Category Archives: Maneviyat

Tora’nın Gizli Kodu

Yorum: Hiyerogliflerden [piktograflardan] sonra ortaya çıkan ilk harflerin, İbrani alfabesinin harfleri olduğu söylenir: Aleph (א), Bet (ב) vb.

Cevabım: Onlar ortaya çıkmadılar. Yaklaşık 6.000 yıl önce yaşamış olan Adem tarafından keşfedildiler.

Bu harfleri keşfetti çünkü ihsan etme niteliği ile alma niteliğinin arasındaki ilişkiyi ve aralarındaki bağı anlamaya başladı. O, yalnızca 22 bağlantı olduğunu ve alma ve ihsan etme arasındaki bu bağlantılar aracılığıyla dünyanın tüm niteliklerini ifade edebileceğini gördü. Bu nedenle onları çizgiler ve noktalar şeklinde tasvir etti. O zamandan beri alfabeye sahibiz.

Soru: İbranice bir harfte, her şeyin başladığı siyah nokta nedir?

Cevap: İhsan etme ve iyilik niteliğine tamamen zıt bir şeydir. İhsan etme, sevgi ve iyilik, bir nesneden diğerine, yalnızca diğerinin yararı için akan olumlu niteliklerdir ve bunlara ışık denir. Bunun tersine siyah nokta denir.

Soru: Bu siyah noktayla başlayan herhangi bir harf var mı?

Cevap: Elbette.

Yorum: Ve sonra yatay bir çizgi ve dikey bir çizgi çizeriz.

Cevabım: Evet, beyaz ışığın arka planında. Beyaz kağıdın arka planında.

Soru: Harfin tamamı yazıldığında, ne anlama geliyor?

Cevap: Ben, olumsuz niteliklerin olumlu niteliklere ne ölçüde benzeyebileceğini resmediyorum.

Soru: Bu siyah harfin beyaz kağıda, beyaz ışığa benzer hale gelebileceğini mi söylüyorsunuz?

Cevap: Evet.

Soru: Peki, harfleri bir kelimede birleştirdiğimde?

Cevap: Bununla, sadece bir ihsan etme niteliğinden ikinciye ve sonra üçüncü, dördüncü ve benzer şekilde diğerlerine nasıl geçeceğinizi açıklarsınız.

Soru: Ve bir cümle yazdığımda ve bunu tamamen doldurduğumda, örneğin beyaz ışık, bu kağıt sayfası mı?

Cevap: Bunu yaparak, arka plandaki beyaz ışığa karşı tüm ihsan etme yeteneklerinizi ortaya koyarsınız. İhsan etme ve almanın kesinlikle tüm potansiyel karşılıklı niteliklerini tasvir eden Tora yazıldıktan sonra, başka bir şey yazmanın anlamı yoktur. Her şey, sadece Tora’ya yapılan her türlü ekleme ve yorumdur.

Soru: Öyleyse, Tora, insanın ihsan edici ve sevgi dolu olmaya yönelik tüm arzularını ve özlemlerini tanımlıyor mu?

Cevap: Evet.

Soru: Ya bir kişi, İngilizce, Rusça, Almanca, Ermenice veya başka bir dilde yazarsa ne olur?

Cevap: Gerçek şu ki, şu anda, yazılanları doğru bir şekilde okuyamazsınız çünkü diller sürekli olarak değişiyor. Bugün modern bir Fransız’ı ve Haçlı Seferleri sırasında yaşamış birini ele alırsanız, birbirlerini anlamazlar. Dil çok değişti!

Soru: Peki ya İbranice?

Cevap: Hayır. İbranice değişmedi. Biz iki ya da üç bin yıl önce yazılmış kitapları okuruz. Adem, Melek Raziel adlı kitabını 6.000 yıl önce yazdı ve biz onu bugün yazılmış gibi okuduk. Çok net değil ama okuduk. Tıpkı çağdaşlarımızla yaptığımız gibi Adem’le de konuşabilirdik.

Binlerce yıl önce yaşamış atalarıyla karşılaşıp onu anlayan ve onunla aynı dilde konuşan başka millet yoktur.

Ama Yahudiler kolayca yapabilir!

Soru: Kod değişmediği için mi?

Cevap: Evet. Değişemez çünkü bu, ışık ve karanlık arasındaki etkileşim, iki kuvvet arasındaki etkileşimdir.

Soru: Tora’da gömülü belirli bir kod olduğunu söylediklerinde, bu ışık ve karanlık arasındaki etkileşimle mi ilgili?

Cevap: Evet. Karanlık harflerdir ve ışık ise üzerine yazdığımız arka plandır.

Harfler, bir kişinin niteliğinin Yaradan’ın niteliğiyle eşdeğerliğini temsil eder. İnsan bu eşitliğe geldiğinde, harflerle ışık arasında hiçbir fark kalmayacaktır. Tüm harfler yalnızca ışığın niteliğini ifade edecektir.

Tüm harfler, sadece ışığın tüm niteliklerini o satırlarda, ışığın olmadığı o görüntülerde vurgulamak için vardır.

Soru: Yatay ve dikey çizgilerin farklı ışıkları temsil ettiği doğru mu?

Cevap: Evet, tabii ki. Bunda pek çok farklı işaret ve pek çok sır var, yani henüz çözemediğimiz şeyler.

Soru: Harflerde gerçekten çözülmemiş sırlar var mı?

Cevap: Elbette! Harften başka bir şey yok. Harf, bizimle üst güç arasındaki bir işarettir. Bu işaretlerden başka bir şey yok.

Soru: Işığın yukarıdan “harf” adı verilen bir şablondan geçtiğini ve bir kişinin içine damgalandığını söyleyebilir miyiz?

Cevap: Evet, bu da doğru.

Soru: Bir keresinde Sibirya’da yaşayan, en yüksek, en saf, şiirsel dille size İbranice bir mektup yazan tamamen sıradan bir kişi hakkında bir hikaye anlatmıştınız.

Cevap: Evet. Bunu öğretmenim Rabaş’a gösterdim. Ve onun temiz kalpli/alçakgönüllü bir adam tarafından yazılmış Kabalistik bir metin olduğunu, çünkü böyle bir manevi aydınlanmaya sahip olduğunu söyledi.

Soru: Bundan, tüm harflerin bizim içimizde, dünyada yaşayan herkesin içinde olduğu sonucuna varabilir miyiz?

Cevap: Evet. Daha sonra bu adamla tanıştım, hiçbir şey anlamadı ya da bilmiyordu. Yıllar sonra Sibirya’dan serbest bırakıldığında İsrail’e geldi. İçinde o zamanlar yaşadığı durumdan geriye hiçbir şey kalmamıştı. Ona kısa bir ani ışık şeklinde verildi çünkü çok acı çekiyordu. Tüm gücüyle kendisinden, vücudundan çıkmak istemişti! Ve bu gerilim onu, İbranice yazabilecek duruma getirdi. Sadece onun aracılığıyla dünyaya geldi.

Soru: Yani bunun, onun duası olduğunu söyleyebilir miyiz?

Cevap: Elbette.

Atak!

Atak! Ve sadece bir kez atak yapmamız gerektiğini düşünmeyin. Atak, dereceden dereceye her yükseliş için gereklidir, çünkü bir sıçrayışta, bir atakta meydana gelir. Ve bu bir dış düşmana değil, aramızdaki duvara bir ataktır: bağa ataktır.

Her zaman, yeni bir Partzuf inşa ettiğimizde, içimizde yukarıdan ifşa olan, yeni bir egoist arzunun üstesinden gelmek zorunda kalacağız. Onu kabul etmeli, onunla hemfikir olmalı, İbrahim’in İshak’ı tuttuğu gibi tutmalısınız.

Koşuldan koşula geçerken, birlik, yakınlaşma, karşılıklı yardım ve karşılıklı garanti için, her zaman atağa yer vardır. Buna geldiğimizde, bir sonraki dereceye yükselmekten onur duyarız.

Bu, başkalarıyla bağ kurmamız için bir ataktır ve bu nedenle, bize karşı tek bir düşmanımız var- egoizmimiz. Ne kadar çok atak yaparsak, o kadar güçlü ve ısrarcı oluruz. Ama aynı zamanda da onunla çalışma ve onluda tek yürek olarak birleşmemizi engelleyen tüm güçlere karşı savaşma sanatını öğreniriz.

Dostlarımdan ilham alarak uyanmak isterim. Kendi kendime uyanırsam, bu doğru güç değildir, maneviyat değildir. Maneviyat ancak hepimiz bir arada olduğumuz zamandır. Yaradan, kendisini bir kişiye birdenbire ifşa etse bile, bu, Yaradan’ın edinimine, doğru ve kalıcı bağa yol açmayacaktır.

Her adım, sahip olduğum her şeyi, tüm aklımı ve kalbimi koyduğum son savaş gibidir, ancak asıl önemli olan dostlarımla bağ kurmak ve birlikte gitmektir. Üzerine manevi bir derece inşa etmek için egoizmimize baskı yapıyoruz bu Yaradan ile bağımızın bir tasviridir.

Bir sonraki derecede başka engeller, başka bir atak, Yaradan’ın başka bir zaferi ve ifşası olacaktır, tıpkı bir bebeğin oyununun bir gencin oyunundan veya bir yetişkinin savaşından farklı olması gibi.

Bizler, içsel reddedişle, kalplerimizi birbirine bağlama ve egoizmimizin üzerine çıkma, bağın ayrılıktan daha önemli olduğuna ve birliğin gücünün, Yaradan’ın tüm egoist gerçekliğimizden daha önemli olduğuna karar verme konusundaki isteksizlikle savaş halindeyiz.

Tek bir gerçekliği görmemize izin vermeyen bölücü güçlere atak yapmak gerekir, çünkü bizler tek kalp tek adam olarak birbirimize bağlı değiliz. Bu nedenle, bir atak gereklidir.

Sadece bir atak ile bağ kurabilirsiniz çünkü yakınlaştığımızda, reddetme gücü harekete geçmeye başlar. Bu, kısa mesafelerde bağı reddeden atom içi kuvvetlere benzer. Aynı şekilde son bağdan önce büyük bir direnç hissetmeye başlarız ve bu yüzden atak burada gereklidir.

Birbirimize yakınlaşabilir, kucaklayabilir, birlikte olabiliriz, ancak gerçekten bağ kuramayız. Bu, potansiyel engelin üstesinden gelmemizi ve bağ kurmamıza yardımcı olacak üst gücün kullanılmasını gerektirir. Aramızda bir bölünme var ve bunun üzerine çıkmak için bizi yukarı itecek çok fazla potansiyel enerjiye ihtiyacınız vardır.

Bunu kendimiz yapamayız; böyle bir arzuya sahip değiliz. Ama bizi ayıran boşlukta bu potansiyel sıçramayı yapmamıza yardım edecek olan Yaradan’a ulaşmak için, birbirimize yardım ederiz.

Bu boşluk, birbirimize yakınlaştıkça daha fazla kendini gösterir ve bunun üstesinden gelebilmek ancak yukarıdan alınan kuvvet yardımı ile mümkündür. Bu, içimizde olmayan ve Adam HaRishon’da olmayan ıslah ışığıdır. Bu sadece kırılmadan dolayı yükseltilen duaya cevap olarak gelir.

Her derste, her toplantıda, Mahsom’u kendimiz geçemeyeceğimizi anlayacak kadar arzularımızı birer birer topluyoruz. Sonuçta, önümüzdeki potansiyel engelin üzerinden atlamak imkansızdır, bu sadece Yaradan bizi yukarı kaldırırsa olur.

Görünen o ki bu Yaradan’a bir ataktır. Ve buna hazır olma, tek bir kalpte birleşip yalnızca bağı isteyebilme derecemizle belirlenir. Birlik koşulu içinde, potansiyel engelden, Mahsom’dan geçer ve Yaradan’ın ihsan etme gücünü keşfederiz.

“Kabala’nın Ana İdeolojisi Nedir?” (Quora)

Kabala Bilgeliği, biz bu dünyada yaşarken, fiziksel yaşam ve ölümün ötesinde, gerçekliğin en yüksek boyutunun algısına ve hissine ulaşmamızı sağlayan bir yöntemdir.

Bunu yaparak, gelecekteki durumlarımızı hissedebiliriz ve gerçekliği, onun “kontrol odası” ndan doğrudan etkileme yeteneği kazanırız. Sadece hayatımızın kaynağıyla bağ kurmaya ihtiyacımız var ve bunu yaparak kaderimizin kontrolünü üstleniriz.

Kabala, ilk kez 5,781 yıl önce Raziel HaMalach (İbranice “Gizli Melek”) adlı kitabı yazan Adem tarafından ifşa edildi. Kitap, gerçekliğimizi işleten ve belirli bir yöntemle ifşa edilebilen gizli gücü (yani “melek” belirli bir tür manevi güçtür) anlatır. Kabalistlerin 20 neslinden sonra, İbrahim, “İsrail halkı” olarak bilinen, ilk Kabalistik grubu kurarak Kabala bilgeliğinde bir sonraki büyük gelişmeyi yaptı. Bu, “Komşunu kendin gibi sev” ilkesine dayanarak toplanan bir gruptu. İnsanın dostuna sevgisi, Kabalistlerin temel ideolojisi ve yasası haline geldi. Tek bir ulus olarak birleştiler ve daha sonra birlik (“Yichud”) kelimesinden gelen, “Yahudiler” olarak anıldılar.

Gelişiminin belirli bir aşamasında grup, İbrahim’i takip etmek istemeyen dönemin Babillilerine, kendini dönüştürme ve ıslah ihtiyacını (başkalarının pahasına kişisel çıkar için egoist niyetin üzerine çıkarak) göstermek zorunda kaldı. Bunu yaparak, zamanın yaygın nefret ve bölünmüşlüğünün üzerinde, birleşme ve sevgi köprüleri oluşturdular.

Kabala’nın ana ideolojisi bu nedenle “Komşunu kendin gibi sev”dir ve Kabala metodu, bölücü insan egosunun üzerinde böyle bir birleşmeyi elde etmektir. Doğuştan gelen bölücü dürtülerimizin üzerinde artan sevgi bağları ve birleşmeyi geliştirmenin zirvesinde, evrenin iki ucu (egoizm ve özgecilik, bölünme ve birleşme, alma ve verme) “vermek için alma” olarak adlandırılan, tek bir yaratılışta birleşir. Uygulamada böyle bir ilkeyi edinerek, hepimizin uyumlu, mutlu ve doğa ile denge içinde yaşaması için kuralı uygularız. Dahası, bedensel yaşam ve ölümün üzerinde var olan, ruhumuzun ebedi ve mükemmel gerçekliğini de keşfederiz.

Şu anda tek bir niteliğimiz var: Almak. Versek bile, bunu karşılığında bir şey almak istediğimiz hesaplamasıyla yapıyoruz.  Doğuştan gelen alma niteliğimize vermenin niteliğini ekleyerek (yani içimizde hiçbir egoist niyet olmadan saf verme), o zaman egoizmimizi doğanın özgecil niteliği ile dengeleyerek birbirimizle mükemmel bir bağ kurarız ya da başka bir deyişle, gerçekliğin negatif kutbunu pozitif olanla dengeleriz.

Kabala, doğanın nasıl dört seviyeye ayrıldığını açıklar: Cansız, bitkisel, hayvansal ve insan. Cansız, bitkisel ve hayvansal seviyelerde, doğanın kendisi verme ve alma, pozitif ve negatif arasında denge kurar. Bununla birlikte, insan seviyesinde, yani birbirimize olan ilişkilerimiz ve tutumlarımız düzeyinde, gerçekliğin özgecil yönüyle hiçbir bağlantımız yoktur. Böylelikle, egoist arzularımız zaman içinde ne kadar gelişirse, hayatın tüm alanlarında o kadar çok sorun ve krizle karşılaşırız.

Başka bir deyişle, hayatımızın sorunlarının esas nedeni, özgecilik ve egoizm arasındaki uyumsuzluktur. Kabala bilgeliği, bu iki nitelik arasında doğru dengeyi kurmanın ve bunu yaparak kişisel, sosyal ve küresel olarak denge sağlamanın bir metodudur.

Kabala’nın bir din değil, bilim olduğuna dikkat etmek de önemlidir. Din, bir veya birkaç yüksek güce inanmaya dayanırken; bunun yerine araştırma, deney, geri bildirim toplama ve bunu yaparak, doğuştan gelen egoist niteliğimizin üzerinde özgecil niteliğe eriştiğimizi bilimsel olarak onaylayana kadar,  “doğrulama ve tekrarlama” yoluyla yüksek güçlerin açığa çıkmasına ulaştığımız bir metottur. Kabala, ritüeller gerçekleştirmeyi, belirli bir kıyafeti giymeyi veya herhangi bir fiziksel nesneye özel bir önem atfetmeyi içermez. Daha ziyade, daha yüksek gerçekliğe ulaşma yolunda ilerlemeyi destekleyen bir ortamda çalışmayı ve katılımı içerir. Bunu yaparak, herhangi biri böylesine yüce bir edinime ilerleyebilir.

“Neden Ağlarız?” (Quora)

Ağlamak, enerjimizin tükendiğini, kaderimizin bizim elimizde olmadığını; hayatımızda hiçbir şey yapamayacağımız üstün bir “şey” olduğunu ve ayrıca sonuçta hayatlarımızda neler olup bittiğine dair hiçbir fikre sahip olmadığımızı kabul etmekten gelir.

Kendimizi zayıf ve çaresiz hissetmenin bir sonucu olarak ağlarız. Bunu yaparak, gerçekte var olan üst güce, daha büyük bir doğa gücüne de teslim oluruz.

Maddesel gerçekliğimizde ağlamak, ulaşamayacağımız bir şeyi istediğimizde veya diğer insanlara karşı belli bir şefkat duyduğumuzda, yani kendimizi başkalarının yerine koyup aynı olumsuz olayların bizim de başımıza gelmesinden korktuğumuzda, kendimizi ifade etme şeklimizdir.

Maneviyatta ağlama, manevi ıslahımıza yani egoist alma niyetimizin, sevme ve ihsan etme niyetine dönüşümüne pasif katılımın ifadesidir. Yani ağlamak, bizim (manevi bir Partzuf veya ruh olarak)  doğuştan gelen alma arzumuzun üzerinde küçük bir ihsan etme niyetine sahip olduğumuz, küçük bir manevi durum olan “Katnut” (“manevi küçüklük” veya “manevi başlangıç”) adı verilen koşulda, manevi olarak zayıf olduğumuzun bir işaretidir. Başka bir deyişle, böyle bir koşul içinde, niyetimiz, bizi egoist olarak yalnızca kendine fayda sağlamaktan korumak için yeterince güçlüdür ama henüz sevmek ve ihsan etmek için doğrudan egomuzla çalışmamıza izin vermez.

 

Onlunun Merkezinde İnşa Etmek

Bizler, hakkında “ters bir dünya göreceğim.” denilen, manevi dünyaya giriyoruz. Şimdi bu ters çevrilmiş dünyayı bizim dünyamızdan hayal etmek imkânsızdır çünkü bu beyaz yerine siyahın olduğu basit bir negatif değildir.

Bu dünyada ihsan etmeye ve sevmeye çalışsak bile, bunu manevi dünyaya doğru şekilde yansıtamayacağız. Manevi dünyayla ilişkilendirecek hiçbir şeyimiz yok: anlayış yok, his yok, tat yok.

Bu yüzden gözlerimiz kapalı gitmeliyiz. Gerçekte de, gözlerimiz kapalı ve hiçbir şey görmüyoruz çünkü sadece egoist arzumuzun içine bakıyoruz. Bakışlarımız içe dönüktür ve sadece midemizle ilgileniriz.

Ve maneviyat tam tersi yönde işler. Bunun tersini hayal edemiyoruz. Tersini yaparsam, manevi olmayacaktır. Bu çok yaygın bir yanılgıdır.

Bilgelerle inançla yürümek, gözleriniz kapalıyken Kabalistlerin talimatlarını takip etmek anlamına gelir, böylece Yaradan’ın yardımı ile içimizdeki ruhun tezahürünü uyandırırız ve Yaradan’ın imgesini, ihsan etme niteliğini, Bina’yı ifşa ederiz. Kişi en azından bunun için bir yer inşa etmeye başlamalı, üst gücün açığa çıkması koşulu bu, böylece bu alan bir şekilde Yaradan’a benzer hale gelir.

Öyleyse ilk olarak, bu alanı egoist arzulardan kurtarmak için bir kısıtlama yapmak ve ardından onun üzerine kat kat ihsan etme aşamalarını inşa etmeye başlamak gerekir: 0-1-2-3-4.

İhsan etme yapısını inşa edebileceğimiz yani Yaradan’ın Kendisini ifşa etmesine ve onu inşa etmesine izin verebileceğimiz alma arzumuzdan temizlenmiş boş bir platform hazırlıyoruz. “Ben” i, egoizmimi kaldırmalı ve onun yerine Yaradan’ın görünmesine izin vermeliyim. Yaradan, yalnızca O’na sunduğum saf yerde görünür.

Ve bunun için gerçekten dostlarımızın yardımına ihtiyacımız var. Egoizmimizin tam merkezinde, biz egoistlerin birleştiği merkezi noktada, onlunun merkezinde, Yaradan’ın ifşasına, ihsan etme niteliğinin tezahürüne yer açmalıyız, böylece ruh en alt seviyeden, kaynaktan daha da gelişmeye başlar: embriyo, emzirme, olgunlaşma.

İhsan etme niteliği, annenin vücudunda büyüyen bir embriyo gibi, biri diğerinin içinde biçimlenerek, alma niteliği içinde gelişir. Ve her ne kadar embriyo anne için yabancı bir cisim olsa da doğa, annenin onu reddetmemesini, tam tersine onu mümkün olan her şekilde, özenle ve sevgiyle destekleyip büyütmesini ayarlamıştır. Annenin tüm büyük vücudu yalnızca embriyoyu büyütme işlevi görür.

Ve bizlerin, aynı sevgiyle, çocuk bekleyen şefkatli bir anne gibi, onluda birleşmemiz ve aramızdaki ihsan etme niteliğini dikkatlice geliştirmemiz gerekiyor. Hiçbirimiz onu kendi başımıza büyütemeyiz, ancak yalnızca aramızdaki bağda, ihsan etme niteliğini hayal edebilir ve onu alma niteliğimizin üzerinde daha fazla büyütebiliriz.

Alma arzusu temeline dayanan tüm bedenimiz, içinde insan, Adem olarak adlandırılacak olan manevi embriyoyu, ihsan etme arzusunu geliştirmek için çalışacaktır, çünkü o Yaradan’a (Domeh) benzeyecektir.

Ruhunuzu ancak eksiksiz bir manevi organizma yoluyla inşa edebilirsiniz: kendi merkezinde manevi rahmin olacağı ve ihsan etme niteliğinin ortaya çıkacağı bir yer açarak kendisini fesheden bir grupta.  Söylendiği gibi: “Beni sen yarattın.”

Bizim tarafımızdan alanı alma arzusundan özgürleştirerek ve alma arzusu içinde ihsan etme arzusunun büyümesine izin vererek, Yaradan diğerinin içinde bir form oluşturabilir.

Bu nedenle tüm çalışmalarımız sadece grup çalışmasıdır. Yaradan’ı dostlarım aracılığıyla aramazsam, o gerçek Yaradan değildir. Bütün dünya Yaradan ile bağ kurmak, O’na dönmek istiyor. Ancak bu girişimlerin ne kadar umutsuz olduğunu görebiliriz. Ve hepsi, insanların Yaradan’ı doğru bir şekilde hayal etmedikleri içindir: insanlar arasında bir bağ olarak.

Yaradan, egoizmimizden özgür olduğumuz bir alanda, aramızda inşa ettiğimiz ihsan etme niteliğidir. İhsan etme formunu alan, alma niteliklerimiz aracılığıyla Yaradan’ı ifşa ederiz.

Yaratılanları sevmeden, Yaradan’a ulaşmak imkansızdır. Bu yüzden şöyle denir: “İnsan sevgisinden Yaradan’ın sevgisine; yaratılanların sevgisinden Yaradan’ın sevgisine.” Bunlar sadece güzel sözler değil, aynı zamanda gerçek ifşaya ulaşmak için gerekli bir koşuldur.

Herkes – Kendi Zamanında

Soru: Tüm insanların kalpteki noktaya sahip olduğunu söylüyorsunuz, ancak bazılarında uyanıyor, bazılarında uyanmıyor. Kalpteki noktası uyanmamış bir kişi için aydınlık ve karanlık nedir? Hayatının anlamı nedir?

Cevap: Kalpteki nokta içimizde uyanıncaya kadar diğer insanlarla aynı şekilde yaşıyoruz. Diğer herkesin hayatının boşa gittiğini düşünmeyin. Onların da bu koşullardan geçmeleri gerekir çünkü onlarsız herhangi bir manevi duruma erişemeyecekleri ve manevi dünyaya giremeyecekleri bazı Reşimotlar (bilgi kayıtları) içlerinde birikir.

Manevi Çalışma Açısından Toplumun Üç Bölümü

Birçok farklı insanla çevrili bir toplumdayız. Manevi çalışma ile ilgili olarak, kişi, tam olarak niyetle elde edilen Yaradan ile birleşmek istediğinde, toplum üç bölüme ayrılabilir.

Birinci bölüm, doğrudan Yaradan’a doğru çabalayan İsrail halkıdır (İsrail-El).

İkinci bölüm “Mısırlılar”dır yani maneviyatı hiç umursamayan bir insan topluluğudur. Kendileri için iyi olduğunu düşündükleri şeyi doğal olarak yaparlar. Ne yaptıklarını anlamayabilirler ve bu onlar için önemli değildir. Önemli olan, kendilerini iyi hissetmeleridir.

Üçüncü bölüm “Erev rav” (büyük karışım) yani kişinin emirlere niyet olmaksızın itaat etmesi gerektiğine inanan insanlar.

Niyet tamamen farklı bir tanımlamadır. Kişi kendi egoizminin üzerine çıkmalı, üst ışığı kendisine çekmeli, egoizmi özgeciliğe dönüştürmeli ve kendi içindeki her şeyi kesinlikle değiştirmeli ve daha yüksek dünya olan, Yaradan’ı hissetmeye başlamalıdır.

Bu çok büyük ve çok zor bir manevi çalışmadır. Bu nedenle, yapılmaması gerektiğine inanan insanlar vardır. Onlar, bir zamanlar başkalarının iyiliği için ve Yaradan’ın iyiliği için doğru niyet seviyesinden, kendileri için olan egoist niyetin içine düşmüşlerdir.

Rehber Olmadan Maneviyata Ulaşmak İmkansızdır

Bilgelere inanç olmadan, mantık ötesi inanca ulaşmak ve Yaradan ile bağ kurmak imkansızdır. Sonuçta, egoist arzumuz ile ihsan etme arzusu arasında doğrudan bir bağ yoktur.

Egoizmin içinde olduğumuz için, ihsan etme arzusuna sıçrayamıyoruz ve ne olduğunu ya da ona nasıl yaklaşacağımızı bile anlamıyoruz. Bu nedenle, bizi bu dünyanın hissinden üst dünyayı hissetmeye götürebilecek bir rehbere ihtiyacımız var.

Biz bu dünyadayız yani alma arzusu içindeyiz ve dünyayı ancak onun aracılığıyla hissediyoruz. Egoizm, tüm niteliklerimizi belirler, kalbimizi ve zihnimizi kontrol eder. Aynı zamanda bizler, ihsan etme arzusu içinde gerçekliği hissetmek isteriz.

Ancak, “zıt bir dünya göreceğim” denildiği gibi, ihsan etme arzusunun ne olduğunu ve başka bir gerçekliği hissetmek için onu nasıl geliştireceğimizi bilmiyoruz. Uzun zaman alabilen ve bu dünya ile bir sonraki dünya arasında birçok ara durumu, alma arzusunun hakimiyetini ve ihsan etme arzusunu içeren özel bir koşuldan geçmemiz gerekiyor.

Böyle bir geçiş bir anda olamaz, ancak söylenenlere göre: “Hayatımın her günü beni sadece iyilik ve merhamet takip edecek.”

Bu nedenle, her iki dünyada aynı anda yaşayan ve bize böyle bir geçişi nasıl yapacağımızı öğretebilecek bir bilgeye ihtiyacımız var. Manevi dünyanın edinimi içinde olan herkes böyle bir rehber olamaz. Bu, her iki dünyayı anlamada duygu ve anlayışta tutarlılık ve bir dünyadan diğerine adım adım nasıl geçiş yapılacağına dair bilgi gerektirir.

Bu rehberin niteliğine Musa denir. Bir yandan Yaradan’ın nitelikleri içindedir, öte yandan “sadık bir çoban” gibi, bu dünyadan manevi dünyaya, insanlara öğrencilere rehberlik etmek ve Yaradan’ın talimatlarını yerine getirmek için bu görevi üstlenebilir.

Manevi yolda öğretmen anlamına gelen, bilgelere inanç, yolun kendisine inanmakla, Yaradan’a ve gerçekleştirdiğimiz tüm eylemlere inanmakla aynıdır. Başarı, öğretmene ne kadar bağlı olduğuma ve onu ne kadar takip ettiğime bağlıdır. Bu sanki ciddi bir yürüyüşte, tehlikeyle dolu bilinmeyen bir bölgeden geçerken, ıssız yollarda, uygun kıyafetlere ve ayakkabılara, uygun bir bastona sahip olmanız, önünüzde giden kişiyi takip etmeniz ve önünüzde olanın izini takip etmeniz gerektiği gibidir. O zaman güvenle ilerleyebilirsiniz.

Bu, yeni başlayanların manevi yola girerken öğrenmesi gereken ilk kuraldır, ona bilinmeyen ve kafa karıştıran, basılmamış bir yoldur. Bu nedenle, ilk yürüyen, çok fazla deneyime sahip ve bu yolu zaten kendi başına yürüyen bir kişidir. Ama onu takip edenler yolu bilmemektedir.

Bunu fiziksel bir yürüyüşte ve hatta daha da ötesi manevi bir yürüyüşte yapmak gelenekseldir, çünkü orada tek bir doğru adımı atmak için ne yapmamız gerektiğini hiç bilmiyoruz. Dahası, egoizm her zaman kafamızı karıştırır ve bizi yoldan çıkarır. Bu nedenle, tökezlemeden ve düşmeden ilerlememize yardımcı olacak, mümkün olduğunca çok sayıda net göstergelere sahip olmamız gerekir.

Yükselişler ve Düşüşler Arasında Boş Zaman İçin Yer Yok

Yükselişler ve düşüşler bize bir yaşam hissi verir. Hayatta bir değişiklik olmasaydı, o zaman yaşam değil ölüm olurdu. Salgın bizi felce sürükledi ve durgun bir yaşam sürmeye zorlandık, evlerimizde kilitli kaldık.

Görünüşe göre bu, borsada ve hayatlarımızı dolduran gündelik çekişmelerde değil, yeni yaşam biçimlerinde, farklı düşüş ve yükselişler bulmamıza yardımcı olacak.

Ve böylece kendimizi karantinada buluyoruz, böylece hayattaki değişikliklerin farklı derecelerde olabileceğini ve bunlara hayat dendiğini hissediyoruz. Yükselişlerin imkânsız olduğu düşüşleri takdir etmeye başlayacağız.

Yaratılışın en başından Yaradan, ortak ruhun parçalanmasıyla bizim için büyük bir düşüş düzenledi. Ve bu kabı kendi çabalarımızla toplamalı ve eski durumuna getirmeliyiz. Ancak katılımımızı, arayışımızı, boşluğumuzu, duamızı, arzumuzu, birleşme zorluğumuzu da ekleyerek ilk yükselişi 620 kat arttırıyoruz.

Adam HaRishon’un ruhunun parçalanmasından önce varlığımız bilinçsizdi. Ancak şimdi, tüm hazırlıklardan dolayı, yükselişler ve düşüşleri hissetmeye başlıyoruz ve her düşüşten sonra kendimiz yükselmeye çalışıyoruz: cansız seviyeden bitkisel, hayvansal ve insana. Sonunda insan olmanın ne anlama geldiğini, ne için yaşadığımızı, durumumuzun insan yaşamına ne kadar uzak veya yakın olduğunu hissetmeye başladık.

Böylece, düşüşlerde ve yükselişlerde, yavaş yavaş yaşamın özünü, amacını, varoluşumuzun anlamını keşfederiz, duyu organları geliştiririz, bir düşüş veya yükselişte ölü ve diri olmanın ne anlama geldiğini öğreniriz.

Biri diğeri olmadan olamaz. Her şey düşüşle başlar. Yaradan, gelecekteki tüm koşullarımız için hazırlıklar yapmak için kabı paramparça eder. O, her şeyi, geceyle, ayrılıkla, Yaradan’dan, hedeften, dostlardan kopma duygusuyla başlayacak şekilde belirlemiştir. Sadece bu koşuldan itibaren büyük, son bir yükselişe ulaşmak için parçalarımızı toplamaya başlayabiliriz.

Kendisinden önce bir düşüş yoksa, yükseliş mümkün değildir. Yükseliş, düşüşü anlamak ve onun üzerine çıkmayı istemektir. İşte bu yüzden Yaradan, yükselmemizi, ayrılığı birliğe, nefreti sevgiye çevirecek bir şeyimiz olsun diye bizim düşüşümüzü düzenler.

Bundan, yükseliş ve düşüşün, egoizmimize göre değil, başarmamız gereken tam bağ koşuluyla ilişkili olarak gerçekte ne olduğunu anlayabiliriz.

Düşüşlerin ve yükselişlerin sayısı, bunların frekansı, derinliği, maksimum hızı ve çokluğu, son ıslaha doğru ilerlememizi belirler. Herkese, ortak ruha katılması için, aynı zamanda her onlu için ve hepimiz için kendi özel Kli’sinde sınırlı sayıda yükseliş ve düşüş verilir.

Yükseliş ve düşüşlerin gücü ve değişme hızları hesaba katılır. Yükselişi ve düşüşü uzun süre esnetmeyin. Maneviyatta zaman yoktur; her koşul için bir dakika yeterlidir. O ifşa olur olmaz, derhal bir sonraki koşulla değiştirilmelidir.

Düşüşler ve yükselişler arasında ve hatta yükselişler ve düşüşler arasında kesinti için yer kalmasın diye bağımız üzerinde çalışmanın yoğunluğunu artıralım. Önemli olan, koşulu ve onun bir sonraki adım için faydalarını hızlı bir şekilde açıklığa kavuşturmaktır.

Hem düşüşleri hem de yükselişleri, yukarıdan bilgiymiş gibi, yapıcı bir şekilde ele almaya çalışmalıyız. Onlar zaten üst güç tarafından hazırlandılar ve hepsinden geçmek zorundayız. Sadece sıklıkları bize bağlıdır.

Her şey bizim hazırlığımıza bağlıdır. Düşüş ve yükselişleri, kendi duygularımızla değil,  insanlığın genel ıslah süreciyle ve hedefimiz olarak Yaradan ile ilişkilendirirsek, o zaman her an, bu yolda iyi ve doğru bir adım olur. Ve tek yapmam gereken, nihai hedefe yaklaşmak için daha da ileriye gitmektir. Sonra tüm yükselişler ve düşüşler bir araya gelecek ve bu iki koşulu bir bütün olarak hissedeceğim: “Karanlık ışık gibi parlayacak.”

Şans Eseri Değil

Dünyada hiçbir şey tesadüfen olmaz; her şey, bizi tek kalp tek bir adam olarak birleşmek ve Yaradan’la bağ kurmak hedefine doğru ilerletme amacına yönelik olarak gerçekleşir.

Bu, tüm gerçekliğin amacıdır. Ve bunu çok arzu edersek, herhangi bir sorunu ilerlememizi hızlandırmak ve bize en kısa ve en iyi şekilde rehberlik etmek için bir fırsat olarak algılarız.

Asıl mesele, onlunun merkezini tespit etmek ve bu merkezden, onlunun ilerlemesi için O’nun yardımını istemek ve talep etmek için, Yaradan’a özlem duymak, , bizi onluda birleştirdiği ve O’na doğru ilerlememiz için bize akıl ve duyguları verdiği için O’na teşekkür etmektir.

Dua minnet ve istek içermelidir. Yaradan’ın bizi dünyadaki diğer insanlar gibi bilinçsiz bir durumda bırakmadığı için minnettarım ki O, bize nerede olduğumuzun ve gerçeğe, hakikat dünyasına, gerçek duruma nasıl ilerlememiz gerektiği ve böylece kaderimizi kontrol etmeyi öğrenmemiz gerektiği anlayışını verdi.

Bütün bunlar, O’na daha yakın olabilmemiz ve bu dünyadaki tüm insanları yanımıza çekebilmemiz gerçeğiyle, Yaradan’a memnuniyet vermek içindir. Yaradan, tüm insanların bir onluda, Adam HaRishon’un ruhunun on Sefirot’unda birleştiğini görmek ister.

Bu, Yaradan’a ve tüm insanlığa karşı görevimizdir, çünkü onların ortasındayız ve Yaradan’ı diğer insanlarla birleştirmeliyiz. Ve bu nedenle, Yaradan’ın hizmetkârları olarak adlandırılıyoruz. Bir yandan fiziksel dünyadayız ve tüm insanlarla bağlantıdayız, diğer yandan Yaradan’a bağlıyız ve O’nun ile yaratılan varlıklar arasında bir geçiş yolu olarak hizmet etmeliyiz.

Bizler, Galgalta ve Einaim ve AHAP olarak içimizde birleştirmemiz ve ruhumuzu oluşturmamız gereken bu iki parçaya, Yaradan’ın bir parçasına ve yaratılan varlıkların bir parçasına sahibiz.

Yaradan bizi bu çalışma için seçti: O ve insanlık arasında bir bağ kanalı, bir iletişim aracı, bir geçiş yolu olarak hizmet etmek ve O’nun güvenini haklı çıkarmak istiyoruz. Zor bir iş çünkü sadece kendi kaderimizi değil, dünyanın kaderini de önemsememizi, herkesin acısını hissetmemizi ve arzularını hissetmemizi gerektiriyor. Aynı zamanda böyle bir görevi almak da ayrı bir onurdur.

Onlunun merkezi, herkesin onlunun önünde kendisini iptal edip, boyun eğmesinden dolayı, her zaman bağ kurduğumuz yerdir. Bu şekilde, birlikte Yaradan’a döndüğümüzde onlunun merkezine ulaşırız. Herkes kendini diğerlerinin önünde iptal ederse, o zaman ortada Yaradan’a döndüğümüz ortak bir noktadan başka hiçbir şey kalmaz. Aksi halde Yaradan, O’na söylemek istediklerimizi işitmeyecektir.

Dostlarımın yandığını ve kalbimin sağır olduğunu görürsem, o zaman büyüklerin arasında küçük biri gibi hissetmeli ve elimden gelenin en iyisini yapmalıyım. Sınıfta otursam ve hiçbir şey duymasam, hiçbir şey görmesem, hiçbir şey anlamasam bile, duygu ve düşüncelerim uyuşmuşsa da her şeye rağmen dostlarımın arasındayım. Bu, annenin içindeki bir çocuk gibi, onlunun içinde bir embriyo haline geldiğim anlamına gelir.

Annenin karnındaki çocuk kıvrılmış bir şekilde yatar ve hiçbir şey yapmaz, sadece kendini iptal eder ve üst güç onu geliştirir. Aynı şekilde onluda kendimi iptal etmeli, mümkün olduğunca buna dahil olmalı ve dostlarımın beni etkilemesini beklemeliyim. Bu çok yüksek bir koşuldur ve bu tür bir kendini iptal etme büyümemizi sağlar.

Kendimi iptal ederek ve onluya dahil olmayı isteyerek, onlara büyük bir iyilik yapıyorum, çünkü şimdi Yaradan’ın benim için belirlediği koşullara göre doğru eylemi gerçekleştiriyorum. Bizler, her zaman on Sefirot’u onluda temsil ederiz ve her seferinde bu on Sefirot’ta farklı bir rol oynarız. Dolayısıyla aralarında benim gibi kendini iptal eden hiç kimse yoksa dostlar ilerleyemeyeceklerdir.