuş gibi, arzumuza kasıtlı olarak egoist niyetler yerleştirdi. Bizim de kuyu yapmak için onları dışarı çekip kalan delikleri suyla doldurmamız gerekir. Bereketli topraklar elde edeceğiz ve üzerine inşa edeceğiz.

Arzu, haz alma arzusu olarak kalır ve bizim işimiz, içindeki egoist niyeti, ihsan etmekle değiştirmektir. İhsan etme uğruna bir niyet varsa, o zaman kişi zaten arzuyu kullanabilir ve ondan binaları, ihsan etme basamaklarını, Yaradan’a benzer formlarımızı inşa edilebilir.

Egoist niyeti arzudan ayırmak, ancak grup vasıtasıyla, dostlarla birleşerek mümkündür. Tek başına niyeti değiştirmek ve hatta buna yaklaşmak bile imkansızdır.

Birleşiriz ve ortak arzumuzu birlikte kazarız, sütunlar üzerine bir ev inşa etmek gibi, kuyular kazılır, betonla doldurulur ve bu sütunların üzerine bir ev dikilir.

Tüm niyetlerimizin egoist olduğunu, kendi iyiliğimiz için olduğunu görürüz. Ve bu yüzden onları topraktan, arzularımızdan çıkarmak ve onların yerine ihsan etme uğruna olan niyetleri koymak isteriz.

Tora’da kuyularla ilgili birçok hikaye vardır. İbrahim’in çölde Beer Sheva yakınlarındaki kuyuları nasıl açtığını, ardından İshak’ın kuyularını anlatır. Gelecekteki gelinle buluşma da kuyuda gerçekleşir. Kahraman, kötüleri kuyudan uzaklaştırır, içinden ağır bir taş çıkarır ve herkese su verir.

Bu, ihsan etme uğruna edinilmiş niyetler nedeniyle kuyuyu tıkayan bir taşı (taştan kalp)hareket ettirebilen bir kişiyi sembolize eder ve sonra herkes kuyudaki suyun tadını çıkarabilir.

Dolayısıyla, Tora, tek çizgide ve üç çizgide çalışmaktan, farklı manevi seviyelerden bahseder, ama bu her zaman suyla dolu bir kuyu vasıtasıyla olur.

Suyla yani Hasadim ışığıyla dolu bir kuyu, canlandırıcı suyla dolu bir kuyuya dönüşür. Hasadim ışığı, dünyaya güç verebilir ve ekinleri yetiştirebilir.

Kuyu kazmak demek, basitçe toprak denen bozuk bir arzu içinde, ihsan etme niyetini almak demektir. Kuyunun olması gereken bir yer bulmalıyız. Eksikliği hissedin ve yerdeki bu oluk, su ile, Bina’nın özellikleri ile yani kendimiz için değil ihsan etme uğruna çalışma özlemlerimizle dolmaya başlayana kadar toprağı kazmaya başlayın.

Verme niyeti, haz alma arzusunun içindeki tüm bu boşluğu doldurduğunda, o zaman bu suyu toprağı sulamak ve ekinleri yeniden canlandırmak, hayvanlara (eşekler, develer veya insanlara) su vermek ve yavaş yavaş ıslahlara gelmek için kullanabiliriz. Kuyu kazmak, manevi çalışmanın başlangıcıdır.

“Dua Nedir? “

Hayatımızda biriken problemlere yol açan ben merkezli bir dünya algısı ve hissi içinde doğup büyüyoruz. Her türlü problemle karşılaşmamız, bize mevcut algımızın ve hissiyatımızın üzerine çıkma arzusu vermek ve herkes arasında sevgi, ilgi ve olumlu bağdan oluşan yeni bir dünya keşfetmek içindir.

Doğuştan gelen egoist algımız ve hissiyatımızdan, yeni bir özgecil algıya dönüşüm, “dua” adı verilen bir eylemle gerçekleştirilir.

Dua nedir?

Dua, kitap ne kadar kutsal olursa olsun, bir kitaptan sözler okumak anlamına gelmediği gibi, daha yüksek bir güçten dünyada bir şeyleri değiştirmesini istemek veya bireysel olarak kendine fayda sağlamak anlamına da gelmez. Daha ziyade, tüm gerçeklik algımız ben merkezli olduğundan, an be an kendi içimizde doyumu elde etmeyi hedeflediğimiz için, o zaman dua, ben merkezli yaklaşımımızı gerçeğe dönüştürmek ve herkese ve çevremizdeki her şeye faydalı olmak için samimi bir taleptir.

Başka bir deyişle, dua, olağan bir şekilde yaptığımız gibi, kişisel kazanç için başkalarını egoist olarak özümsemek, almak ve sömürmek yerine kendi kendini dönüştürme talebidir, bunun karşılığında ters yönde düşünmek ve arzulamak için gerçek bir irade geliştiririz: başkalarının yararı için vermek, ihsan etmek ve kendi kendimizi kullanmak.

Kalplerimizin derinliklerinden, kendi kendine dönüşüm için dürüst bir duanın sonucu, bilgelerimiz tarafından “Dostunu kendi gibi sev” emrinde yazılmıştır (Leviticus 19:18). Yani duamız bizi, kendimizi hissettiğimiz gibi başkalarını da hissettiğimiz bir duruma götürmeli, böylece egomuzun niyetini, verme niyetine çevirip ıslah ederiz.

Bu nedenle dua, başkalarını kendimizi sevdiğimiz gibi sevmek için gerçek bir arzuya ulaşmanın yanı sıra, kendimizi gerçekten ne kadar sevdiğimizin tam olarak açığa çıkması anlamına gelir. Eğer arzumuz doğruysa, kalbimizin derinliklerindense, egomuzu ıslah eden ve bize kendi öz sevgimiz ölçüsünde başkalarını sevme yeteneği veren daha yüksek bir gücün yardımıyla ödüllendiriliriz.