Category Archives: Toplum

“Amaçsız Bir Hayat Artık Hayat Değildir” (Medium)

“Life Overtakes Me” ile En İyi Kısa Belgesel Konusu dalında Oscar’a aday gösterilen John Haptas ve Kristine Samuelson,  4 Şubat 2020, Beverly Hills, California, ABD’deki Sinema Sanatları ve Bilimleri Akademisi’nde bir resepsiyonda poz veriyor.  REUTERS/ Mario Anzuon

 

Bir öğrencim, İsveç’te yasal statülerindeki belirsizlikler nedeniyle “teslimiyet/vazgeçme sendromu” adı verilen, komaya benzeyen bir hastalığa yakalanan mülteci çocukların hikayesini anlatan “Life Overtakes Me” (Hayatın Tutsakları-Türkçe versiyon adı) filmini izlemiş. Öğrenci, ölüm korkusunun en derin, en ilkel duygu olduğu iddia edilse de, çocukların nasıl olup da yaşam yerine ölümü “seçtiklerini” merak etmiş.

Sanırım öğrencimin yanlış anladığı yer burası: En temel korku ölüm korkusu değil, yaşam korkusu ya da daha doğrusu amaçsız yaşam korkusudur!

Yaşamın kendisinden daha yüksek bir yaşama sebebi olmadan yaşadığımız o dakika, yaşamın altında bir duruma ineriz. Hayvanların böyle soruları yoktur; onlar sadece içgüdülerini takip ettikleri için var olurlar. Dolayısıyla onlar için varoluş yaşamdır.

Öte yandan insanlar, yaptıklarını neden yaptıklarını bilmeye ihtiyaç duyarlar. Aksi takdirde harekete geçme motivasyonları kalmaz ve madde bağımlılığından depresyona, teslimiyet/vazgeçme sendromundan intihara kadar her türlü gerileme olgusu ortaya çıkar. İntihar ve diğer kendine zarar verme davranışlarının insanlarda bu kadar yaygın ve hayvanlarda bu kadar ender olmasının nedeni, insanların bir hedefe, hayatta bir amaca ihtiyacı varken hayvanların buna ihtiyacı olmamasıdır. Amaçsız bir yaşam ölümden daha kötüdür, bu yüzden insanlar ölümü amaçsızlığa tercih ederler.

Bununla birlikte, hayatta hiçbir amacımızın olmadığı duygusu güçlü bir motordur. Her şeyi sorgulamamıza neden olur. İnsanlığın en büyük keşifleri, insanlar hayata cevaplar aradığında yapılmıştır.

Bugün insanlar harika bir hayat sürmek için ihtiyaç duydukları her şeye sahip görünüyorlar, ancak yaşamak için hiçbir nedenleri yok. Bu nedenle hayatın ne için olduğunu merak ediyorlar.

Bu soru, insanın sorabileceği en temel sorudur çünkü cevap içimizde değil, aramızdadır. Varlığımızın sebebi, insanlığı kapsayan ağdaki değerimizdir. Her birimiz bu ağın eşsiz birer parçasıyız ve birimiz eksik olduğunda oluşan boşluğu kimse dolduramaz. Bu ağın gücüne katkımız ne kadar büyük olursa, birey olarak değerimiz de o kadar büyük olur.

Bu nedenle bugün sosyologlar ve psikologlar mutluluğun anahtarının sosyal bağlarımızın niteliği olduğunu keşfediyorlar. Yalnızca olumlu sosyal bağlara sahip olduğumuzda, her birimiz tüm insan ekosisteminin yararına kendi potansiyelini fark ettiğinde, ancak o zaman gerçekten mutlu oluruz ve aynı zamanda topluluklarımıza, ülkelerimize ve dünyaya katkıda bulunuruz.

Ancak her birimiz başkalarını önemsediğinde, üyelerinin halinden memnun ve mutlu olduğu, diğer insanları veya çevreyi sömürmeyen dengeli bir toplum kurabiliriz ve mutluluğumuzu, toplumun ve tüm dünyanın yararına kişisel potansiyelimizi gerçekleştirebileceğimiz yer olan, başkalarıyla aramızdaki bağda buluruz.

“Dünyamız Neden Daha Tehlikeli Hale Geliyor?” (Quora)

Evrimimizi insan egosu yönlendirir. Egomuz küresel ölçüde birbirine bağlı hale geldikçe, egoist bağlarımız birbirine bağlanır ve kendimizi, herkesin diğer herkesi kendi çıkarına kullanmak istediği bir tür yılan çukurunda buluruz.

Büyüyen ego bizi teknolojik, bilimsel ve sosyal olarak geliştirse de bu hale nasıl geldiğimizi sorguladığımız bir duruma gelmemiz gerekiyor.

Biz geliştikçe kendimizi daha mutlu etmek yerine, egoist gelişimimiz tam tersine yol açar. Bunu kendi lehlerine çevirmeyi başaran birkaç kişi dışında, hiç kimsenin böyle bir gelişme biçiminden gerçekten faydalanmadığını görüyoruz.

Dolayısıyla, sözde “ilerlememizde”, Kabala’nın “kötülüğün farkındalığı” olarak adlandırdığı bir duruma bizi yaklaştırmasından başka olumlu bir şey görmüyorum. Kötülüğün farkındalığı, hedeflerimizin yanlış olduğunu, olumsuz sonuçlara, artan acılara, korkunç bir hayata yol açtığını fark ettiğimizde gerçekleşir ve böyle bir duruma nasıl geldiğimizi sorgulayarak tüm varlığımızı yeniden gözden geçirmekten başka seçeneğimiz yoktur.

Ayrıca, egomuzun bugün küresel olarak birbirine bağlı hale gelmesi ne anlama geliyor ve bu, dünyanın giderek daha tehlikeli hale gelmesine nasıl katkıda bulunuyor?

Kabala’ya göre, gelişimimizi yönlendiren insan egosuna, yalnızca kendi çıkarı için haz alma niyeti nedeniyle “haz alma arzusu” denir. Ne kadar çok gelişirsek, ego o kadar büyük olur ve egoist hedeflerimizin fark edilmesi o kadar güçlü olur. O zaman, bu süreçte dünyayı yok etme anlamına gelse bile, kendimizi dünyadan kazanç sağlamak için giderek daha fazla başkalarını ve doğayı yiyip bitirmek isterken buluruz.

Henüz yolun sonuna gelip topyekün bir savaş başlatmamamızın nedeni, dünyanın sonunu kendi sonumuz olarak görmemizdir. Bununla birlikte, bugün dünyamızda ekonomik, kültürel ve sosyal çeşitli krizler belirmekte ve böylesi bir savaşın patlaması tehdidinde bulunmaktadırlar.

İlerideki ıstırabı hafifletmek ve gidişatı olumlu bir yola çevirmek istiyorsak, o zaman egoist ilişkilerimizi özgecil ilişkilere dönüştürebilecek yeni bir eğitim biçimine ihtiyacımız var. Günlük olarak karşılaştığımız eğitimsel, medya ve kültürel etkileri, bize gerçek doğamızın nasıl işlediğini, bölücülük yerine pozitif ilişkileri takdir etme ihtiyacını ve özgecilik ve pozitif bağın nasıl doğanın temel yasaları olduğunu öğretenlerle değiştirirsek ve sonrasında bunları düzenli örnekler ve alıştırmalar ile uygularsak, o zaman tarihte şimdiye kadarki en büyük geçişe doğru – artan tehlike, belirsizlik, boşluk ve kaygıdan, herkes için uyumlu, dengeli, huzurlu ve mutlu bir yaşam durumuna geçiş yolunda olacağız.

Küresel Bağımlılığın Kısır Döngüsünde

Yaradan, her birimizin çevresine bağımlılığını yarattı. İnsanlığın evriminde bile insanların nasıl yavaş yavaş birleştiklerini ve birbirlerine bağımlı hissettiklerini görüyoruz. Fetihler yoluyla, birbirleri arasındaki olumsuz ilişkiler yoluyla olabilir, ancak insanlar giderek daha fazla kültürel, bilimsel olarak birleşmeye başlıyorlar.

Günümüzde turizmin kazandığı öneme bir bakın. İnsanların içindeki bu bir yere gitme arzusu nereden geliyor? Bu yüz yıl öncesine kadar böyle değildi. İnsanların böyle arzuları yoktu. Ama içimizde yavaş yavaş gelişiyorlar.

Yaradan neden insanın, küçük çevresinden, evinden, ailesinden, şehrinden, ülkesinden başlayarak, tüm gezegeni, tüm insanlığı hissettiğim ve prensip olarak onlara bağımlı olduğumu anladığım devasa bir çevreye bağımlılığı yarattı?

Özellikle son zamanlarda bunu hissetmeye başlıyoruz. Petrol ve gaz kaynaklarına, bir yerde ne tür bir hasat olacağına vb. bağlıyız. Sonra tüm gezegene bağımlılık hissedeceğimiz şekilde hareket edeceğiz.

Ve bu bizi birbirimizle iyi ilişkiler kurma ihtiyacına götürecektir. Aramızdaki bağımlılığı ortadan kaldıramayacağız ama onu olumsuzdan olumluya çevirmek zorunda kalacağız. Ve o zaman tüm salgın hastalıklardan, bize zarar veren tüm sorunlardan ve virüslerden — her şeyden kurtulacağız.

Sonuç olarak, milyarlarca insana ihtiyacımız olacak noktaya geleceğiz ve tüm bunlar aslında benim kişisel ruhumun, sizin kişisel ruhunuzun, onun kişisel ruhunun ve ortak ruhumuzun yapısıdır çünkü o herkes için birdir.

“Acıyla Nasıl Başa Çıkabilirim?” (Quora)

Yaşadığımız ıstırap, beyin yoluyla bilincimize genişler ve ıstıraba karşı tutumumuz, onunla nasıl ilişki kurduğumuz, ıstırabın yoğunluğuna eşittir.

Bu nedenle, acıyla baş edebilmek için, doğanın bizi eninde sonunda parlak ve olumlu bir geleceğe götürecek olan planına göre acı çektirdiğini zihnimizde anlamamız gerekir. Doğa, insanlık tarihinde ilk kez adeta birer okul çocuğuymuşuz gibi kulağımızdan tutup, aydınlık ve sıcak dünyasını keşfedeceğimiz olumlu ilişkiler gerçekleştirmemiz için bize rehberlik ediyor.

Doğanın bizi götürdüğü nihai hedefe ulaştığımızda artık acı çekmeyeceğiz, çünkü acı çekmek önümüzde hiçbir amaç görmememize bağlıdır. Eğer bir amaç varsa, o zaman bu amaç acıyı emer.

Belirli çabaları uyguladığımızda, bu çabaları neşeli veya acı verici olarak deneyimleyebiliriz. Duyunun kendisinde, haz ve ıstırap arasında hiçbir fark yoktur, ancak ikisi arasındaki fark, bağlı olduğumuz fikirde yatar. Belirli bir çabada bir amaç eksikliği hissedersek – bir uçuruma doğru yönlenmişiz – o zaman acı çekeriz. Tam tersine, belirli bir çabanın bizi yararlanacağımız ve haz alacağımız bir hedefe götürdüğünü hayal edersek, o zaman sadece çabaya dayanmaya değil, onu uzatmaya ve hatta ondan haz almaya hazır hale geliriz.

Toplum olarak, doğanın bizi uyumlu bir geleceğe, istikrara, sorunsuz bir yaşama götürdüğüne dair tutumlarımızı ayarlar ve sosyal çevremizde medya, sanat gibi daha fazla fikirlere bizi yönlendiren girdiler yaratırsak, o zaman hayatımızda kolayca daha fazla ilerleme sağlayabileceğiz. O zaman acıların son bulduğunu tecrübe edeceğiz.

Er ya da geç, aktif olarak böyle bir yönde ilerlediğimiz bir noktaya geleceğiz. İnsanların icat ettiği bazı hayali değerler kisvesi altında, gelecek uğruna ölümüne savaştığımız birçok savaşa ve çatışmaya zaten girdik. Ancak bugün, insan yapımı ideolojilerimizi tükettik ve bize kalan tek şey, kendimizi doğanın kendi gelişim biçimine nasıl adapte edebileceğimizi bulmaktır.

Geçmişte çeşitli insan yapımı ideolojilerin öne çıkması için savaşarak, çok fazla acı ve hayal kırıklığı yaşadık. Ancak bugün, doğanın birbirine olan bağlılığını ve karşılıklı bağımlılığını eşleştirmeye doğru ilerlersek, sonunda acıdan ve hayal kırıklığından arınmış, olumlu bir sonuç alacağız.

O zaman kendimizi en rahat ve en mutlu durumda buluruz, tıpkı annemizin rahmindeymişiz gibi ama aslında milyarlarca kat daha fazladır. Bu, bütünüyle ilgilenildiğimizi hissettiğimiz bir durumdur. Bunu hayatımızda elde edersek, o zaman bu, anne rahmindeki hissiyattan çok daha büyüktür çünkü anne rahmindeyken etrafımızı saran ilginin farkında değilizdir. Toplumda böyle bir durum geliştirerek, anlayış, farkındalık ve başarı hislerinin eklenmesiyle birlikte tüm ilgi/özen hissini yaşayacağız.

O zaman doğanın, insanlığın ve evrendeki ve tüm dünyalardaki her şeyin, bizi nasıl her şeyi kapsayan bir nezaketle sardığını deneyimleyeceğiz. Böyle bir mükemmelliğe yaklaşıyoruz ve eğer acı çekme deneyimimiz olmasaydı, o zaman asla bunun bilincine varamazdık.

Bir İnsanı Şekillendirmek

Soru: Modern eğitim sistemi, bir sınıfta en fazla otuz kişinin çalışacağı ve öğretmenin yapılacak şeylere komuta edeceği şekilde düzenlenmiştir. Böyle bir düzenlemenin tamamen yanlış olduğunu söylüyorsunuz.

Cevap: Kesinlikle yanlıştır. Bu, öğrenciye doğru rol modeli vermez. Öğrenci grubun üyesi değil, öğretmenle iletişim halinde değil ve öğretmen öğrenciyle arkadaş değil.

Çocuklar daire şeklinde oturmazlar, yüzleri tahtaya dönüktür. Onlara falanca veri veriliyor, bunu hatırlayın, o kadar.  Kendini yetiştirme, başkalarıyla, dünyayla ve doğayla ilişkilerini şekillendirme eğilimi insanın içinde yaratılmaz. Ve bu en önemli şeydir.

Bilimde neden bir kriz olduğunu görüyoruz çünkü tüm bu bilgiler bize hiçbir şey vermiyor ve kesinlikle mutluluk getirmiyor. Bu bilgiyle yaptığımız şeyler bile sadece sorunlarımızı şiddetlendiriyor.

Bu nedenle, her şeyden önce, bir kişinin oluşturulması/biçimlendirilmesi gereklidir. Bunun için pratik olarak eğitmenlerinin, öğretmenlerinin öğrencilerin arkadaşları gibi aynı seviyede olduğu, küçük öğrenci grupları olmalıdır. Ve yavaş yavaş, örnekler vererek ve öğrenciler arasında doğru ilişkileri düzenleyerek öğretmenler bunları geliştirmelidir.

Kabala bu konuda çok şey söylüyor. Hâlihazırda çocuklarımızla çalışan eğitmenlerimizi bu şekilde yetiştiriyoruz. Bunun faydalarını görüyoruz. Üstelik bu, çocukların ebeveynlerinden ayrılmamaları, evden kaçmamaları ve herhangi bir “pijama” partisine katılmamaları durumunda açıkça somut bir faydadır.

Tamamen farklı bir insan oluşur. Onu kapatmıyorsun, aşırı erdemlilik taslayan birisi yapmıyorsun, aksine onu doğru hedefe yönlendiriyorsun.

Toplum bununla ilgilenmeli ve kendini yeniden inşa etmelidir. Ve kiminle başlayacağı önemli değil, çünkü hem ebeveynler hem de çocuklar ve tüm nesiller bu koşulun içindeler.

Günümüzde tüm topluma, her yaştan insana bakarsanız, birbirlerine karşılıklı bağımlılık ve karşılıklı etki halinde olduklarından, hiçbiri neden var olduğunu anlamıyor. Hepsine gerçeğin doğru algılanmasının öğretilmesi gerekiyor.

“Zeka Paradoksu: Neden En Zeki Türler En Çok Zararı Veriyor?” (Linkedin)

İnsanlar gezegendeki en zeki türdür. O halde neden kendimize, diğer tüm türlere ve üzerinde yaşadığımız gezegene en çok zararı da biz veriyoruz? Nasıl oluyor da üstün zekamız, durumumuzu iyileştirmesi gereken ama her zaman daha da kötüleştiren planlar yapıyor? Cevap basit: Zihinlerimiz harika ama kalplerimiz o kadar çok kötülükle kirlendi ki, düşünme şeklimizi bozuyorlar ve bozuk düşüncelerimiz, kalbimizdeki kötülüğü yansıtan kirli ve bozuk bir dünya yaratıyor.

Çizdiğimiz her planı, önceki planların başarısızlığına dayandırıyoruz, yoksa yenilerini çizmemize gerek kalmazdı. Ancak tüm başarısızlıklara neden olan kökü – yozlaşmış kalplerimizi – düzeltmediğimiz için, sadece ıslahı “hızlandırma” niyetiyle bir öncekini çizdiğimiz aynı kötü zihniyetle yeni planlar çiziyoruz. Sonuç, bu nedenle, dünyamızın yozlaşmasının hızlanması olacak.

Şayet bugün çizdiğimiz planların bir faydası varsa, o da bizim beceriksizliğimizi ortaya çıkaracak olmasıdır. Her şeyi ve herkesi sömürmeye çalışan yozlaşmış kalplerimiz nedeniyle, zihinlerimiz başkalarını yok etmekten ve kendimizi geliştirmekten başka bir amacı olmayan planlar kurarlar. Bu tüm insanların doğası olduğundan, değişen derecelerde, planlarımız birbiriyle çarpışır ve her şeyi, üzerinde durduğumuz zemini, bizi besleyen bitkileri ve hayvanları ve nihayetinde bizi yok eder. Ego temelli bir medeniyet, yardım edemez  ancak yıkıma neden olabilir.

İnsanlık ile diğer türler arasındaki temel fark, biz yenmek isterken onların hayatta kalmak istemeleridir. Bu yüzden zekamızı geliştirdik: başkalarını geçmek ve yerinden etmek, başkalarının başarısını, varlığını sürdürmesini inkar etmek ve onları ya köleleştirmek ya da yok etmek.

O halde gezegenimizi ve kendimizi kurtarmanın tek yolu, üstün zekamızı kullanarak kalplerimizi değiştirmektir, böylece aklımız bencil kalplerimizden ziyade gerçek çıkarlarımıza hizmet eder. Bunu birbirimizi düşünmeyi öğrenerek, sadece kendilerini yükseltenlerden ziyade düşünceli olanlara değer vermeyi öğrenerek yapabiliriz.

Doğal hissettirmeyebilir, ancak kendi doğamız açıkça bizi hiçbir yere götürmüyor. Bu yüzden, aklımızı bize gerçekten fayda sağlayan bir şey için çalıştırmaya başlamanın zamanı geldi.

Her birimizin daha iyi bir insan olmaya çalışması yeterli değildir. Sosyal çevremiz bizden daha güçlü ve bizi herkes gibi davranmaya zorlayacaktır. Başarılı olmak için ortak bir çaba göstermeliyiz.

Birlikte çalışırsak başaramayacağımız hiçbir şey yoktur. İnatçı insan doğası bile kolektif gücümüzle boy ölçüşemez. Düşünmenin ve empatinin sadece toplumumuz için değil, yaşamlarımız için de önemini anlarsak, dağları yerinden oynatabiliriz.

Doğanın Bozulması

Soru: Günümüzde bazı araştırmacılara göre her onuncu evli çift, tıbbi yardım almadan çocuk sahibi olamıyor. Evli çiftlerin %40’ında kısırlığın nedeninin bir kadının hastalığı olduğunu ve vakaların %45’inde sorunun bir erkekte olduğunu belirtmekte fayda var.

Günümüzde bir insanın çocuk doğuramamasının manevi kökleri nelerdir?

Cevap: Bu, egoist gelişimimizin bir sonucudur. İhsan eden, hayat veren kısım erkekten gelir. Ancak egoizmimizle kendi içimize o kadar kapalıyız ki bunu bile yapamıyoruz. İçsel, zihinsel, manevi niteliklerimiz fizyolojik düzeyde kendini göstermeye başlar.

Bugünlerde cinsiyetlerle, birbirleriyle etkileşimleriyle, ne kadar kendi içlerine çekildiklerine bakın: kadınlar kendilerini kendi toplumlarına, erkekler de kendi toplumlarına kapatıyorlar. Bazı ikincil, alternatif cinsel tatmin biçimleri buluyorlar. Yani her şey doğal değil, her şey doğadan çok uzak. Ve bu büyümeye devam edecek.

Soru: Bu neden oluyor?

Cevap: Bu, tüm insan ırkının gelişimi boyunca devam eden uzun bir hikâyedir. Bir zamanlar Antik Yunanistan’da, Doğu’da vs. kadınlar arasında veya erkekler arasında karşılıklı çekim kültürlerinin tamamı vardı. Ancak bu mutlak bir norm değildi ve örneğin aristokrasi veya haremler gibi çok dar bir insan çevresi arasında geliştirildi.

Kişi buna ihtiyaç duyar, çünkü egoizmi nedeniyle karşı cinsle normal teması, sıcaklığı, en azından karşılıklı anlayış ve destek duygusu bulmak için gerçekten tatmin edici, zevkli bulmaz.

Bunun özellikle sinir sistemini, kalp sistemini ve diğerlerini etkileyen çok sayıda hastalığın nedeni olduğuna inanıyorum. Cinsiyetler arasındaki doğru ilişki insan doğasını dengeleyecek, stres, psikosomatik ve kalp hastalıklarında azalmaya yol açacaktır.

“Neyi Değiştirmeliyiz? Ama Neyi Değiştiriyoruz?” (Quora)

Birbirimize karşı içsel tutumumuzu değiştirmeliyiz: kendimize faydayı başkalarına fayda sağlamaktan önce tutan doğuştan gelen egoist tavrımızdan, kendi yararına değil başkalarına fayda sağlamaya öncelik veren yeni bir özgecil doğaya doğru. Bunu yapmak, bizi doğanın özgecil ve birbirine bağlı formuyla dengeye götürür, bu da doğada barınan pozitif gücü birbirimizle kurduğumuz yeni özgecil bağ zincirlerine davet eder ve bu suretle sonsuzluğa ve mükemmelliğe ulaşırız.

Odaklanmamız gereken tavrımızın içsel değişimi yerine, egoist doğamız dışındaki her türlü şeyi değiştirmeye odaklanıyoruz: herhangi bir uyum veya dengeye ulaşamamak ve bunun yerine giderek dengesizleşmek ve bölünmek, sonuç olarak bir acı birikimi yaşamak.

Birbirimize karşı tavrımızın içsel olarak değişmesi, eğitim gerektirir – bugün sahip olduğumuzdan farklı bir eğitim. Eğitim, çevresel etkilerimizi, egoist doğamızı özgecil karşıtına değiştirme arzusuna ulaşacak şekilde düzenlemek anlamına gelir. Başka bir deyişle, toplumdaki özgeciliğin düzenli pozitif örneklerine tanık olarak ve insan doğasının ve genel olarak doğanın nasıl çalıştığını daha iyi anlamamızı sağlayan bilgeliği öğrenerek ve kendimizi bu kaderci egoizmden özgeciliğe geçişe doğru yönlendiren evrimsel bir eğilimle nasıl hizalanacağımızı öğrenerek. doğamızda bir değişiklik yapmaya başlayabiliriz.

Bu bencillikten özgeciliğe geçişi yaşarsak, insan ilişkilerimizde, doğayla, aileyle, işle, kültürle, bilimle ve kelimenin tam anlamıyla faaliyetin her alanında büyük bir dönüşüm ve yükselme görürüz. İçsel değişimlerimizin bir sonucu olarak hayatımız tamamen olumlu bir forma dönüşür. Bu nedenle, sonunda hepimizin geçmesi gereken içsel değişim hakkında eğitime ve teşvik etmeye yardımcı olmaya odaklanmalıyız.

Eğitim olmadan, böyle bir içsel değişimin gerçekleşmesini bekleyemeyiz. Bunun yerine, birbirimize karşı tutumlarımızın dışında her türlü değişikliği yapmaya çalıştıkça, ıstırabın birikmesini bekleyebiliriz, bu da bizi eninde sonunda bir içsel değişim aramaya yöneltecektir. Ancak ikincisi, sadece artan çaresizlik ve çaresizliğe yol açan istenmeyen ve talihsiz bir süreçtir ve günümüz dünyasında büyük ölçüde yaşadığımız süreçtir.

Dolayısıyla yeni bir eğitim temeli kurarak sıfırdan başlamamız gerekiyor. Doğanın nasıl çalıştığını, doğadaki yerimizi, gelişmenin amacını ve planını ve bu amaç ve plana uyumlu bir şekilde nasıl uyum sağlayacağımızı açıklayan bağ kurma bilgeliği, birbirimize karşı içsel tutumlarımızda bir değişikliği etkilemede artandır. Ancak, böyle bir eğitimin başarılı olması için, parçası olduğumuz bir çevre gibi işlemesi gerekir.

Doğamızın egoistten özgeciliğe geçişini sağlayan çevre, bize en uygun koşulları, doğru miktarda ısıyı sağlayan ve sonunda bizi yeni bir forma sokmak için ihtiyaç duyulan koşullara kendini ayarlayan bir kuluçka makinesine benzer şekilde çalışmalıdır. Başka bir deyişle, böyle bir ortamın insanların arzularına uyması gerekir; hiçbir şekilde zorlayıcı veya baskıcı olmamalıdır; ve bağlılık ve katılım yoluyla doğanın daha derin özgecil işleyişi hakkında bilgi edinmeleri için insanlara ilham vermelidir.

Parlak Bir Gelecek İstiyorum

Soru: Bir zamanlar normal bir şekilde yaşadık, beş yıllık, on yıllık planlar yaptık vb. İnsanın bir geleceği vardı. Günümüz ise stres, kaygı, depresyon ve gelecek için korku zamanı. Ve çarpıcı olan, savaşların, küresel ısınmanın, tsunamilerin, depremlerin, volkanların ve virüslerin olacağını bilerek insanlığın korku içinde yaşamaya alışmasıdır. Bu duruma alışmamız mı gerekiyor, böyle mi yaşayacağız?

Cevap: İnsan vücudunun savunma denen bir tepkisi vardır. Doğamızın savunma tepkisi olan egoizm, her zaman stres altında, sürekli endişe vb. içinde olamaz. Kişi herhangi bir olumsuz duyguyu bir şekilde uzaklaştırmak, etkisiz hale getirmek ve hatta başka bir şeye dönüştürmek zorundadır. Eğer kesinlikle hiçbir şey yoksa ölürüm ve ondan sonra bir cennete, gelecekteki bir dünyaya sahip olurum. Çektiğim acı, vs boşuna değildi.

Soru: Yani bu bir tür mikro sedasyon mu?

Cevap: Elbette. Böyle bir karakter özelliği olmasaydı, bir insan için böyle bir olasılık olmasaydı, insanlar daha önce uydurdukları buradan sonra onları cennetin beklediği düşüncesiyle intihar ederdi.

Soru: Yine de, gelecek bizi özellikle parlak hiçbir şeye hazırlamaz, ancak tüm bu gelecek karanlığında küçük parlak noktalar mı arıyoruz?

Cevap: Gelecek bize, bizim gelecekte hazırladığımızı hazırlar.

Soru: Yani bu geleceğimizi, kendimiz mi kuruyoruz diyorsunuz?

Cevap: Sadece sen, kendin.

Soru: O zaman bana söyler misiniz, bununla nasıl yaşayabiliriz? Şimdi parlak bir gelecek inşa edebilir miyiz ve gelecek parlak olacak mı?

Cevap: Şayet siz, bir zamanlar çok çekici olan ve birçok insanın mümkün olduğuna naifçe inandığı planlarınızı kendiniz icat etmezseniz. Aklıma gelen şey olacak.

Soru: Kişi nasıl yaşamalı? Nasıl farklı bir gelecek inşa edebiliriz? Başka bir gelecek nedir?

Cevap: Sadece değişmez doğa yasalarına göre. Bu yasalar doğru, mantıklı ve uygulamaya hazırdır.

Ve onlar gerçekleşecektir ve eğer onları bilirsek bu bizim için daha iyi olacaktır ve onlara göre şimdiki anımızı inşa edeceğiz. Kabala biliminin yaptığı şey budur. Kabala, tüm güçlerden, tüm doğa yasalarından, bunları en aza indirgemekten bahseder ve bize optimizasyon ve iyileştirme yönünde geleceği etkilemek için ne yapılması gerektiğini açıklar.

Soru: Doğanın benim için ne hazırladığını, beni neye götürdüğünü nasıl bilebilirim?

Cevap: Doğa, geleceği değiştirmek ve ona ulaşmak için hangi fırsatlara sahip olduğunuzu fark etmenizi sağlar. Bu, her bir kişinin bu geleceğe katılımına bağlıdır.

Soru: Seçeneklerim neler? Ne yapmalıyım?

Cevap: Kendi geleceğiniz üzerindeki etkinizi bilmek istemeniz gerekir. Onu inşa etmemiz, yaratmamız gerekiyor. O, senin yaptığın gibidir. Size doğanın kanunları anlatılıyor ve bir inşaat oyuncağı gibi geleceğinizi onlardan inşa etmelisiniz.

Soru: Doğanın temel yasası nedir?

Cevap: Doğanın temel yasası, insanın doğa yasasıyla örtüşmesidir. Ben terse çevirmiyorum. Doğa yasası, dünya sisteminin ideal bir resmi önümüzde görünene kadar evrensel ihsan etme ve sevgi, evrensel birleşme, evrensel tamamlayıcılık yasasıdır.

Soru: Sadece buna doğru mu gitmeliyim?

Cevap: Evet. Ve daha fazlası yok.

Soru: Yani hiçbir şeyle savaşmamalı mıyım?

Cevap: Sadece bu kanunu yerine getirmek için savaşın.

Soru: Bu mücadele kiminle?

Cevap: Bu savaş elbette kendinle. Sadece. Yani aynada suçlanacak bir şey yok. Bu şekilde çalışmalıyız ve sonra ne yaparsak onu elde ederiz.

Soru: Yani, eğer herkes diğerine değil de kendisine yönelirse, o zaman geleceğin bu resmini terse çevirecek miyiz?

Cevap: Dilediğimiz ölçüde. İstediğimiz ölçüde yapacağız.

Neden Bazı İnsanlarda Patlamalar Oluyor?

Patlamalar sadece bazı insanlara özgü değildir, aynı zamanda cansız, bitkisel ve hayvansal doğa seviyelerinde, sakin bir duruma yol açmak için gerginliğin patladığı birçok olay vardır.

Örneğin, volkanik patlamalar, yer altında çok fazla gerginlik biriktikten sonra ve artık iç gerginliği korumanın imkansız olduğu bir duruma ulaştığında ortaya çıkar. Dış kabuk artık içindeki gerilimi tutamaz ve sonra volkanik lavların ve küllerin yeryüzünden nasıl püskürdüğünü görürüz.

Bu, doğanın cansız, bitkisel ve hayvansal seviyelerinde ve ayrıca insanlarda da bu şekilde çalışır. İnsanların, karmaşık bir sosyal etkileşim ağı içinde yaşamaları nedeniyle, doğanın geri kalanından daha fazla patlama yaşaması için pek çok nedeni vardır. Genel olarak, her türlü sorun ve acıyla bizi sürekli etkileyen kapalı bir sistem içinde yaşıyoruz ve Sürekli büyüyen arzularımızın gerilimi, sosyal etkileşimlerimizden belirli bir miktarda gerilimle birleştiğinde, o zaman, aile içinde kişisel düzeylerde veya kamusal patlamalarda, sosyal düzeylerde ve hatta belirli devlet veya devlet dışı aktörlerin şiddet uyguladığı ulusal düzeylerde olsun, artan bir patlama ihtiyacıyla karşılaşırız.

Böyle bir gerginliği yatıştırmak şöyle dursun, artık onu tutamadığımızdan yanardağ örneğine benzer patlamalar yaşarız. Bazı insanların iç gerginliklerini azaltma yeteneğini görmelerinin tek yolu budur. Bazı insanların çok fazla stres altındayken gerginliği azaltmak için bağırdıkları veya koşmaya gittikleri örnekler vardır, çünkü aksi takdirde gevşeme eksikliği kalp hastalığı veya diğer sağlık komplikasyonları gibi başka sorunlara yol açabilir.

Kısacası, egomuz –başkalarının ve doğanın pahasına zevk alma arzusu– ne kadar büyürse, patlamalara o kadar meyilli oluruz, çünkü arzularımız giderek daha fazla tatmin olmak ister ve bu tatmini sağlamanın koşulları daha da zorlaşır ve giderek daha fazla insan kendilerini sakinleştirmenin belirli bir tür patlamadan başka bir yol görmez.

O zaman insan egosunu evcilleştirmenin, ona aradığı sakinliği vermenin önemini görebiliriz. Egomuz ne kadar büyürse, egoist benliklerimizin kötü doğasını tanıma durumuna o kadar yaklaşırız ve doğayla denge ve uyum içinde olan yeni bir özgecil doğaya geçişten geçmeye daha istekli hale geliriz.