Category Archives: Toplum

Kıskançlık Bir Kusur Değildir

Soru: Kabalistler, kişinin bu dünyayı terk edip, manevi dünyaya adım atması konusunda kıskançlığın yardımcı bir özellik olduğunu atfeder. Tabii, neden diğerlerini kıskanmalıyım ki? Sonuçta, herkes özeldir ve her birimiz kendi yolunda ilerler. Niçin diğerinin eşsiz oluşu beni kıskandırmalıdır ve  neden yolumda ilerlerken buna müsaade etmeliyim ?

Cevap: Kıskançlığımı, nefsimi, bana saygı duyulması için oluşan arzumu bilerek uyandırdım. Bu, diğerlerinin başarılarını kıskananlar veya saygı arayan sıradan insanlar konusu değildir. Bu dünyada bizler  her türlü anlamsız ve saçma şeylere karşı kıskançlık duyarız. Ben ise aksine yaşam için gerekli temel olanı dikkate alıp, diğer şeylerle ilgilenmem. Temel gereksinimlerimi karşıladıktan sonra, kendimi manevi çalışma için inşa eder, kıskançlık gibi konuları da araç olarak kullanırım.

Nitekim başka türlü ilerleme sağlamak için başka bir şeyim olmaz. Kıskançlık, nefis ve saygı üç bencilce yaklaşım olup, içimde bu özellikler bulunmadan nasıl çalışmamı yaparım? Bu özelliklerin konusu beni bu dünyadan dışarıya çıkaracaktır; bu BYA dünyalarını terk edip, Atsilut (O’nun yeri, gelişimin başlangıç yeri)  dünyasına geçmek gibidir.

Manevi şekilde çalışma yapmak istersem, diğerlerinin çalışmalarına bakar ve onların önünde kendimi sıfırlarım. Daha sonra onları neslin en yüceleri olarak görürüm: Onlar daha mesafe sarfederek ilerlemişlerdir, onlar ıslahın son haline erişmişlerdir ve ben onları kıskanırım. Eğer kıskanmaz isem, gücüm olmaz ve ilerleyemem. Egoma karşı ilerleme sağlamak için tüm kuvveti kazanırım. Doğru ilerleme doğru niyet ile yani maddenin üzerine takınmış olduğu formu Işık bana sunar, nitekim yükselmeye çalıştığım konu ise başlı başına benim kendi egomdur.

Soru: Doğru niyetimi, kıskançlık özelliğinden nasıl koruyabilirim?

Cevap: Kıskançlık, nefis ve saygı arzusunun derecesine göre niyet inşa olur. Kıskançlık duygusunu, Yaradan’ı kıskanmaya, Yaradan’a saygı duymak için saygı arzusuna, O’nunla bir olma dürtüsü oluşacak şekildeki nefsinize dönüştürürsünüz. Böyle olmaz ise, neyin ıslahını yaparsınız ki? Ne inşa edersiniz ki, bulutlar arasında havalı bir şato mu ?

Soru: Fakat hala, kıskançlık  hissi duyarsam, onun ateşi beni tüketir.

Cevap: Hayır, kıskançlık hissinin uyanmasına izin veriniz, nefsiniz, saygı duyulması için arzunuzun belli sınırına kadar. Bu sınır aşıldıktan sonra, sizin için bunun önemi kalmadığı zaman, bunu anlamanız için ”çalışma sahasını” belirlemelisiniz. Herşey kontrol altında olmalıdır; nitekim böyle olmayacaksa, başlamamalısınız.

Kısaca, deneyiniz. Kıskançlık durumuna düşeceksiniz diye korkmayınız. Bunun üzerinde çalışınız. Dostlarınızı kıskanırsanız şanslısınız; bu iyidir. Sonuçta, ilerleme sağlayabilmek için başka kuvvetimiz yoktur. Eğer ben çevre olmaksızın yaşasaydım, hayvan gibi olurdum. Diğer yandan, eğer toplum devamlı dostlarımı bana örnek göstererek bendeki noksanlıkları ortaya çıkarır, beni  kışkırtır ve teşvik ederse, bu benim yaşamda ilerleme sağlamama yardımcı olur. Benim yalnızca iyi örnekler sunan, kıskanmamı sağlayacak, özel bir çevreye ihtiyacım vardır.

12.9.2012 tarihli Günlük Kabala Dersi’nin 4. Bölümü’nden, ”Dünyada Barış”
Bu makale Dr Laitman’ın blogunda 16 Eylül 2012 tarihinde, saat 12:03’te yayınlanmıştır.

Yel Değirmenleriyle Çatışmak Yerine Üzerine Yükselmek

Soru: Doğru bir üzerine yükseliş, egomuzla kavga etmekten nasıl farklıdır?

Cevap: Egomuzla kavga etmek imkânsızdır. Doğamızla kavga etmek mümkün müdür? Sen basitçe, egonun içinde saklandığı daha büyük olan başka bir arzuyu seçersin. Bu durum egon ile tüm gücünle kavga ediyorken sana sanki egonun üzerine çıkıyormuş gibi gelir.

Farz et ki, sigarayı bırakmak ve sigaraya yönelik bu güçlü arzumu yenmek istiyorum, fakat onun pahasına ben ne yaparım? Yani sigarayı bırakmakta daha büyük bir kazancım olduğunu görürüm; başka hiç bir yol olamaz. Sonuç olarak, her şeyi belirleyen daha büyük bir kazançtır; bu egoda da aynıdır.

Doğru bir üzerine yükseliş ‘‘mantık ötesi inanç’’ ile olur, gruba kendimi teslim ettiğimde ve bunun vasıtasıyla üzerimde işleyen Islah Eden Işığı edinirim ve bu bana ihsan etme niteliğini verir, egomun dışına çıkarır ve tüm egosal hesaplamaların üzerine yükseltir.

Günlük Kabala Dersi’nin 1. bölümünden 6/9/12,  Rabaş’ın Yazıları

Tüm Farklılıkların Üzerindeki Bağ

Soru: Yuvarlak masa tartışmalarına katıldığımızda, bunun tüm farklılıkların üzerinde bir bağlantıya ulaşmaya değer olduğunu nasıl açıklayabiliriz?

Cevap: İnsanlar tartışmayı genellikle severler; fakat ben onlara argümanlar yerine bağın, her şeyin üzerinde olduğunu ifade etmek istiyorum. Artık tartışmayı bir kenara bırakalım; onun içine dalmayalım ama onun üzerinde yükselelim. Açık konuşmak gerekirse, eğer bağ kurarsak, her şeyi düzelten Üst Işık’ı üzerimize çekeriz. Ama tüm varoluşun bu olduğunu bile daha bilmeyen birine bunu nasıl açıklarım?

Bunun izahı çok basittir. Dünyada mutlak bolluk bulunmaktadır. İnsanların bir bağ içinde olmadığı ve bu şekilde devam edemeyeceği gerçeği olan sorun dışında başka bir sorun yoktur. Onlar aralarında olması gereken zenginlik ve bolluğu bölemezler; aksi olduğunda, böylelikle herkesin arasında öyle büyük bir sürtünme olur ki tüm dünya bunun acısını çeker.

Bizler sadece insan egosundan dolayı acı çekeriz. Ama bağ kurduğumuz zaman her şeyi düzelteceğimiz yolu aniden keşfedeceğiz; öyle ki herkes, herkesle birlikte ve eşit olarak verdiği kadar almaya layık olacaktır. Bu nedenledir ki bağ, tüm problemlerin çözümüdür.

Bir taraftan doğadan tüm bolluğu alıyorsak ve diğer taraftan dünya hala daha böyle kötü ve acı dolu bir yerse, bunun nedeni insanın bunu düzeltememesidir. Bağ kurduklarında gerçek refaha ulaşacaklardır.

20 Haziran 2012 tarihli Toronto’daki Çalıştay’dan.

Dönüş Noktası

Soru: Grupta kesin bir tartışma olduğu zaman, kişinin yolunda duran farklı direnç mekanizmaları vardır.  Bu, zamanımızın çoğunda bu direnç mekanizması ile ilgilenerek meşgul olacağımız anlamına mı geliyor?

Cevap: Hayır. Bence bu burada olmamalı. Hazırlık safhasında, kişi egosu ile çalışmaktan umutsuzluk duygusunu hissetmeye ulaşmalıdır. Kişi bunun içinde bir yaşam olmadığını anlamalıdır.

Şunu anlamalıyız ki, eğer gelişimimin bir sonraki seviyesine,  sonraki boyuta, doğa ile uyum seviyesine çıkışa ulaşmak istiyorsam, egoistik gelişimim ile hayal kırıklığına uğramalıyım ve egomu büyütmemeliyim. Aksi takdirde, o basitçe beni öldürecektir. Benim diğerleriyle birleşik olarak iletişim içinde olmama izin vermeyecektir; bana, onunla, doğanın uyumunu hissedebileceğim ve bu boyuta, seviyeye girebileceğim kabı vermeyecektir.

Gelişimin tüm önceki aşamalarındaki egoyu terk etmeliyim. Dönüş noktası, çatallaşma noktası, ayrılma, kriz, bugün üzerlerine gideceklerimiz bizleri gerçekten, egomuzu “kıracağımız” ve aşağıda bırakacağımız gerçeğine yönlendirirler. İnsanlık, büyük bir problem ile yüzleşiyor: Ulaştığımız o çok büyük egoyu hissediyor, onunla hayal kırıklığına uğruyor ve onu terk ediyor çünkü buna mecbur bırakıldık. Bu, “kötülüğün tanınması” safhası olarak adlandırılır. Bunun üzerine gitmeliyiz.

Eğer, zaten insan gelişiminin bir sonraki seviyesini hissetmeye başlamış bir gruptan bahsediyorsak, bunlar egoyu terk etmeye hazır kişiler olmalıdırlar. Şunu anlamalıdırlar ki, tamamen içsel olarak değişmelidirler, tıpkı bir bilgisayara yeni bir programa sahip bir disk koymak gibi, eski programı silmek ve tamamen yeni bir program yüklemek. Baştan “çalıştırılmaya”, tamamen “yükseltilmeye” hazırım. Bunun için hazırım, çünkü kötülüğün tanınması seviyesinde, egomun sadece bana zarar verdiğini keşfederim; bunu kötü olarak algılarım.

İnsanlar kötülüğün tanınmasına ulaştıklarında ve egolarının üzerine yükselmeyi denemeye teorik olarak olsa da hemfikir olduklarında, bunu grup içerisinde, onları az da olsa yönlendirecek ve aynı zamanda onlarla birlikte çalışacak iki rehber ile yaparlar. Grup, yavaş yavaş, bu psikolojik “çıkışları”nın nerede, egolarının üzerinde, yeni özgecil psikolojiye, “doğa” olarak adlandırılan seviyeye olduğunu hissetmeye başlarlar.

6 Mayıs 2012’de yayımlandı.

“Entegral Eğitim üzerine Konuşma”

Bugün Başkalarını Batırmayın ki Yarın da Onlar Sizi Batırmasın

Ben tüm yaşamımı kendi kendime bakmak ile geçirdim; içsel, içgüdüsel, bilinçle, niyetle ve üzerinde düşünerek. Bu durumda kendi tabiatımı bunun tamamen zıttına nasıl çevirebilirim? Dostumu sevmeyi nasıl öğrenirim? Sonuçta, dostumu sevmem yalnızca onu düşünmem anlamına gelir, tüm bütünümü ona hizmet için ortaya koymam, tüm demek her şekilde anlamında yani yapabileceklerim ve genel anlamda bende varolanlar demektir. Bunu bu derecede yapabilmem için kalan tek şey, tek nokta ihsan etmek, onunla merhametle ilgilenmek ki kendisini mümkün olduğu kadar iyi hissetsin.

Bu nasıl bir anne çocuğuna bakarsa onun gibidir. Doğanın kendisi, anneyi, yorulmadan yavrusuna bakabilmesi için yönetir ve yaşamında ilgilendiği tek şey ve onu memnun eden yalnızca birkaç gramlık yavrusudur. Anne yavrusunu nasıl rahat ettirebilmeli, nasıl yedirmeli, ne zaman altını değiştirmeli ve bütün olarak onun iyi hissedebilmesi için ne yapması gerektiğini yalnızca düşünür. Anne için başka bir ilgi alanı yoktur.

Bizler onu örnek alarak tüm insanlığa da bu şekilde hizmet edebilmek için, aynı bağlılık ile, bunu nasıl yapabiliriz ? Bu gerçekçi değildir!

Acaba doğa bizim önümüze olması mümkün olamayan şartlar mı çıkarıyor? Peki, bizler neden tamamen zıt bir duruma ulaştık? Bizler niçin tamamen kişisel kendi kaygılarımıza dalıyoruz? Daha da fazlası, hayvanlar da devamlı kendilerine bakmak ile ilgilidirler, insanlar ise, buna ek olarak, diğerlerini kullanarak kazanç sağlamak isterler, güçlerini ve fikirlerini onların üzerinde uygulamak isterler, onları kendi isteklerine göre bükebilmek isterler. Bir insan diğerlerinin üzerinde ise, onlardan yüksek olunca bundan haz alır. Daha da fazlası, eğer onlar kendisinden daha kötü hissederlerse o zaman karşılaştırıldığında onlardan daha avantajlı bir durumda olur. Bir insan devamlı kendisini ve diğerlerini değerlendirir ve karşılaştırır nitekim yalnızca bu şekilde memnuniyet derecesini yapılandırır, artırır.

Eğer bencillik beni bu noktaya yönelttiyse, herkesten yüksek hissetmek istersem ve onlara sadece kendimin üstün olduğunu hissedebilmem için ihtiyacım varsa, bu tabiatımı nasıl değiştirebilirim ve bundan zıt bir duruma dönüştürebilirim? Belki de benim için böyle ütopik bir durumu hayal etmek yani dostumla ilgilenmek ve bundan zevk almak da uğraşmaya değerdir, annenin bebeğine bakması misalinde olduğu gibi. Başkalarını sevmemin aynı annenin yavrusuna hissettiği gibi olduğunu farz edersek ve ben onlar ile devamlı ilgili olursam belki de o zaman bunu kesin şekilde kendimde gerçekleştirebilir miyim?

Aslında bunu başarmak için bir zorlama görmüyorum. Buna beni mecbur eden ne olabilir?

Aslına bakarsanız, insanlık bunu binlerce senedir düşünüp taşındı. Tarih boyunca birçok kitaplar yazıldı ve buna benzer şeyler yerine getirilmeye teşebbüs edildi: Yeni bir çevre inşa etmek, birbiri ile etkileşimde olan organizasyonlar oluşturmak gibi. Yüzlerce sene öncesinde bile, ütopyacı kimseler, dünyanın değişik bölgelerindeki insanlar arasında iyi ve içten ilişkiler oluşturmaya teşebbüste bulundular. Fakat bu niyetleri yerine getirme konusunda başarılı olamadılar.

Gelişme safhalarımızda bizler daha zeki bir hale geliyoruz ve insan doğasını daha da iyi öğreniyoruz. Şimdi anladığımız ise kendi tabiatımızın üzerine yükselemediğimizdir. Belki de bu iyi birşeydir. Belki de bu bize özel birşey verecektir. Fakat böyle bir toplumu inşa etmek imkansızdır: Tabii ki ütopik bir fikir.

İşte bu nedenle bizler, toplumlarımızda kendimizi, dostumuza zararımızın pek fazla dokunmaması için, bizi etkileyen prensiplerimiz ile kısıtlarız. Avukatlar, muhasebeciler, sosyologlar, psikologlar, politikacılar vs. gibi sosyal kuralları normal kılan kimseler vardır. Bizler birbirimiz ile bağ kurarız fakat bu yalnızca hizmet alabilmek içindir. Örneğin belediye şehir ile ilgilidir, çöplerin toplanması, çocuk yuvası gibi servisler, okullar, kültür merkezleri ve bunun gibi. Bizler herkesin ihtiyaçlarını hesaba katmak istiyoruz ve bu durumda tabii ki bağ kurmaya değerdir. Sonuçta, her birey servisler için toplu küçük bir meblağ öder. Bu bizim için açıkça ortadadır çünkü bunlar sayesinde bizler gerçek ve hesap edilebilen bir kar elde ederiz.

Fakat insanların duygular alemlerindeki davranışlarını ve hislerini değiştirmesi konusuna gelirsek, yani kişi dostuna kendi kalbinden gelen gerçek hisler ile değer verebilse, işte bu bizim pek yapamayacağımız bir şeydir.

İşte burada bizim bugün içinde bulunduğumuz özel kriz durumunu anlayabilme konumuna ulaşırız. Bu çok tuhaf bir krizdir ve özelliği ile aramızdaki ilişkilerle alakalıdır. Tüm daha önceki teşebbüs edilmiş bencilce oluşumlara dayanarak, bizler herkes için daha rahat bir toplum inşa etmeyi aradık, ortak ilgi alanlarımızın muhakemesini şu veya bu şekilde yaparak. Bizler, sayısı artan canı sıkılmış insanların, birbirleri ile çatışmalara ve uzlaştırılamaz zıtlaşmalara sebep olacaklarını düşünüyoruz ve bu ise iç savaşları körükler. Asırlar boyunca fark ettiğimiz şey, birbirimizi bitirmememiz için bencilliğimizin iyice dinginlenmesi gereklidir.

Nitekim bütün bu hesaplamalar ”bencilce bir şemsiye” altında inşa edilmişti: Anladık ki tabiatımız böyledir ve bizler birbirimizi belli sınırlar içinde zaptetmeliyiz. Dünyamız bencil yönde titrese de, hala öyle bir mekanizmaya sahip olması gerekir ki tüm ilerleyişlerimizi mahveden bu patlamaları önlesin. İnsanlık bu şekilde Dünya Bankası’nı, Birleşmiş Milletleri’ni ve diğer uluslar arası organizasyonları oluşturdu. İşte bu şekilde daha yakınca iletişime geçilebilindi ve ilgili alanlarda daha tam hesaplara gelinebilindi.

Özellikle son asırda birbirimizi dikkate almamız gerektiğini fark ettik. İki dünya savaşında da bizler kimsenin kazanmayacağını gördük-aksine, herkes sonuç olarak ıstırap çeker ve herkes kendi hesabına oranla birşeyler öder.

İşte bu sebeplerden dolayı insanlık, iletişim yapabileceği kanallarıyla çeşitli topluluklar oluşturmuştur. Hatta Moskova ve Washington’da global bir tehdit oluşması durumunda acil irtibat için ”kırmızı düğmeler” vardır. Böyle bir şekilde belli bir güven boyutu burada vardır çünkü dahil olan tüm tarafların oluşabilecek bu zıtlaşmalardan, karşılıklı dayanışma olmadan, karlı ve pak bir şekilde çıkılmayacağı bilinir. Nitekim başka bir alternatif olmadığını fark ederek, belli bir temel korunarak, bizler şimdi etkileşim ve iletişim kurabiliriz.

Bir yandan bu hala bir bencilce yaklaşımdır fakat diğer yandan ise olayların bu şekilde dönüşümü bizlerin birbirine yakınlaşmasını sağlar. Bizler artar şekilde birbirimizden nefret etsek ve diğerlerini öldürmek istesekte, ortada belirginleşen şey: Diğerlerinin de bizler kadar kuvvetli olduğu ve bu sebeple birbirimizi dikkate almamızın değeri ve önemidir.

11.1.2012 tarihli Kabtv ”Yeni bir yaşam”’dan

Bu makale Dr. Laitman’ın blogunda 17 Mayıs 2012, saat 12:29’da yayınlanmıştır.

Toplumun Beni Hürriyetimden Yoksun Bırakma Hakkı Var mıdır?

Baal HaSulam, ”Hürriyet”: Bizler, bireyin hürriyeti konusundaki cümleyi şimdi açık bir şekilde anlama noktasına ulaştık. Tabii ki bir soru oluştu: ”Topluluk bireyin hürriyet hakkına el koyma yetkisini nereden aldı ve yaşamındaki en değerli şeyini, hürriyetini, nasıl esirgedi?” Görünen şu ki, buradaki zorlayıcı kaba kuvvetten başka bir şey değil.

Toplu ilgi alanları bireysel ilgi alanlarından daha önemli ise ne yapmalıyız? Toplum beni bu şekilde yapmaya zorlamalı mı? Bunu zorla yaptırmanın bizlere faydası olur mu? Bu yüzden eğitime ihtiyacımız var.

Ebeveyn, çocuklarının hangi inanca ait olacağına dair kararlar alır, hangi okula gideceğine, nasıl bir eğitim alacağına dair ve hangi bakış açısı ile yontulacağına karar verir. Aslında onların yaşamlarını önceden belirleyip tanımlarlar. Böyle bir hakka sahip midirler?

Aynı zamanda, anne ve baba çocuklarının var olmasından itibaren onların geleceğini önceden belirlerler; daha fazlası, onlardaki belli karakter özelliklerini harekete geçirirler.

Aile, çocuk yuvası, okul ve çevre tüm bu faktörler birlikte bir bireyi oluşturur ve bu suretle, 15-20 yaşına gelen birey, herşeyin kendisi için önceden karar verilmiş kimse olur. Toplumun benimle ilgili ve kendilerinin benden talep ettiklerini benden elde etme konusunda hangi hakları vardır: Çörek, pasta, ekmek parçası veya simit gibi? Nitekim bu böyle yürür ki.

Bu tarz kurallar çoğunluğa uyma kanunundan ortaya çıkmıştır. ”Çoğunluk” bilinçli, hisseden ve anlayan bir toplum; genel refahın, her bireyin tüm bireylerin toplandığı bir bütün ile ilişkisine bağlı olduğunu kavrayan toplum anlamına gelir. Yani anlatılmak istenen, birey kendi bencilliğini ortadan kaldırır ve toplum ile bir bütün halinde bağ kurar.

Bu durumda, herkesin toplum veya ailenin kollektif ilgi alanları konusunda çalışma yapmasına ihtiyaç vardır. Daha fazlası, toplum, içinde barındırdığı üyelerine bu kurallar konusundaki eğitimi sunmakta da sorumludur. Bu nedenle, denir ki babası oğluna bir ”zanaat” öğretmelidir. Bizler burada aynı sistemden yani ihsan etmeyi öğretmekten bahsediyoruz.

Nitekim evrensel karmaşık sistemin kanunu kaçış olmaksızın gözlemlenir. Birey ne olduğunu başından bilir ”çarklar”dan biridir ve düzgün şekilde görevini yapmalıdır. Fakat kötülüğe meyilli olmasına rağmen ”çark” görevini yapan bireyin, tüm sistemi ifşa etme, gücünü elde etme, bilgelik kazanma ve  tüm çevreyi tamamıyla büyük bir kanalı idrak edebilme fırsatı vardır. Bu suretle Yaratan’ın seviyesine doğru yükselir.

Özünde ”çoğunluğa uyma” Yaratan’a uyma anlamına gelir. Çevre ve Yaratan aynıdır: Genel ihsan etme kuralı, herkesi kuşatan ve veren kuvvet. Fakat başlangıçta bizler, kırılamayan global bağ konusundaki açıklamalarımızı kısıtlarız; bu da bize bütünsel birlik dışında başka alternatif bırakmaz. Bizler Yaratan’a ihsan etme çalışmasını, şu anki şeklinde olduğu gibi, topluma ihsan etme çalışması olarak tanımlarız.

5.1.2012 tarihli Günlük Kabala Dersi’nden 4. Bölüm, ”Hürriyet”

Bu makale Dr. Laitman’ın blogunda 7 Ocak 2012,  19:10’da yayınlanmıştır.

Toplumdan Kaçmayın

Zohar, “BeŞalakh bölümü (Firavun, insanlara gitmeleri için izin verdiği zaman)” madde 11: “ Ve O dedi: “ Ben, halkımın içinde yaşayacağım”.  Bu ne demektir? Dünyanın üzerine yargılama geldiğinde, insan kendisini toplumdan ayırmamalıdır ve Yukarıdan fark edilmemelidir ve ayrılmış bilinmemelidir.

Çünkü yargılama dünya üzerine çöktüğünde, doğru insan olsalar bile, ayrılmış olarak bilinenler ilk olarak yakalanırlar. Yani birisi kendisini asla toplumdan ayırmamalıdır. Çünkü Yaratan’ın merhameti birlikte olan halkın tamamıyladır. Ve bundan dolayı dedi ki: “Halkımın içinde yaşayacağım ve bugüne dek yaptığım gibi, onlardan ayrılmak istemiyorum.”

Bunun, hem dışsal dünyevi algıyla ve hem de içsel manevi olanla alakası vardır. Sonrakiyle başlayalım.

Birleşik tek ruh, birçok parçalara ayrıldı. “Halkımın içinde” demek, birinin diğeriyle bağlantı kurduğu kopuk parçaların kombinasyonundan yaratılmış olan müştereklik içinde demektir. Onlar, birini diğerinden ve “Yaratan’ın Halkı”nın formundan ayrı tutan kişisel egoyla baş ederler. Hepsinden sonra da, bu parçalar Yaratan’a benzedikleri koşul olan ihsan etme amacının niyetini paylaşırlar. İşte bu yüzden, onlara: “Halkım” denir. Bu, aynı zamanda Yaratan’ın niteliği olan ihsan etme amacıyla olan niyetin toplandığı, kırılmış kapların, bireysel toplanması olarak adlandırılır.

Bu bölümler, ihsan etmenin genel niteliği olan yaratanın ifşası için olan kaba destek olmak amacıyla, ihsan etme amacının niyetiyle birbirleriyle bağ kurarlar. Ve tabii ki bu olağanüstü şey, bu birleşimde ifşa edilmiş olan “gel ve gör” anlamına gelen Yaratan (Bo-Re) olarak adlandırılır. Bu, kırılmış kapların içinde yaratanın ifşası için olan formüldür: “Halkımın içinde yaşayacağım.”

Dünyevi düzlemde, bu, harekete geçmek üzere düzenlenen, genel hazırlığın kontrolündeki geniş halk kitleleri anlamına gelir.

Daha sonra, Zohar, dünyaya bağlı olan yargılamadan bahseder. “Dünya”, genel müşterek egonun ifşa olunduğu egoistik bir bağ, “gizlilik” anlamına gelir. Ve birisi, kendisini toplumdan izole etmemelidir. Neden diye sorabiliriz. Egonun niteliği, yargılamanın insanlar arasında ifşa edilmesiyse, neden ondan kaçmamam gerekir?

Konunun önemi şu ki, maneviyatın prizmasından baktığımda, tamamıyla değişik bir resim görüyorum. Benim için hayali “dış dünya”yı betimleyen tüm arzularımı görüyorum. Eğer onların içindeki yargılamanın niteliğini keşfedersem, onları ihsan etmenin niteliğiyle düzeltmek ve bu kuralı ihsan etme amacının niteliğine doğru yönetmek zorundayım. Bu, “İsrail Misyonu”dur: Kolektiften kaçmak yerine, onu düzeltmek için içinde yer almalıyım.

Zohar devam eder: “yargılama dünya üzerine çöktüğünde, doğru insan olsalar bile, ayrılmış olarak bilinenler ilk olarak yakalanırlar.” Neden? Çünkü, birinin kesin niteliği ihsan etmenin içinde hedeflenirse, o önce yakalanır ve Işık kaynağının onun içinde özellikle yalan söylemesi anlamındaki almak arzusu çalışmaya başlar.  Bu bizim dünyamızda da böyledir, Zohar Kitabına Giriş’in sonunda Baal HaSulam’ın söylediği gibi yargılama, en iyi olanımızı vurur. Bu nedenle, zirveye ulaşan insanlar acı içinde yaşarlar.

Yaratan’ın merhameti daima birlikte yaşayan insanlarladır; zira burası düzeltmenin yerine getirileceği yerdir. Yani eğer düzeltilmek ve ilerlemek istiyorsak, kendimizi toplumdan ayırmamalıyız. Hoş olmasa bile elimizden geldiğinde onun içinde yer almak onu hissetmek için insanlara bilgileri, algıları tanıtmak için, onların ilerlediklerinden emin olmak için mümkün olan her şeyi yapmalıyız. Onlar, Yaratan’ın gerçek hedefidir ve alma arzusunun içindeki kıvılcım misali O sadece ve sadece insanlarla kurduğumuz iletişimde ifşa olur.

Bu nedenle denir ki: “Ben halkımın içinde yaşayacağım ve bugüne dek olduğu gibi halkımdan ayrılmak istemiyorum.”

Geçiş Dönemine Dair İşaretler

Soru: Siz bir bireyi doğanın bedeninin içindeki bir kanser hücresine benzettiniz. Bu ne kadar zaman önce gerçekleşti ?

Cevap: Bencilliğimiz yavaş yavaş aşama kaydederek gelişiminde bazı kademelere doğru ilerledi. Milattan önce 5.yüzyılda başlayarak Milattan sonra 5. yüzyıla kadar insanlık kendi  emelini zenginlik edinme yönünde  geliştirdi. 15. Yüzyıldan 20. yüzyıl sonuna doğru ise gelişim bilgi edinme emeli yönünde gerçekleşti. Bunlar hakim olan eğilimlerdi.

20. yüzyılın başında Vernadsky adındaki bir akademisyen, gelişimimizi biten ve yok olmaya ilerleyen küre  veya doğa ile dengede olan şeklinde tanımlamıştır. Daha sonra bu fikir birçok farklı bilim adamı tarafından da benimsenmiştir. Bu araştırma iyi bilinen Roma Kulübü tarafından devam ettirilmiş ve daha sonra başka dallar ortaya çıkmıştır.

Esas itibarıyla bencillik gelişimini 1960’larda gençler arasında yeni kültürün doğuşu ile  tamamlamıştı: Yaşamdan kopuş, “Beatles nesli”, hippiler vs. gibi. Bu içsel bir sorgulamanın başlangıcı idi, boşluk hissi içindeydiler ve devamlı ileriye doğru gayret etmek hissi içinde değillerdi ayrıca da bu çabayı harcamanın önemli olduğunu da düşünmüyorlardı.

Bizler isteklerimizin devamlı bizi yönlendirmesi sonucu gelişiyoruz. Sonuçta, kişi bir arzudur. Servet, şöhret ve bilgi isteklerimiz bitince ne yapacağımızı bilemiyoruz ve bizler bu isteklerimiz karşılanınca da tam tatmin olamadığımızı görüyoruz.

İşte bu genel depresyonun açığa çıkışıdır. Toplumlarımızda gördüklerimiz ise şunlar: İntihar oranının artışı, ailelerin dağılması, aileden kopmuş ve davranış bozukluğu yaşayan çocuklar vs.. Bu çabucak gerçekleşmesi gereken bir geçiş dönemidir. Bizler ciddi bir hız kazanan gelişimin tam ortasındayız.

22.3.2012 tarihli Litvanya Šiauliai Üniversitesi dersinden

Bu Makale Dr. Laitman’ın blogunda 4 Nisan 2012, 10:47’de yayınlanmıştır.

Dünya’nın Tek Şansı

Soru: Bizim çalışmalarımızın etkisi, bilim insanları ve araştırmacıların sağduyuları üzerinde ne zaman bir etkiye sahip olacak?

Cevap: Onların resmin bütününü görmelerine yardım etmemiz gerekir. Onlar da şimdiden integral bir dünyanın emareleri üzerine konuşmaktadırlar; ancak kişisel gözlemlerini tek bir sistem, tek bir metodoloji içinde bir araya getiremiyorlar.

Bir de bu konunun daha da derinine girmekten korkuyorlar çünkü integral bir dünya düşüncesi onları iktidarlarla yüzleştirmeye götürmektedir. Mevcut hükümetler kendi kendilerine zarar verdiklerini kavramada o kadar başarısızlar ki egoistçe ve bireysel bir şekilde davranmaktalar. Politikacılar bütünleyici bir sezgiden yoksunlar. Onların aksine bilim insanları doğayı gözlemleyip ne gördükleri hakkında konuşuyorlar. Onların sesine kimlerin kulak verdiği ise ayrı bir konu.

Bir başka sorun da şu: Çeşitli uzman ve bilim insanı tarafından söylenen harikulade sözler olmakla birlikte aramızdaki bağlantıdan ve birliğe ne kadar ihtiyaç olduğuyla ilgili söz ettikleri konu yok; uygulama konusunda isteksizler. Para ve ordu burada yardım edemez. Dünyadaki tüm insanlar “Evet, biz global bir köy olmak istiyoruz” diye haykırsa bile, bu ittifak halindeki iradelerin bildirilmesinden sonra ne olacak? Bir dünya savaşı haricinde hiçbir şey. Onları birbirine bağlayan bağı çok şiddetli biçimde hissettikten sonra bile bu bağı kesmek için bir dünya savaşı çıkaracaklar.

Bilim insanlarının bir çözümü yok; insanı nasıl değiştireceklerini bilmiyorlar. Bir ilacınız yoksa egoizmin ne kadar da zararlı olduğunu haykırsanız ne yazar? Geçmişte, doktorlar ölümcül hastalarına bu durumu söylemezlerdi. Hastalığın ilerlemesini yavaşlatma konusunda bile bir niyet yoktu ve bu nedenle kişi karanlıkta bırakılırdı ki daha az acı çeksin. Tora: “Kör bir adamın önüne engel koymayın” der. Bir insanla ilgilenemeyecek kadar acizseniz gerçeğin ifşasına ne gerek var?

Yani Kabala Bilgeliği olmaksızın, bizlerden karşılıklı davranış güvencesi mesajı çıkmaksızın, insanlığın herhangi bir şeyi düzeltmek için tek başına şansı yok! Ve şimdi problemimiz şu ki: İnsanlarla bağlantıyı nasıl sağlayabiliriz ve egoizmi düzeltmenin, dolayısıyla dünyayı düzeltmenin mümkün olduğunu onlara nasıl izah edebiliriz?

Biz insanın düzelmesi gerekliliği hakkında çok açık konuşuyoruz. Başka hiçbir şey yardımcı olamayacak. Birçokları tüm kötülüğün insanın doğası içinde var olduğunu anlamış durumda. Bununla birlikte ellerini havaya kaldırıyor: “İnsan egoistik bir varlıktır ve bunun hakkında yapılacak hiçbirşey yok” diyorlar. Eğer bizler egoizmin düzeltilmesi yöntemini insanlara sunmazsak, eğer bunun gerçekten de mümkün olunabilirliğini açıklamazsak, dünyanın hiçbir şansı yok. Bununla beraber, şimdiye dek yarı-gönüllü olarak çalışmış durumdayız.

Lokal Kişi Başı Gayri Safi Yurt İçi Hasıla (GSYH) Yaşam Standardını Yansıtmamaktadır

Mignews.com’um haberinde, Avrupa için yayınlanmış Birleşmiş Milletler Ekonomik Komisyon raporuna göre istihdam ve dünya nüfusunun büyüklüğü arasındaki oran dengesizdir ve doğrudan doğruya yöresel GSYH’ya dayanmaktadır.

“Kişi başı GSYH, Türkiye’de çalışan nüfus sadece % 29 iken çok yüksektir. Bir sonraki yüksek olan ülke ise % 77 ile Kazakistan’dır.

Kırgızistan ve Moldova’da ise kişi başı GSYH oranları en düşük olanlardır ve istihdam oranları % 59 ve % 39’dur.

Gelişmiş ülkelerde, nüfusun büyüklüğü ile istihdam arasındaki oran refahı ve adaletli dengeyi işaret eden %50 % 60’lar düzeyindedir.

Görüşüm: Hepimizin bildiği gibi, ekonomideki rakamlar nüfusun durumunu yansıtmamakta ve istatistiklerin onlara uygun şekilde gösterdiği üzere fakirlerin giderleri üzerinde, zenginin daha da zengin olmasına yardım etmektedir. Ekonomi, bilim değildir; ancak manipulasyon yapanların kazandığı öngörülerin bir sonucudur.

Bununla birlikte, diktatörlük dönemlerinin fazla olduğunu ve toplumla doğa arasındaki ekonomik dengelerin yer değiştireceğini gözler önüne sermektedir. Biz istesek de istemesek de. Sadece dengenin formülü bizim sosyal ve ekonomik ilişkilerimizi belirleyecek ve etkileyecektir.