Category Archives: Maneviyat

Dünyanın Tüm Suçluları – Bir Kişinin İçinde

Soru: “Çalmayın”, “zina yapmayın” ve “öldürmeyin” tanımları ne anlama geliyor?  Ne ya da kimden bahsediyorlar?

Cevap: Bu hepimizin hakkındadır çünkü her saniye öldürüyor, çalıyor ve zina yapıyoruz.

Gerçek şu ki, bizler egoist, ıslah olmamış koşullarımız içindeyiz ve bu, bu eylemleri gerçekleştiriyorum demektir.  “Öldürme” veya “çalma” niteliğimi eğer ıslah etmediysem, o zaman onun içindeyim.

Bunu uygulayıp uygulamamam önemli değil.  Manevi mahkeme, kişiyi potansiyeline göre değerlendirir.  Yani, içinizde belirli bir durumda öldürebileceğiniz bir nitelik varsa, o zaman şimdi öldürüyorsunuz, bu da potansiyel olarak bir katil olmadığınız anlamına gelir.

Manevi dünyada, bir kişiyi özel olarak bu duruma getirmemize gerek yoktur.  Yani siz bir katil, tecavüzcü, hırsız ve diğer her şeysiniz.

Bu şu anda sizi pek rahatsız etmiyor.  Ama tüm potansiyeli, farkına varılmamış nitelikleri hissetmeye başlayacağınız zaman gelecek: şimdi öldürüyorum,  soyuyorum,  aldatıyorum.  O zaman dünyadaki tüm acılardan sorumlu olduğunuzu hissedersiniz.  Artık dayanamazsınız.

Işığın insana etki etme şekline göre, insana gerçekte kim olduğunu gösterir ve aynı zamanda ışığın hangi kaynaktan geldiğini gösterir, sonra ışığın geldiği yer olan Yaradan’la arasındaki bu fark ve potansiyel olarak tüm korkunç niteliklerin içinde olduğu gerçeği, kişide korkunç bir içsel utanç haliyle hissedilir.

Onu yakan bu utanç cehennem olarak adlandırılır.  Bu aslında cehennemdir.  Bu nedenle, kişi ondan kurtulmaya hazırdır.  Ama kurtulmak o kadar kolay değildir.

Cehennemde on bir ay vardır, bu kişinin Yaradan’a zıt olma durumundan geçtiği, Yaradan’dan farklılığının korkunç hislerinden dolayı içten içe yandığı manevi aşamalardır ki, bu on bir aydan sonra durumunu Yaradan’la form eşitliği yönünde ıslah eder ve cennet denen duruma gelir.

Özgür Seçim Neye Bağlı?

Soru: Bir kişinin özgür seçimi nedir?

Cevap: Gerçek şu ki, günlük düzeyde her bir kişiyi ilgilendiren özgür seçim vardır. Ve bunu nasıl manipüle ettikleri onların işidir.

Ve bunu başka bir edinim sistemine yükselmek için kullanmak isteyen insanları ilgilendiren bir özgür seçim vardır. Bu tamamen farklı bir alandır. Biz buna manevi diyoruz çünkü o alma niteliği üzerine değil ihsan etme niteliği üzerine inşa edilmiştir.

Özgür seçim, kişinin böyle bir ortama girmesi, kendini egoist niteliklerinin üzerinde bir nitelik yaratmasına yardımcı olacak bu tür etkilere maruz bırakması gerçeğinde yatmaktadır. Ve egoizmine rağmen anti-egoist bir şekilde davranabilir.

Ve eğer egoizm onun bütün doğasıysa, hepsi onunsa, bu nasıl mümkün olabilir? Burada, bir ekipte, bir grupta çalışmaya başlarız ve Kabala çalışması yoluyla uygun gelişim sürecinde edindiğimiz özel bir ihsan etme niteliği ortaya çıkar (egoizmimizin üzerine çıkarak).

O zaman olağan, mantıksal, egoist niteliklerimizin, arzularımızın, hesaplamalarımızın ve eylemlerimizin gerçekten üzerine çıkıp, egoizmimizin üzerinde hareket ettiğimiz tamamen farklı bir alana yükselebileceğimizi hissetmeye başlarız. Bu, özgür seçim ve üst dünyanın yönetim sisteminin hissi ile bağlantılıdır.

Yani, tüm bunlar, bir kişinin iletişim kurduğu ortama bağlıdır ve kendini bu doğru çevrenin özel etkisine maruz bırakması sayesindedir. Bir anlamda kişi dünyamızdan kopmak ister, ona itaat etmek değil.

Sonuç olarak, mantık ötesi inanç dediğimiz niteliği anlama, muhakeme etme ve hissetme fırsatı yakalar. Ve sonra, geliştikçe, egoist etkiler üzerine değil ihsan etme ve sevgi üzerine inşa edilmiş ikinci kontrol sistemini hissetmeye başlar.

Neden Üst Işığın Etkisine İhtiyacımız Var?

Herkes İçin Zohar, Şemot , Madde 18: Yaradan onlara, “İçinizde ölüm var mı? Tora’da “Bir adam çadırda öldüğünde” ve “Bir adam ölüme layık bir günah işlediyse ve öldürülürse” yazılıdır. İçinizde Dinim’e [yargılara] ihtiyaç duyduğunuz günah var mı? ‘Çalmayacaksın’ diye yazdığı gibi, sizde hırsızlık ya da soygun var mı? Aranızda “Zina etmeyeceksiniz” denen, kadınlar var mı? ‘Komşuna karşı yalancı şahitlik etmeyeceksin’ diye yazdığı gibi, içinizde yalan var mı?  ‘Göz dikmeyeceksin’ diye yazdığı gibi, içinizde açgözlülük var mı? Neden Tora’yı diliyorsun?”

Soru: Kişi kendini haklı çıkarmayı bıraktığında, hırsızlık yaptığını, zina yaptığını açıklar mı?

Cevap: Evet, bunu itiraf eder. “Kabul etmek” ne demektir? Bundan kurtulmak istiyorum demektir.

Sadece “Bu bizim doğamız, ne yapabilirsiniz ki?” demiyor. Örneğin, görünüşte zeki insanlar çok sık televizyonda görünüyorlar ve dünyada neler olup bittiği hakkında konuşuyorlar “Biz neysek oyuz, ne yapabilirsiniz?”diyorlar. Bu seviyeden diğerine geçmeleri gerektiğinin farkında değiller. Bu gerçekten bir kişinin içinde ortaya çıkmaz, sadece Kabala ile uğraşırsa çıkar.

Belli bir hazırlık süresi vardır ve sonra kişi şunu fark etmeye başlar: “Derimden çıkmalıyım, dışarı atlamalıyım.” Ve sonra onu kendisinin üstüne çıkarmak için ıslah eden ışığa ihtiyaç duyar. O zaman Zohar Kitabına ihtiyacı vardır.

Ve onun satırları bizim için anlaşılmaz, kesinlikle gerçek dışı, herhangi bir mantıktan yoksun, kafa karıştırıcı ve tuhaf görünse de,  onları okuyarak üst ışığı çekeriz. Bizim için tamamen mantıksızdır.

Bunu neden yapıyorum? Çünkü daha yüksek gücün benim üzerimde hareket etmesini ve nasıl ve neden değişebileceğimi bulmak için, seviyemi onun seviyesine göre değerlendirmeme yardım etmesini istiyorum. Ve esas olarak, bunun için özel bir ön koşulum olmamasına rağmen, bunu yapıyorum.

Kabala çalışmaya başlayan bir kişi, bunun onu nereye götüreceğini anlamaktan çok uzaktır. Bu yüzden buna ihtiyacın yok ve ihtiyacın olmadığı da söyleniyor.  Ama ona ihtiyacı yokmuş gibi görünse de ve sürekli olarak onunla ilgili yanlış bir şey olmadığını söyleyerek kendini haklı çıkarmasına ve kaynağa, Yaradan’a geri dönen ışığa ihtiyaç duymamasına rağmen, yine de Kabala’yı uygularken, sonunda bu ışığa olan ihtiyacı fark etmeye başlar

İki Tür İçsel Analiz

Soru: Sina Dağı, Hasadim’i, merhamet niteliğini sembolize eder.  Hermon Dağı, Hohma, bilgelik niteliğidir.  Zohar Kitabı neden dağlardan bahsetmektedir?

Cevap: Dağ, “Irurim” (şüpheler) kelimesinden gelir.

Bir insanda şüpheler ve sorunlar ortaya çıktığında, ancak ilerlemek istiyor ve nasıl yapılacağını bilmiyorsa, o zaman önünde bir dağ belirir.  Eğer kişi, dağa tırmanmayı yani egoist problemlerinin, niteliklerinin ve şüphelerinin üzerine çıkmayı seçerse, o zaman ışığın kaynağına sahip olur.

Zohar Kitabı iki dağda bahseder çünkü mevcut gerçekliğin iki tür analizi vardır: tatlı ya da acı, gerçek ve yalan. Bizler, merhamet ışığının (iyi veya kötü) yardımıyla tatlı veya acıyı ve bilgelik ışığının yardımıyla gerçek ve yalanları analiz ederiz.  Bundan şu sonuç ortaya çıkar ki insan her zaman bu iki analiz arasındadır; tatlı ama yalan veya acı ama doğru olabilir.

Soru: Maneviyattaki tatlılık ve acılıktan mı bahsediyoruz?

Cevap: Önemli değil.  “İnsan” dediğimiz şeyin, içimizde büyümesini sağlamak için bu iki tür hissiyata ihtiyacımız var.  Egoizmimize dayanarak baktığımızda, biz insan değil, sadece hayvanız.  Belki bazı yönlerden maymunlardan biraz daha akıllıca, ama onlardan çok daha mutsuz diyebilirim.

Gerçek şu ki, hayvansal büyüme, gelişme ve varoluş işareti, acı yerine tatlı seçeneğidir.  Ve gerçek ya da yalan olması önemli değildir.  Gerçek her zaman tatlılığın olduğu yerdir.  Ve eğer acı ise, kendime bunun bir yalan olduğunu söylerim.

Ahlakımız sadece bunun üzerine inşa edilmiştir.  Dünyada neler olup bittiğini görüyoruz: benim için yararlı, iyi ve tatlı olan, gerçek budur.

Bunun içinde, insanlar sürekli olarak birbirleriyle çatışmaktadır çünkü herkes kendi tatlılığını istemektedir.  Dahası, herkes diğer bir kişiyi, haklı olduğuna ikna etmek ve bir şekilde onu kendi tarafına çekip kazanmak ister.

Bu nedenle, manevi dünyaya giriş, kişinin,  “acı-tatlı” analizinin üzerine çıkması ve kendisini yalnızca gerçek ve yalanlara göre analiz etmeye ve tamamen gerçeğe bağlı kalmaya başlaması, yalan tatlı görünse de gerçek acı olsa da kendini yalanlara tamamen yabancılaştırması gerçeğinde yatmaktadır.

Diğer bir deyişle, kusursuz bir doğru-yanlış analizini ancak acı-tatlı analizi de beraberinde getirirseniz yapabilirsiniz. Ve bu analizlere doğru bir şekilde hakim olursak, o zaman kendimizi, doğamızın üzerinde inşa edebiliriz.

İki dağın ya da iki yaklaşımın anlamı budur. İsmail (Esav, merhamet niteliği) bilgeliğin niteliğidir.  Ve bu iki niteliğin birleşimi gerçekleştiğinde, tatlı gerçeğe dönüşecektir çünkü her iki niteliğin de sizin içinizde çakışması için kendinizi ıslah ettiniz. Bu, kişinin içsel gelişimi ile ilgilidir.  Sadece bu.

Dinle, Oku ve Gör

Soru: Baal HaSulam’ın Şamati (“Duydum”) adlı kitabında, cehennem hissi içerisinde olan bir kişinin, onu bu histen çıkarabilecek tek şeyin, her şeyin ondan kaynaklandığı üst güç olduğunu anladığı yazılmıştır. Ama kişi bunun için önce bu üst gücü hissetmek zorunda mıdır? Çünkü ancak o zaman gerçekten talep edebilir.

Cevap: Elbette. Kişi bunu hissedene kadar her şey anlamsızdır.

Bu nedenle Kabala bizden herhangi bir ön koşul talep etmez. Sadece dinleyin, okuyun ve bu bilimin bahsettiği her şeyi görün. Kabala, dünyamızda her geçen gün büyüdükçe ve farklılaştıkça yeni nitelikler edinen bir çocuğun değişmesi gibi, sizi de değiştiren gücü ifşa eder.

Bir yetişkin değişmez. Kendini her türlü yeni izlenim ve hazla doldurur. Ama bir çocuk değişir, gittikçe daha fazla ve daha fazla kazanır.

Bu, Kabala’nın bize yetişkinler gibi davranarak, içimizde yeni bir insan yetiştirme şeklidir. Bu nedenle, yeni özellikler, yeni bir zihin edinir ve her gün yeni hissederiz. Bu, bizi -Yaradan’la eşit, benzer hale getiren “Adam (Adem)” denilen özel bir niteliktir.

Bu kesinlikle olacak. Sadece kitabı açmanız ve sistematik bir şekilde çalışmanız gerekir. İnternette bunun için her olasılık var. Herkesi davet ediyorum. İnsanlar, içlerinde tam anlamıyla günden güne veya en azından haftadan haftaya ne gibi değişiklikler olduğunu görecekler.

Kabala, bize ifşa olması gereken, yeni gerçekliğin algılanmasına yaklaşmamız için, bizi çocuklar kadar saf olmaya davet eder. Ve bu şekilde davranırsak, gerçekten yetişkin olacağız.

 

Bilinç Nedir?

Soru: Bilinç, zihin ve akıl gibi kavramları ayırmak mümkün müdür? Yoksa hepsi bir midir?

Cevap: Bilinç, sadece bilgi alanını değil, onun kaynağını da hissettiğimizde mümkündür. Bu kaynağı hissettiğimiz ölçüde, onun imgelerini oluştururuz ve buna bilincimiz denir.

Bilinç yüksek olabilir ve sıradan olabilir, daha düşük olabilir, çocukluğumuzdan itibaren bize yetiştirilme yoluyla, çevrenin etkisi vasıtasıyla vb. aşılanabilir. Ve içimizde geliştirebileceğimiz bilinç, sadece alma arzumuzda değil, aynı zamanda edinilmiş ihsan etme niyetimizde de hissedilen ek algılardır.

Ve sonra bilgi alanını hissetmeye başlayacağız. Neredeyse araştırdığımız ve ilgilendiğimiz her şey, hangi alanda olduğumuza bağlıdır çünkü içimizdeki dünyanın bütün resmini oluşturur; benim ve dünyanın resmini.

Sizi hissederim, etrafımdaki dünyayı, olan her şeyi hissederim. Bu nereden gelir?

Bunun benim içimde olduğu açıktır. Şu an pratikte kendimle bir ayna karşısında konuşuyormuşum gibi konuştuğum açıktır. Bilincin ne olduğunu bilmekle ilgileniyorsam, öncelikle kiminle uğraştığımı ve bu alanın ne olduğunu bulmalıyım. Özellikleri nelerdir, üzerimdeki temel etkileri nedir, benden ne ister, neden beni böyle sınırlı bir algıyla yarattı?

Onu daha fazla hissetmek için neden bu tür gelişim aşamalarından geçmeliyim? Bilincin yanı sıra neden hisler de var? Neden bu alana yaklaşırken ya da uzaklaşırken, belki de araştırmamı engelleyen olumlu ya da olumsuz hisler bende ortaya çıkar?

Bir bilim adamının kimya ya da fizik alanındaki araştırmasını belirli hislere bağlarsanız – bunu sever, sevmez, bundan hoşlanır ya da hoşlanmaz şeklinde – o zaman bu hisler ona müdahale edebilirler mi?

Tüm bu olguları objektif olarak inceleyebilmesi için hislerinin üzerine çıkması gerekir.

Bilinç, çevredeki alanın etkisi altında kendimi nasıl algıladığımdır. Bilinç, beni etkileyen alanın bir imgesidir. Arzusu, niyeti ve planları, doğanın benden ne istediğini bulmak için ondan almaya çalıştığım her şeydir.

Eğer sonunda tüm bunları kendi içimde bir şekilde biçimlendirirsem, buna bilincim diyebilirim.

Soru: Bazı araştırmacılar temel olarak bilgi alanından bahsederken, diğerleri bilinç alanından bahsediyor. Ama bilgi alanı nesnel olarak var ise, o zaman bu bilgiyi algılayan bir nesne olmadan bilinç hakkında konuşmak imkansız mıdır?

Cevap: Bir Kabalist olarak hiçbir şeyin objektif olmadığını söylemeliyim. Her şey, sadece onu algılayan kişiye göre var olur. Ve bir kişinin dışında ne olduğunu söyleyemeyiz bile. Kendimizden çıkıp dışımızdakileri algılamaya başlayacak ne araçlarımız ne de yeteneklerimiz vardır. Bu bize verilmemiştir.

Verme Arzusu

Soru: “Verme arzusu” diye bir ifade var. Bunun kökü, niteliği ve gelişimi nedir?

Cevap: Bu vermek istediğimde duyduğum arzudur, ihsan etme arzusudur. İhsan etme arzusundan (Yaradan) ve alma arzusundan (yaratılmış varlık) başka bir şey yoktur.

Etrafımızda somut eşyalar ve nesneler görmemiz bir yanılsamadır ve bütün bunlar aslında mevcut değildir. Başlangıçta tek bir arzu vardı, daha sonra alma arzusu yaratan Yaradan, ihsan etme arzusu. Bu iki arzu birbirinin karşısında yer alır.

Alma arzusuna bağımsızlık vermek için, o kendisi için niyetiyle yaratılmış ve geliştirilmiştir. Kendi iyiliği için arzu hissettiği ölçüde yani ego, Yaradan’dan ayrıdır.

Kişi Yaradan’dan uzaklaştıkça, alma arzusu aynı zamanda bir şeyden kopuk olduğunu hisseder ve şunu merak eder: “Neden varım? Bana neler oluyor? Beni kim yönetiyor? ”

Bütün bu sorular boş, cevapsız kalır ve sonra şöyle bakmaya başlar: “Beni kim, ne için ve neden yarattı?” Yavaş yavaş harekete geçmeye, onun kaynağını aramada ilerleme kaydetmeye başlar ve sonunda ihsan etme arzusunu bulur.

Kişi, çevresinde başka bir arzunun, bir ihsan etme arzusunun var olduğunu anlamaya başladığında, ancak kendi içinde var olduğunu ve ihsan etme arzusunda olduğunu hissetmediğinde, onda her türlü çatışma ve kararlar gerçekleşir. O zaman kendisinden çıkmak ve Yaradan ile temas içinde olmak isteyen yaratılmış bir varlık hakkında konuşabiliriz.

Soru: Gruba girene, kişiye başlangıçta, orijinal arzu olan verme arzusu mu verilmiştir?

Cevap: Yaradan, bir kişiyi Kendisine doğru ittiğinde ve onu Kendisine yaklaştırmak istediğinde, ona böyle arzular verir. Bir tür insanı cezbeder, onunla flört eder.

 

Son Islaha Ulaşmayı Başarabilecek Miyiz?

Soru: Yıllarca Kabala ilmini çalışmayla meşgul olan, hayatlarını ona adayan, ancak 125 seviyenin tamamını geçme hedefine ulaşmayı başaramayan insanlar var. Son ıslaha ulaşmak zor, hatta imkansız gibi görünüyor ve son ıslaha sadece iki yüz elli yıl kaldı.

İnsanlar bu süre zarfında son ıslaha ulaşmayı başaramazlarsa insanlığa ne olacak?

Cevap: Yanılıyorsunuz. Gerçek şu ki, toplumsal gelişim süreci ve ileriye dönük hareket bugün büyük ölçüde hızlanıyor.

Örneğin, AB’de 20 yılın ardından hiçbir şey olmadı! Burası dünyanın en gelişmiş, en ilerlemiş ve eğitimli bölgesi olmasına rağmen. Amerika değil, Rusya bile değil, Avrupa! Her şeyin yoğunlaştığı eski, tarihi, kültürel ve teknolojik bir bölgedir: Sanat, müzik, bilim ve eğitim; bunların hepsi Avrupa’dır!

Amerika nedir? Kaç yaşında? Yüz elli yıl önce, hala orada insanların kafa derisini topluyorlardı. Sadece bize uzun zaman önceydi gibi görünüyor ama aslında öyle değil, çok hızlı gelişiyoruz.

Rusya nedir? Yüz yıl önce, hala atlarla tarlaları sürüyorlardı ve açlıktan ölüyorlardı.

Avrupa hala Avrupa! Son yirmi yılda orada neler oldu? Birleşmeye çalışıyorlar, hepsi bu; şimdi zaten düşüyorlar. Liberalizm ve demokrasi Avrupa’yı hızla yok ediyor!

Bunu yirmi yılda yaptılar ve önümüzde hala iki yüz yıl var. Bu yüzden, ıslaha ulaşmayı başaracağız. Bundan kesinlikle eminim.

Doğa, aslında her şeyi, son aşamalarda ilerlememizin niceliksel değil niteliksel hale gelmesi için hazırlamıştır. Şimdi her yıl nasıl ileriye doğru itildiğimizi ve nasıl ileriye doğru atılmaya yönlendirildiğimizi göreceğiz.

Bunu yapmayı başaracağız!

Birlikte Haykırmak

Eğer Yaradan’a tek başıma haykırırsam, yakarışım kaçınılmaz olarak egoist olacak ve cevapsız kalacaktır. Ancak grubun içinden haykırırsam, mutlaka oraya başkalarının arzuları da eklenecek ve bu ölçüde talep duyulacaktır. Bu nedenle, tek başına Yaradan’a dönmenin bir anlamı yoktur çünkü bu şekilde kişi kendini inşa değil yok eder.

Birlikte Yaradan’a dönmemiz ve O’ndan bağımızı gerçekleştirmesini istememiz gerektiği açıktır. Bu bağdan, O’na daha büyük bir güçle dönebiliriz ve birbirimize karşı ve bizden Yaradan’a karşı, karşılıklı ihsan etme için güç isteyebiliriz.

Aramızdaki Mısır’dan çıkarız, aramızdaki Son Deniz’i (Yam Suf) geçeriz, aramızdaki çölün içinden geçeriz, aramızda olacak olan Tora’yı alırız. Böylece, hepimiz karşılıklı ihsan içinde bağ kuruncaya kadar ilerleriz ve bu ihsanın ışığında, şimdiki dünyamız gibi değil, milyarlarca kez daha büyük, sonsuz genişlikte yeni bir dünya görmeye başlarız.

Ayrıca bu, sonsuz ve mükemmeldir, her şeyi hissettiğimiz, anladığımız ve asla yorgun hissetmediğimiz, hiçbir zorluk ve engel olmadan ilerlediğimiz bir dünya. Bütün bunlar sadece aramızdaki bağa bağlıdır.

Pesah, Mısır’dan çıkış, Firavun, Nahşon’un denize atlaması – bunların hepsi onlunun içinde gerçekleşir. Her bir durum dostlar arasındaki ayrılıkla başlar ve birliğimizin ölçüsünde, üst gücü, Yaradan’ı ifşa ettiğimiz onluda tam bir bağ ile sona erer.

Büyük olaylardan – Kızıldeniz’in ayrılması, yaşam ve ölüm, sert savaşlar hakkında – konuştuklarında tüm bunlar sadece onlunun içinde var olur. Tüm bu durumlardan geçen On Sefirot‘un bir manevi Partzuf’undan başka hiçbir şey yoktur.

“Musa Tarafından Kızıldeniz’i Geçişin Gerçekten Olduğunu Düşünüyor Musunuz?” (Quora)

Kabala bilgeliğine göre, Kızıldeniz’i geçiş, kişinin egoist arzularını geride bırakıp sevgi, ihsan etme ve bağ için manevi arzularına girmesinin, içsel bir manevi durumunu tanımlar. Esasen bu dünyadan manevi dünyaya geçiştir ve kendisini manevi yükseliş metoduna veren her insanda ortaya çıkan bir süreçtir.

Bu dünyanın egoist sınırlarından yani yalnız kendi çıkarımız için zevk alma arzusundan çıktığımızda, onu bir kez ve sonsuza dek terk etmeliyiz. Böyle bir değişimde geçtiğimiz sınır, “Kızıldeniz’i geçmek” olarak tanımlanır.

Egodan çıkma süreci, daha önce olduğu gibi egonun kölesi olmak için Mısır’a geri dönme arzusu (yani kendimize yönelik taleplerimizin kontrolü altında yaşamak) olarak ifade edilen güçlü egoist direnci gerektirir. Mısır’dan çıkmak isteyen ulus, daha özgecil, verici ve sevgi dolu olmak için nasıl ilerleyeceği konusunda hala bir fikre sahip değildir.

Bu durumlar, her insanın ve bir grup insanın içinde birbirleriyle bağ kurmak için egosunun üzerine çıkmaya çalışırken canlanır. Kızıldeniz’in ayrılması, Kabalistlerin Musa’nın değneğiyle sembolize edilen “mantık ötesi inanç” dedikleri bir süreçle gerçekleşir. Genel olarak, “mantık ötesi inanç”, manevi yolda ilerlemenin- sevgi, ihsan etme ve pozitif bağ yolu – öneminin, egoist ve materyalist arzularımıza kalan hizmetkârların önemi üzerine yükseltilmesi anlamına gelir. Normalde, maneviyatın önemi, egoist arayışlar için doğal olarak taşıdığımız önemden daha düşüktür ve bu nedenle maneviyatın önemini artırmak, manevi edinimi hedefleyen benzer düşünen insanların destekleyici bir ortamını gerektirir.

Kızıldeniz bölümleri, mantık ötesi inanç içinde olanlar içindir. Kızıldeniz’i geçmek, egoist arzuların kontrolü altındaki maddi geçici dünyadan, karşıt özgecil bir işletim sistemi tarafından yönetilen, ebedi manevi dünyaya geçmemiz anlamına gelir. Firavun’un orduları “mantık altında ” olarak adlandırılan, içsel durumu temsil eder. Onların boğulmaları, maneviyata geçerken geride kalan egoyu temsil eder.

Bu eylem, Nahşon’un denize atlamasıyla sembolize edilir. Nahşon neden önce Musa yerine denize atlıyor? Bunun nedeni Musa’nın zaten bu durumun ötesinde, Bina niteliğinde olmasıdır. Başka bir deyişle, sevgi, ihsan etme ve bağın manevi nitelikleri zaten Musa’yı yönetmektedir. Onun bu manevi niteliklerle bağı, ulusu yönlendirir yani egodan çıkmayı ve manevi bir bağa girmeyi amaçlayan arzular, onları yavaş yavaş egodan salıverir ve manevi bağa götürür.

Mantık ötesi inanç yoluyla ilerleme arzusu olmayan, ancak egoda kalmak isteyen arzular, mantık ötesi inanç koşulu tarafından öldürülür. Bu, onların egoları üzerinde sevgi ve ihsan etme niteliğini edinemedikleri için, Kızıl Deniz’i geçemeyecekleri manevi edinime giremeyecekleri anlamına gelir. Egoist arzular denizde ölür, egoist ve özgecil arzular arasında bir bölünmeye neden olur.

Deniz veya genel olarak su, yaşamı- Bina niteliğini, ihsan etme ve sevgiyi temsil eder. Biz suda doğarız. Su hayatın temelidir, ancak hem iyi hem de kötü sular vardır. Su hala egonun sınırları içindeyken zararlıdır, içinde bulunanları boğar.

Kızıldeniz’i geçme hakkındaki tüm hikaye, doğaüstü bir yeteneğin kazanılmasını, başkalarını kendi çıkarları olmadan önemsemenin niteliğini ve başkalarına fayda sağlamanın kendi çıkarından daha önemli hale geldiği tamamen farklı bir varoluş sistemine geçişi anlatıyor. Bir sınırı aşarız ve daha önce sıradan ego aracılığıyla sadece kendimiz için yaşarken, başkalarına sevgi ve ihsan etme hayatına geçeriz.

Kızıldeniz’i geçmek, böylece hayata karşı tutumumuzun tamamen tersine döndüğünü – egoizmden özgeciliğe, dünyevilikten maneviyata, bölünmeden bağa ve alma arzusundan ihsan etmeye – ve sadece Yaradan gibi sevgi ve verici olma arzusu tarafından yönlendirilir: hiçbir kişisel çıkarı olmayan saf ihsan gücü.