Category Archives: Politika

Gelecek, Kadın Liderlere Mi Ait?

Yorum: Bloomberg’in, Covid Direnç Sıralamasına göre Finlandiya, İsveç, Danimarka, Norveç ve Bangladeş salgına en dirençli ülkeler arasında yer alıyor. Bu ülkelerin hepsinin ortak noktası, başbakanlarının kadın olmasıdır.

Bazıları, kadın liderlerin, özellikle kriz durumlarında, dinlemeyi bilme, arabuluculuk becerileri, gerçek pragmatizm, çatışmalara direnç gösterme ve ayrıca nasıl ekonomik olunacağını bilme gibi avantajlar sağlayan niteliklere sahip olduğunu öne sürüyor. Ayrıca kadın liderlerin kriz durumlarında erkek meslektaşlarına göre daha iyi çalıştıkları ve bu krizde sağlık hizmetlerini ekonomiden daha ön planda tuttukları ileri sürülmektedir. Son zamanlarda, bir kadının, insanlığın ilerlemesini yönlendirebileceği gerçeği hakkında giderek daha fazla konuşuyorsunuz.

Yanıtım: Evet, ilerleme sağlayabilir.

Tanrı da erildir; her erkek gibi kadınlardan korkar. 🙂

Soru: “Onlarla uğraşmamak daha iyidir.” O’nun söylediği bu mu?

Cevap: Evet.

Soru: Kadınlar gerçekten böyle özel niteliklere sahip mi?

Cevap: Onlar yeteneklidir. Hayatları boyunca çevrelerindeki insanlarla, başka kadınlarla, çocuklarla, kocalarla çatışma içindedirler. Her şeyi idare etmeleri gerekir – ev işleri, çalışma hayatı…

Erkek her şeyi kadına bırakır ve siyasete girer, kimsenin ihtiyacı olmayan bir işe girer. Bu işler bozulmaya ve krizlere girer. Ancak kadın için her şey olduğu gibi kalır (iş, ev, çocuklar) bunların yanında çocuk taşır, doğurur ve besler.

Bu nedenle, bir kadın gerçekten yeni bir dünya doğurma yeteneğine sahiptir. Bu bir erkeğin işi değildir.

Soru: O halde geleceğin kadınlara ait olduğunu söyleyebilir miyiz? Bunu anlarsak, ilerleyecek miyiz?

Cevap: Evet. Tora’da Tanrı’nın İbrahim’e, “Sara’nın sana söylediklerini dinle” dediği yazılıdır. Çünkü O, her şeyi böyle yaratmıştır. Islah edilmiş egoizmi dinleyin.

Yorum: Bu zaten Kabalistik bir kavram.

Cevabım: Bu çok önemlidir. Kendinizi değil, ıslah edilmiş egoizmi dinleyin. Esas olarak, günlük seviyemizde bir kadın, erkeklerden çok daha pratik, çok daha makul ve çok daha dengelidir.

“Çocuklar Neden Savaşların ve Çatışmaların Dışında Bırakılmıyor?” (Quora)

Suriye’de bir mülteci kampında yaşayan 10 yaşındaki Shahid’e bu yıl kendisi için ne dilediği sorulduğunda, “Çadır, bir çadıra sahip olmak” yanıtını verdi. Arap sosyal medyasındaki bu yayın, bir çocuğun hayallerinin bu kadar düşebileceğini izleyen birçok kişiyi derinden sarstı.

Yayın, “Böyle bir dünyaya nasıl geldik?” ve “Neden çocukları savaşlarımızın ve çatışmalarımızın dışında bırakamıyoruz?” gibi soruları gündeme getirdi.

Bu sorunun cevabı basitçe şudur: Ne BM, ne UNESCO ne de başka herhangi bir uluslararası kuruluş veya hükümet, hiçbir büyük oyuncu çocukları bu tür durumların dışında bırakmak istemiyor. Fonlar, insanları dünyanın dört bir yanındaki mülteci kamplarında yaşamaya zorlayan ordulara ve terör örgütlerine veriliyor. BM ve UNRRA gibi görünüşte çocukları korumak için var olan örgütler olsa da, bunların hepsi yalan. Onlar yalnızca politikacıların elindeki oyunculardır.

Suriye, Esad’ın destekçileri ve düşmanları arasında birkaç yıldır sivil huzursuzluk yaşıyor. Büyükler kavga ediyor, öldürüyor, birbirine işkence ediyor ve çocuklar bu durumdan hiçbir şey kazanmıyor. Ayrıca, çatışmalarını ne olursa olsun sürdüren yetişkinler üzerinde çocukların hiçbir etkisi yok. Bu tür çocuklar büyüdüğünde, muhtemelen onlar da çatışmaya katılacaklardır.

Shahid için ne dilerdim diye sorulsa, o zaman ona, kendisinin ve herkesin sadece bir çadırı değil, bir evi olabileceğini ve dünyanın bollukla dolu olduğunu, ancak insan egosunun önümüzde olan bolluğun tadını çıkarmamıza izin vermeden bizi birbirimize düşürdüğünü açıklardım.

Her birimizin, başkaları ve doğa pahasına haz almak istememize neden olan egoist doğamız, bizi çatışmalara götürür ve bize huzur vermez.

Çatışmadan arınmış iyi bir gelecek istiyorsak ve dünyada var olan bolluğun tadını çıkarmak istiyorsak, birbirimize karşı tutumlarımızı yeniden ayarlamamız gerekiyor: egolarımızın bizi çatışmaya sürüklemesine izin vermek yerine, birbirimize daha fazla yaklaşmaya başlamalıyız. Egoist ve bölücü dürtülerimizin üzerindeki pozitif bağımız, hepimizin mükemmel ve verimli bir yaşam sürmemizin anahtarını elinde tutmaktadır.

“Egoizm Demokrasiyi Yıkacak” (Linkedin)

Son yıllarda belki de en çok göze çarpan olgulardan biri, halkın yetkililere olan güveninin sarsılmasıdır. İster Covid kısıtlamalarına karşı gösteriler, ister ekonomik reformlara karşı protestolar, isterse eğitimden göçe ve savunmaya kadar herhangi bir konuda politikalara karşı isyanlar olsun, halk demokratik ülkelerde seçilmiş yetkililere olan güvenini kaybediyor. Sorun şu ki, en bencil ve sömürücü olanlar en üst konumlara ulaşıyor ve insanlar buna kör değil. Biz ilişkilerimizin istismarcı doğasını ıslah edinceye kadar, tamamen dağılıncaya ve savaş ve şiddet yerini devralıncaya kadar, rejimler giderek daha fazla yozlaşacaktır.

Çağdaş demokrasi, 17. yüzyıldan itibaren parlamentoların oluşmaya başlaması ve krallar ile din adamlarının iktidarı seçilmiş organlara devretmeye başlamasıyla şekillenmeye başladı. Demokrasi, demokratik ülkelerin dünyayı Almanya, İtalya ve Japonya’daki despotlardan kurtardığı iki dünya savaşından sonra en yüksek konumuna ulaştı.

Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra, ilk hükümetler arası örgüt, asıl görevi dünya barışını korumak olan ve adını daha sonra Birleşmiş Milletler olarak değiştiren Milletler Cemiyeti ortaya çıktı.

Ancak ne demokrasi ne de Birleşmiş Milletler verdikleri sözleri tutmadı. Demokrasi, bir süreliğine bize sanki öyleymiş gibi hissettirmesine rağmen gerçek bir ifade özgürlüğü sağlamadı ve dünya barışını koruma, hatta ilerletme konusuna gelince BM tamamen başarısız oldu.

Daha da kötüsü, son yıllarda hızlanan ve hala da devam eden bir eğilim olarak, insanlık giderek daha bencil hale geldi. Günümüz insanı o kadar bencildir ki, onları sadece birkaç on yıl önce kullanılan standartlarla test ederseniz, narsistler olarak “nitelendirilecekler”.

Biz narsist olduğumuz için, narsistleri alıp ülkelerimizin başına koyuyoruz. İhtiyaçlarımızı karşılayacak insanları seçmek yerine, en “açık” toplumlarımızı yönetmesi için en egoist insanları seçiyoruz. Son zamanlarda, liderlerin bencilliği onları o kadar yozlaştırdı ki, insanlar artık bunu görmezden gelemezler. Sonunda insanlar uyanıyor ve kızgınlar.

Bir yandan, vatandaşların hükümetlere karşı artan kızgınlığı, insanların liderlerimizin bizi iyi bir yere götürmediğinin farkına vardığını gösteren iyi bir işarettir. Öte yandan, toplumsal gerilimlerin değişkenliği, doğası ve sonucu herkesin tahmin edebileceği yoğun şiddet patlamalarına yol açabileceğinden, bu tehlikeli bir durumdur.

Artan narsisizmden kaynaklanan bir diğer tehlike de, hükümet bize tam olarak istediğimizi vermedikçe, onun meşruiyetini kabul edemeyiz. Demokrasi, azınlıkların ihtiyaçları göz önünde bulundurularak, çoğunluğun yönetimi üzerine kuruludur. Kendi yönetimi altında, azınlıkların sürekli olarak altüst ettiği bir durumu ihtiva etmek için kurulmamıştır. Artan istikrarsızlık iki sonuçtan birine yol açabilir: anarşi veya savaş. İkisi de hoş karşılanmaz.

Kaçınılmaz bir kıyamet senaryosu gibi görünen şeyi önlemek için, özgür toplumların çözülmesinin temel nedenini ele almamız gerekiyor: insan egoizmi. Bunu ancak işbirliği yapmanın ve birbirimize karşı düşünceli olmanın kendi yararımıza olduğunu göstererek, egoizmimize hitap edersek yapabiliriz.

Mevcut gerçeklik, diğer birçok insanı etkilemeden hareket edemeyeceğimizi çok iyi gösteriyor. Hemen hemen her ürünün üretiminde veya tedarik zincirinde herhangi bir gecikme, anında dünya çapında ekonomileri engelleyen ve dünya çapında milyarlarca insanın hayatını bozan gecikmelere neden oluyor.

Bunu idrak etseydik ve bu idrake göre hareket etseydik, bambaşka bir dünya yaratırdık. Totaliter rejimler hakkında endişelenmemize gerek yok, çünkü başkalarının özgürlüğünü inkar etmek, kendi özgürlüğümüzü inkar etmekle aynı anlama gelir.

Karşılıklı bağımlılık yakınlık yaratır. İnsanlar birbirlerine sempati duyduklarında, sadece duygusal düzeyde değil, aynı zamanda fiziksel ve maddi düzeyde de birbirleriyle ilgilenmeye başlarlar.

İnsanlık her şeyin bolluğunu üretir. Şayet birbirimizi önemseseydik ve bunun böyle olmasını isteseydik, dünyadaki her bir insan tatmin olabilirdi.

Bu nedenle, başkalarının egolarını boğmaya çalışmak veya (daha kötüsü) sahte gülümsemeler perdesi altında kötülüğümüzü arkamızda bıçaklarla saklamaya çalışmak yerine, bencil eğilimlerimizi ortak faydamız için kullanmalıyız. Her birimizin, hepimize bağımlı olduğunu fark edersek, her birimizin tatminkar ve mutlu olmasını sağlamak için egolarımız bize ne yapmamız gerektiğini söyleyecektir.

“Uygulanacak Etkin Bir Yürütme Mekanizması Olmazsa Uluslararası Kamu Hukukunun Amacı Nedir?” (Quora)

Bugün uluslararası hukuk, onu egoist amaçları için kullanan, spekülasyon yapan politikacıların elinde. Bu sorunun çözümü, toplumsal değerlerimizi özgecil değerlere çevirmemiz koşuluyla gerçekleşebilir. Böyle bir değişimle insanlar ve ülkeler arasındaki ilişkilerde olumlu değişime etki yapabiliriz. Böyle yapmak, birbirimize karşı giderek artan kötü niyetli tutumlarımızda, olumlu bağlara yönelik temel bir değişimi etkileyecektir. Özgecil değerlerin, tüm uluslararası anlaşmaların temeli olması gereklidir.

Tabi ki, bugün sadece uluslararası bir hukuk yok ve bu nedenle onu uygulayacak etkili mekanizmalar da yok. Sadece özgecil ve insanlığın yararına yönelik olması, insanlığın bu tür yasaların ve yönetiminin uygulanmasını istemesi ve bunlara olan ihtiyacı anlaması koşuluyla dünya çapında bir yönetim biçimi ortaya çıkacaktır.

Günümüzde, BM’nin görevini yerine getirmediğini de anlıyoruz. Politikacıların elinde bir oyuncak, bir araç gibi olduğu için bunu yapamıyor ve geçmişte güvendiğimiz ve umduğumuz şeyi gerçekleştiremiyor. İster özgecil ister egoist olsun, binlerce uluslararası örgüt ve hükümetler kurabiliriz – ama aynı durum, biz onların temelini değiştirene kadar devam edecektir: onlar için genel doğa yasası anlayışıyla güçlendirilmiş, insanlığın yararına olacak bir dönüşüm.

“İnsanların Kan Dökülmeyen Bir Dünya Yaratmayı Düşünmeleri Mümkün Mü?” (Quora)

İnsan toplumunda, siyasette, ekonomide ve diğer alanlarda kan dökülmeden değişiklikler, yalnızca bir ilke aracılığıyla mümkündür: Modern bencil siyaseti dengelemek için, insanların bakış açısını, kamuoyunu yavaş yavaş değiştirmeliyiz. Başkalarına fayda sağlamayı kişisel çıkardan üstün tuttuğumuz özgecil bir kamuoyu oluşumu sayesinde, gücün bize karşı davranış biçimini egoistten özgeciliğe çevireceğiz.

Başkalarına fayda sağlamayı kişisel çıkardan daha öncelikli hale getirme ihtiyacına ilişkin bilginin yayılmasının bir sonucu olarak, yetkililer görüşlerini ve yönlerini değiştireceklerdir.Zor olacak ama kamuoyu böyle harikalar yapabilecek kapasitededir.Sonunda, her şey kitlelerin bilgisine bağlıdır.Bu nedenle bir yönetim değişikliğinden önce dünyada böylesi bir tutumun yaygınlaştırılması, hazırlanması ve eğitimi olmalıdır.

Yetkililerin değişmesini beklemenin ya da bir şeyleri değiştirmeleri için onlara yönelmenin bir anlamı yoktur. Onlar sadece güçleriyle ilgilenirler. Onların değişimi ancak kamuoyunun değişmesiyle gerçekleşecektir.

“Aşıya Gelindiğinde – Avrupa Birliği’nde Birlik Yok” (Linkedin)

Avrupa Birliği’nin Covid-19 aşıları fiyaskosunu, James McAuley’nin The Washington Post’taki en son köşesinde yazdığından daha iyi tarif etmek zor: “Bir yüzyıldaki en büyük halk sağlığı krizinin ortasında olduğunuzu hayal edin,” diye yazıyor “ve nihayet, bilimin yaratıcılığı sayesinde, bu krizi sona erdirecek araçlara sahip olursunuz- ama hiçbir yerde, onları kullanmayacağınıza karar verirsiniz. Üçüncü bir covid-19 vakaları dalgası kıtayı tehdit ederken ve yeni değişkenler ortaya çıkarken, siyasi liderlerin bürokratik yetersizlik ve siyasi küstahlık konaklarında yaşadığı Avrupa Birliği’ne hoş geldiniz.” McAuley yazısının ilerleyen kısımlarında, “AB’den, önce ne olacağını soruyor, vatandaşlarını sanki hayatları tehlikedeymiş gibi aşılar mı?”

McAuley böyle bir fiyaskoyla sonuçlanabilecek birçok neden sunuyor, ancak bence gerçeği açık ve basit: Bu, kendi prestijlerinden başka hiçbir şeyi önemsemeyen büyük egoların önderlik ettiği bir mücadeledir. Avrupa Birliği’nde ne zaman birlik olundu? Asla! En başından beri güç mücadeleleri, sömürü ve muhtaç üye devletlerin terk edilmesinden başka bir şey olmadı. (2008 Mali Krizi’nde Yunanistan’ı veya salgının ilk dalgasında İtalya’yı hatırlıyor musunuz?) Bunlar, AB Bilim Merkezi’nden alıntı yapacak olursak, “Adil ve iyi işleyen bir toplum inşa etmek Avrupa Birliği için siyasi bir önceliktir” şeklindeki yüce ifadelerle veya Covid-19 kriziyle yüzleşmede Avrupa’da dayanışma örneğini belgelemek için AB’nin “Avrupa dayanışması eylemde” başlığını taşıyan yazı yan yana getirildiğinde, insan AB liderlerinin samimiyetine karşı derin bir güvensizlik hissetmekten kendini alamaz.

Bunu daha önce defalarca söylemiştim: Egoizm üzerine kurulu bir organizasyon uzun süre dayanamaz ve ne kadar uzun sürerse, etkisi altındaki insanlar onu parçalayana kadar o kadar çok acı çeker. AB bürokratlarının yapmayı başardıkları ve bunda üstün oldukları tek şey, zengin ve güçlü insanları zirveye, daha da zengin ve daha güçlü hale getirmektir.

Hoşea Peygamber (8: 7) “Rüzgar ekecekler ve fırtına biçecekler” dedi. Nitekim, AB’yi başlangıcından itibaren saran yabancılaşma ve sömürü ruhu, her türlü dayanışma şansını öldürdü ve şimdi tüm gelişmiş ülkeler salgından çıkarken, her gün binlerce Avrupalının hayatına mal oluyor. Dayanışmayı beslemediğinizde, ihtiyaç anında ona sahip olmayı bekleyemezsiniz.

Covid-19 sadece ilk ve en hafif darbedir; çok daha fazlası yolda. İlk darbe milyonlarca can aldı. Yaklaşan darbeler daha fazlasını alacak. Egoizmi kralımız yaptığımız sürece, hayat bizi cezalandıracak ve ego iyileşmemize izin vermeyecektir. Darbe üstüne darbe, insanlık, hepimiz gerçek düşmanımızın, Covid gibi darbeler veren doğa değil, onları kolay ve hızlı bir şekilde yenmemize izin vermeyen kendi egolarımız olduğunu anlayana kadar acılar altında çökecektir.

Aslında, her darbe için birliğimizi güçlendirirsek, insan toplumunda öyle bir birliğe ulaşırdık ki, gezegendeki her insan için iyi bir yaşam garanti ederdik. Zaten buna muktediriz, ama kimse övgüyü almadığından ve ego için bir ödül olmadığından, onun için çaba gösterecek bir motivasyonumuz yok. Aynı zamanda, başka birinin insanlığa yardım etmesini engellemek için güçlü bir motivasyon var, böylece kimse övgü almasın.

Gerçek dayanışmayı oluşturmayı öğrenene kadar, bu gezegende iyi bir yaşamımız olmayacak. İster dördüncü bir Covid dalgası ister eşi benzeri görülmemiş yoğunlukta aşırı hava durumu, ya da doğanın harekete geçirebileceği başka bir girişim olsun, egolarımızı teslim edip, tahttan indirene kadar gittikçe daha büyük bir rahatsızlık ve acıya zorlanacağız.

Covid’in Bittiğini Gördük Mü? (Linkedin)

İsrail Devleti, ikinci Covid aşısını alanların oranında, nüfusunun yüzde ellisi sınırına hızla yaklaşıyor. Ülke, okulları, spor salonlarını, sinema salonlarını, alışveriş merkezlerini ve otelleri yeniden açıyor. Covid’in bittiğini gördük mü? İnsanların sinirlerinin gergin olduğunu ve sabırlarının tükendiğini anlıyorum, ama uzmanların söylediklerine bakarsam, sabırsızca davranış gibi görünen şey yüzünden bu kadar heyecanlandıklarını görmüyorum.

Örneğin çocuklar aşı olmadı. Eğer onları okula geri gönderirsek ne olacağını biliyoruz. Virüs bugün ilk ortaya çıktığı zamanki gibi değil. Çocukları ve hatta embriyoları etkiliyor, öyleyse çocukların kesinlikle birbirlerini enfekte edecekleri sıkışık sınıflarda toplanmasına nasıl izin verebiliriz? Ve eğer hastalanırlarsa, bu ebeveynlerini nasıl etkileyecek? Kardeşlerini nasıl etkileyecek? Bir kez daha, kararlar tıbbi önemlere göre değil, siyasi çıkarlara göre alındı ve bedelini herkes ödüyor.

İnsanların eğlenmek istediğini anlıyorum, ama bu ne zamandan beri hükümetin kararlarında bir etken oluyor? Yazın insanlar plaja gitmeyi ve suda yüzmeyi severler. Ama su kirlenmişse ve suya dalmak insanların hayatını riske atıyorsa, insanlar yine de suya girerler mi? Yetkililer kendilerini riske atmalarına ve suya girmelerine izin verirler mi? Düzenli bir ülkede yetkililer, halk için doğru olanı yapma yetkisine sahiptir; bu yüzden onlara “yetkili” denir.

Ne yazık ki, politikacıların yaklaşan seçimler nedeniyle toplumun güvenliğini hiçe sayarak kamuoyunda puan toplayan politikaları benimsemeleri, onların ilgilerinin bizim sağlığımız değil, kendi politik kariyerlerinin çıkarları olduğu gerçeğini kanıtlıyor. Seçilmiş yetkililerimizden talep ettiklerimiz konusunda daha sert olmalıyız.

Şayet Covid’in bittiğini görmek istiyorsak, iki şeye odaklanmalıyız: 1) Siyasetçilerin ve diğer ilgili organların müdahalesi olmadan, sağlık profesyonellerinin kendi aralarında çözüme ulaşmalarına izin verin ve sonra onların direktiflerini izleyin. 2) Saflarımızı birleştirin, ulus olarak dayanışmamızı güçlendirin. Çoğu farklılığımızı yok edemeyiz, ancak birliğin değerini herhangi bir kişisel görüşün üzerine yükseltebiliriz ve yükseltmemiz gerekiyor. Bunlar virüsü yenmemiz için gereken tek araçlardır. Aslında, ikinci araç, yalnızca Covid krizimizi değil, şu anda karşılaştığımız veya gelecekte karşılaşacağımız tüm krizleri çözecektir.

Toplum Yönetebilir Mi? (Linkedin)

 

Bugünün toplumu bölünmüş durumdadır çünkü bölünmek politikacıların çıkarındır. Irkçılığı hiç duymadıysanız ve siz ve aileniz farklı bir inanç, etnik köken veya ten rengine sahip bir ailenin yanında yaşıyor olsaydınız, bu farklılıklar yüzünden onların ahlakından şüphe etmek aklınıza gelir miydi yoksa onlarla, oldukları insanlar olarak mı ilişki kurardınız?

Rusya ve Belarus’taki siyasi protestolar, Batı Avrupa’da Covid-19 isyanları, ABD’deki tartışmalı başkanlık seçimleri ve Myanmar’daki darbe, tüm dünyanın yaşadığı yönetim krizini yansıtıyor. İnsanlar hükümetlerine olan güvenlerini yitirdiler, bu yüzden sokaklara çıkıyorlar, silahlanıyorlar ve ülkeleri üzerinde fikirlerini zorlamaya çalışıyorlar. Ancak güçlü yönetim günleri sona eriyor. İnsanlar hükümetlere güvenemiyorsa, hükümetler yönetemeyecektir. Birbirine bağlı toplumların kendilerini yöneteceği yeni bir çağın eşiğindeyiz. Elbette yöneticiler olmadan olmaz, ama toplum kararları verecek ve bir şeyi telkin edip başka bir şey yapan seçkin manipülatör grupları değil.

Bugünün toplumu bölünmüş durumdadır çünkü bölünmek politikacıların çıkarınadır. Onlara ses veren her mikrofona bölücü laflar söylüyorlar ve saçtıkları nefret, insanları hiçbir sebep olmaksızın birbirlerine düşürüyor.

Bir dakikalığına şunu düşünün: Irkçılığı hiç duymadıysanız ve siz ve aileniz farklı bir inanç, etnik köken veya ten rengine sahip bir ailenin yanında yaşıyor olsaydınız, bu farklılıklar yüzünden onların ahlakından şüphe etmek aklınıza gelir miydi yoksa onlarla, oldukları insanlar olarak mı ilişki kurardınız? Nefret siyasetinin saygısızlığının artık işe yaramayacağı bir eşiğe yaklaşıyoruz. İnsanlar yavaş yavaş etnik kökenleri, inançları, siyasi görüşleri, renkleri veya kültürleri nedeniyle diğer insanlardan nefret etmenin onlara iyi gelmediğini görmeye başlayacaklar. Bu onlara zarar verir ve bu yöntemi kullanan politikacılara fayda sağlar. Bu olduğunda, insanlar gerçekten bağ kurmaya istekli olacak ve gerçek popüler liderler yükselecektir.

Onlar politikacı olmayacaklar; onlar, halkın gerçek hizmetkârları olan, her şeyin sorunsuz yürümesini sağlayan, ancak insanların kendilerini gerçekten mutlu eden şeylerle (birlikte olmak, sosyalleşmek, bağ kurmak ve birleşmek)  meşgul olmasını sağlayan insanlar olacaklar.

Bağ kendi başına bir güçtür. Bağ, gerçekliğin motorudur. Çevremizde gördüğümüz her şey, birlikte kusursuz bir şekilde çalışmalarını sağlayan, mükemmel bir uyum içinde karmaşık bir şekilde birbirine bağlanmış sayısız parça ve öğeden oluşur. Her hayvan topluluğu da yaşadıkları ekosistemin genelindeki hayvan toplulukları gibi bu şekilde çalışır. Yalnızca biz insanlar, nefret politikamız aracılığıyla, ayrılamayacak olanı ayırmaya, kırılamayacak olanı kırmaya çalışırız ve kendi ellerimizle kendimiz için inşa ettiğimiz toplum işlemediğinde ve ihtiyaçlarımızı karşılamadığında hayal kırıklığına uğrarız.

Nefret söylemi ve boykot kültürü çılgınlığından vazgeçtiğimizde ve toplum olarak kimliğimizi oluşturan farklı unsurları kucakladığımızda, herkes için ve katılmak isteyen herkes için bolluk olduğunu göreceğiz. İyi bir yaşam için tek kriter, bir toplumu oluşturan bireyler arasındaki bağdır. Bizim bölünmemizden kar elde etmek isteyen oportünist politikacılar sayesinde, artık nefretin işe yaramadığını öğrendik. Her şeyi yıktık ve mutlu değiliz. Bu nedenle, şimdi inşa etmeye başlayabiliriz. Şimdi tek ve bir ilkeyi; bağ kurmayı izleyen bir toplum tesis etmeye başlayabiliriz. Diğer her şey doğal olarak yerine oturacaktır. Ve bu bağ yönetimi, toplumun gerçek yöneticisi olacaktır.

“Demokrasi, İnsan Doğasını Yenemez” (Linkedin)

2020 bir darbe ile başladı ve kargaşa içinde sona eriyor. Covid-19, medeniyetin yüzüne acı bir darbe indirdi ve bizi aniden durdurdu. Başladığından beri, bir aşının gelmesini bekleyerek “bekleme modunda”  yaşıyoruz. Ancak pandemi, ne kadar acı verici olursa olsun, Amerika Birleşik Devletleri’nin başkanlık seçimlerinden sonra yaşadığı ve hiçbir aşının tedavi edemediği kargaşaya kıyasla sönük kalıyor. Wall Street öksürdüğünde dünya borsalarının nezle olduğu söyleniyor. Bugün tanık olduğumuz Amerikan demokrasisinin çöküşünün, dünyanın geri kalanını nasıl etkileyeceğini ancak tahmin edebiliriz, ama her ne olursa olsun, hoş olmayacak.

İyi haber şu ki, Amerika’nın ve dünyanın kasvetli geleceği değiştirilemez değildir. En azından şimdilik bunu belirleyebiliriz. Ancak bunu yapmak bağlılık, kararlılık ve en önemlisi, yolun sonuna geldiğimizi kabul etmeyi gerektirecektir ve kendimizi kurtarmak için ne gerekiyorsa yapmazsak, ölüme mahkûm oluruz.

Ben bir Kabalist ve bilim adamıyım. Kabala öğrenmeye başlamadan önce, bir bilim adamıydım ve organizmaların dinamik koşullarda homeostazı (dengeyi) nasıl koruduğu konusunda kapsamlı araştırmalar yaptım. Kabala öğretmenim Baruch Aşlag (Yehuda Aşlag’ın ilk oğlu ve halefi, Zohar Kitabı üzerine tam bir yorum yazarı) ile karşılaştığımda, yaklaşımı bana çok çekici geldi çünkü çok bilimseldi. Oğlu Aşlag, 20. yüzyılın önde gelen Kabalisti olmasının yanı sıra sosyal bilimler ve beşeri bilimlerle derinden ilgilenen ve bu konudaki yazılarında çok üretken olan babasının izinden devam etti. İnsanları sosyal birleşme yoluyla birbirine bağlama bilimi olan Kabala hakkındaki kapsamlı bilgisi, 20. yüzyılın ortalarında yaşadığı olaylarla dolu sosyal sistemleri ve süreçleri analiz ederken ona çok yardımcı oldu.

Sonraki yıllarında, II.Dünya Savaşı’ndan sonra, Aşlag, yalnızca birini tamamlamayı başardığı iki devasa projede yer aldı. Ölümünden önce, şimdi Sulam [Merdiven] yorumu olarak adlandırdığımız Zohar Kitabı’nın tam yorumunu yayınladı. Bu muazzam başarıdan sonra Ashlag artık Baal HaSulam [Merdiven’in sahibi] olarak biliniyor. Aynı zamanda o, Baal HaSulam’ın adil, sürdürülebilir ve müreffeh bir toplum kurmak için, insanlığın inşa etmesi gerektiğini düşündüğü toplum yapısının kapsamlı bir açıklaması olabilecek şeyler üzerinde çalışıyordu. Bize sadece taslaklar ve notlar bıraktı, ancak o kadar çok vardı ki, fikirleriyle nereye gittiğini görmek kolaydı.

Dahası, Baal HaSulam’ın, şu anda deneyimlemekte olduğumuz gelecekteki olayları gördüğü netliği görmek büyüleyici. O, tüm insanların doğaları gereği ben merkezli olduklarını ve bu nedenle, başkalarını sömürecek, zorbalık yapacak ve boyun eğdireceklerini, ancak eğer bunu bilirlerse onlardan kurtulabileceklerini fark etti. 1930’ların başlarında, “Dünyada Barış” adlı makalesinde şunları yazdı: “Daha basit bir şekilde söylemek gerekirse her insan, doğası gereği, kendi menfaati için dünyadaki tüm diğer insanların hayatlarını kötüye kullanır. Başkalarına verdiği her şey, sadece gerekliliktir ve o zaman bile bu davranışın altında hâlâ başkalarını kötüye kullanmak yatar; ancak bu kurnazca yapılır öyle ki kişinin dostu bunu anlamayacak ve isteyerek kabul edecektir…Bu, değiştirilemez bir yasadır. Tek fark insanların tercihlerindedir: Biri düşük arzuları edinerek insanları kötüye kullanır, bir diğeri yönetimi edinerek, bir üçüncüsü saygı edinerek… Dahası, eğer kişi fazla çaba sarf etmeksizin yapabilseydi dünyayı zenginlik, yönetim ve saygı üçü birlikte kötüye kullanmaya hem fikir olurdu.” Bugün gördüğümüz şey budur: mutlak bir yetki duygusu ve dolayısıyla utanmaz ve dizginlenemez bir sömürü veya en azından bu tür sömürü girişimleri. Ve Baal HaSulam’ın dediği gibi, “Bu kurnazca yapılır, böylece komşusu bunu fark etmez ve isteyerek teslim olur.” Onun uyarısından birkaç yıl sonra Naziler iktidara geldi.

Hemen hemen aynı zamanlarda, Baal HaSulam Rusya’nın komünizminin hataları üzerine ayrıntılı bir şekilde yazdı, bunun sürmeyeceğini açıkladı, çünkü eşitlik ve topluma en iyi şekilde katkıda bulunma idealleri, yalnızca geçiminiz için ihtiyacınız olanı alırken, bu şekilde eğitilmemiş insanlara empoze edildi ve bu nedenle başarısız olacaktı. Aslında, gözleminden o kadar emindi ki Rusya komünizminin zirvede olduğu 1930’larda yapmış olmasına rağmen, Rusya’nın düşüşü hakkında geçmiş zamanda yazdı. “Barış” (“Dünyada Barış” dan farklı bir makale) makalesinde, şöyle yazdı: “Gerçekten de, tarih bizim lehimize sıkıntılar yarattı ve tam bir anlayış ve tartışmasız sonuç için yeterli olan belirli bir gerçeği hazırladı: Rusya gibi herkesin sadece toplumun iyiliğini düşündüğü, yüzlerce milyonluk nüfusa sahip, yüzölçümü olarak Avrupa’dan büyük, hammadde varlığı büyük ikinci ülke ve zaten komün yaşam sürmeye mutabık olmuş büyük bir toplum, insan aklının alabildiği ölçüde, başkalarına ihsan etme erdemliğini görünüşte tam anlamıyla edinmiştir. Ancak onlara gidin bakın ne oldular: Yükselip kapitalist ülkelerin başarılarını geçeceklerine daha da dibe battılar. Şimdi, çalışanların yaşamlarına kapitalist ülkelerinkinden biraz daha fazla fayda sağlamayı bırakın günlük yiyecek ve giyecek ihtiyaçlarını karşılayamıyorlar.”

1950’lerde, Baal HaSulam taslaklarını yazdığında ve sürdürülebilir ve adil toplum hakkındaki görüşlerini detaylandırdığında, yine uygun eğitim eksikliği nedeniyle demokrasi için kasvetli bir gelecek öngördü.  Baal HaSulam’ın Yazıları’nda yayınlanan bu makalelerde, Baal HaSulam, tam olarak insan doğasında bulunan ve hala ıslah edilmemiş olan içsel kötülük nedeniyle, demokrasi için bir gelecek görmediğini açıklar. Onun sözleriyle, “Zamanın başlangıcından bu yana, halkın çoğunluğunun bir ülkeyi yönettiği hiçbir zaman gerçekleşmedi… Ya otokratlar yönetti… ya oligarşi ya da yalancı demokratlar. Ancak basit halkın çoğunluğu, yalnızca Hitler’in günlerinde hüküm sürdü ve bu da diğer uluslara karşı kötülüğü teşvik etti. O, sadistlerin zihniyet çerçevesini anladığından, sadistlerin sadizminden kurtulmak için yer verilirse bunun bedelini hayatlarıyla ödeyeceklerini anladığından, halka fayda sağlamanın değerini, tam bağlılık seviyesine yükseltti.”

“Aslında” diye devam ediyor Baal HaSulam, “çoğunluğu iyi olmadıkça bir toplumun iyi ve bütün olamayacağı mutlak bir gerçektir çünkü yönetim toplumun kalitesini gösterir ve toplumu çoğunluk oluşturur. Eğer çoğunluk kötüyse yönetim de ona uygun olarak kötüdür çünkü onayladıkları bir yöneticiyi seçmişlerdir. Modern demokrasilerden çıkarım yapmamıza gerek yok.” Onlar için umutsuzluğunu (1950’lerin başında), “seçmenleri aldatmak için türlü taktikler geliştirir. Çoğunluk (seçmenler) akıllanıp karşı tarafın eksikliklerini görmedikçe daima kendi özüne uygun bir yönetim seçer.” diye açıklıyor. Bu nedenle Baal HaSulam, toplum yöneticilerinin halkı aldatmak için güzel görünen ama aslında güçsüz olan “aptallar”ı yerleştirdiklerini ve onların yegâne amacının da, yöneticilerin rahatsız edilmeden hüküm sürmelerini sağlamak olduğunu açıklar. Onun sözleriyle, “Esas taktikleri nam salmış insanları kutsallaştırıp, onları erdemli olarak tanıtmaktır sonra kitleler buna inanır ve onları seçer fakat bir yalan asla sonsuza kadar devam etmez.” diye bitiriyor.

Sonuçta, Baal HaSulam’ın dediği gibi, benmerkezci bir çoğunluğun liderine karar vermesine izin veren bir demokrasi, insanların doğasına göre benmerkezci bir lider seçecektir. Bu uzun süre dayanamaz. Sonunda, benmerkezcilik o kadar uç seviyelere ulaşır ki tüm sistem yozlaşır ve parçalanır. Bu noktada demokrasi, kötü insan doğasının bir başka kurbanı olur.

Kim olduğumuzu değiştirene kadar liderlerimizi veya rejimlerimizi değiştirmeyeceğiz ve hepimiz için iyi bir toplum inşa edemeyeceğiz. Sadece bu gezegende hepimiz için bir yer olmadığını, aynı zamanda hepimize ihtiyacımız olduğunu, tüm görüşlerimizi ve fikirlerimizi, hayallerimizi ve hoşlanmadıklarımızı, renklerimizi, ırklarımızı ve inançlarımızı ve kültürlerimizi kabul etmeye başlamaya ihtiyacımız var. Onlara ihtiyacımız var çünkü onlar çevremizde olmasaydı biz de eksik kalırdık. Cumhuriyetçiler ve aynı şekilde Cumhuriyetçilerin varlığı olmasaydı Demokratlar Demokrat olmazdı. Erkekliği kadınlıkla karşılaştırmadan düşünebilir misin veya tam tersi? Birbirimiz olmadan, tanımlanabilir hiçbir şey olamazdık, sadece zamanı gelene kadar amaçsızca dolaşan beden parçaları olurduk.

Bugün, tüm insanlığın bunu kabul etmesine her zamankinden daha fazla ihtiyacımız var ve yakında, boykot kültürümüz ve birbirimize duyduğumuz nefret yoluyla kendimize verdiğimiz zararı anlayacağız. Beklenenden uzun olan bu makalenin başında yazdığım gibi, geleceğimizi hala belirleyebiliriz. Şiddet patlak verdiğinde, bunun yine de mümkün olacağından emin değilim. Bu nedenle acele etmeli, kendimizi inandırmalıyız ve karşılıklı bağımlılığımızı, demokrasinin savunmasızlığını ve toplumumuzu ve geleceğimizi kurtarabilecek tek çare olan: bağ kurmak için eğitim kavramlarını, başkalarıyla paylaşmalıyız.

“Asla Olmamış Demokrasi” (Medium)

Bu başkanlık seçimi, medyanın ne kadar güçlü olduğunu her zamankinden daha açık bir şekilde gösterdi. Neyin gösterilip, neyin gösterilmeyeceğine ve seçtikleri şeyi nasıl göstereceklerine karar verme marifetleri, yüksek tabakadaki insanların isteklerine uygun olarak, onların görüş ve düşüncelerini göstermektir. Cumhurbaşkanlığı seçiminin resmi sonuçlarının açıklanmasını bildirmek için beklemedikleri bir noktaya gelindi; onlara karar verirler ve Kongre’nin resmi bir reddi bile haberciliklerini değiştirmelerine neden olmaz.

Medya bir gecede öne çıkmadı. Yıllar geçtikçe, insanların görüşleri üzerindeki gücünün farkına vardılar ve bu gücün çok paraya değer olduğunu anladılar. Bu güç, zenginlik ve bilgi aktarımı arasında bir bağlantı yarattı. O andan itibaren, demokrasi artık yoktu. Sanki insanlar daha önce gerçekten egemen değillermiş gibi, ama en azından yöneticiler, “halka hizmet etmeye” devam etme, yani yeniden seçilme ve görevde kalma arzusundan dolayı kendi seçim bölgelerine karşı bir şekilde sorumluydular.

Ancak, politikacılar yeniden seçilmek için insanlara değil, halka haber veren kişilere hizmet etmeleri gerektiğini bir kez anladıklarında, seçim bölgelerine olan bağlılıkları ortadan kalktı. Bunun yerine, politikacılar olumlu haberler yaptırmak için basının gönlünü almaya başladı. Daha sonra, iş adamları her yönden gazete ve TV kanallarını satın almaya başladılar ve medya patronları oldular.

Bunu, medyanın çok kazançlı bir iş olduğu için değil, bir gazetenin veya bir televizyon kanalı sahibinin, neyin yazılacağına veya yayınlanacağına, medya hikayelerinin ilgi alanlarına ilişkin hangi sonuçlara varacağına ve nasıl çıkaracağına karar verebileceği için yaptılar. Şimdi, siyasetçiler iyi bir haber yapmak istediklerinde, enerji üretim sözleşmeleri, belirli yasaların geçirilmesi, arazi mülkiyeti yasaları, para yasaları, uygun gümrük tarifeleri, daha düşük vergiler vb. gibi avantajlarla medya patronlarına ödeme yapmak zorundadırlar. Zenginlerin, politikacıların karşılayabileceği birçok ihtiyaçları vardır. Tek yapmanız gereken televizyonda onlar hakkında güzel sözler söylemek ya da yazmaksa, neden olmasın? Halk dışında herkes yararlanır.

Son başkanlık seçimleri bu kasvetli durumu önceki seçimlerden daha fazla ortaya çıkardı ve şimdi tüm yapı parçalanıyor. Bunu yapmanın tam zamanı. Şimdi soru, bozuk yapı yerine ne geleceğidir.

Sonunda sadece iki yol var: yukarı veya aşağı. Şu anda durum hızla kötüye gidiyor. İki taraf arasındaki gerilim tırmanıyor, medya onları körüklüyor, nefret sınırsız ve her iki taraf da milletin geleceği için savaştığını düşünüyor. Bu bir savaş reçetesidir.

Bununla birlikte, başka bir seçenek daha var: yukarı çıkmak. Yukarı çıkmak, Boykot Kültürünü iptal etmek ve her iki tarafın da değişmeyeceğini kabul etmek anlamına gelir. Dahası, ancak her iki taraf da pozisyonlarını korursa, demokrasinin enkazından yeni bir şey çıkacaktır: yeni bir düşünce, yeni bir dünya algısı.

Bu bir uzlaşma değildir; her iki taraf da görüşlerini koruyacak ve bir santim bile vermeyecektir. Bununla birlikte, diğer tarafın konumunu korumasına da izin verecekler ve her iki taraf da diğeri olmadan kendilerinin var olmadıklarını anlayacaklar. Bir tarafın varlığı, diğer tarafın varlığını sağlar ve tanımlar. Tıpkı ısı olmadığı ve soğuğun yokluğunda ısıyı bile tanımlayamayacağınız gibi, Sol’un yokluğunda Sağ, Sağ’ın yokluğunda da Sol yoktur. Ya da tanımlanamaz.

Karşı tarafın varlığına değer vermeye başladığımızda, ona karşı yavaş yavaş olumlu duygular geliştirebiliriz. Ancak bu daha sonra olacaktır. Demokrasinin sona ermesinden sonra Amerikan toplumunu onarmanın ilk adımı, tüm siyasi görüşlerin, hiçbirinin değişmesini beklemeden ve bir uzlaşmaya varmaya çalışmadan, ancak tüm görüşlerin gerçek olduğunu ve insanların gerçek duygularını yansıttığını kabul etmektir ve bu onları meşru kılan şeydir.