Category Archives: Maneviyat

Zaman, Koşulların Değişimidir

Soru: On Sefirot’un Çalışılmasında, üst ışıkta, yaratılışın başlangıcında, ne başlangıç ne de son olduğu söylenir. Bunu nasıl anlayabiliriz?

Cevap: Zaman yoktu; yani hiçbir şey değişmiyordu.

Zamanın ortaya çıkması için, arzunun kendisini bazı koşullar içinde hissetmesi gerekir ve bu koşullar değişmeye başlar ve arzuya niteliklerini verir. Sonra arzu, bir koşulu diğerinden ayırmaya başlayacak ve ilk koşuldan ikinciye ve üçüncüye bir değişim hissi ortaya çıkacaktır. Zamanı karakterize eden şey budur.

Değişiklik olmasaydı, zamanı hissedemezdik. Yani bu, her birimizin öznel bir hissiyatıdır.

Esasen zaman, koşulların değişmesidir. Dolayısıyla maneviyatta zaman yoktur; sadece koşul değişikliği vardır.

Bizim dünyamızda zamanı hissediyoruz çünkü bedenimiz hem içsel hem de dışsal olarak, sürekli bir yere hareket ediyor. Etkileniyor ve etkiliyor. Tüm bu değişiklikleri, içinde yaşadığımız zamanın çerçevesi olarak hissediyoruz.

Başka bir deyişle, maneviyatta, bazı eylemleri kendim bilinçli olarak yapmazsam, o zaman koşullarım değişmez ve dolayısıyla zaman da olmaz.

Maddesel dünyamızda, benim bir şey yapıp yapmamam önemli değildir; değişiklikler hala içgüdüsel ve bilinçsiz olarak gerçekleşir yani otomatik olarak yerleşmiştir. Bu nedenle, bedenimizde bir zaman duygusu vardır.

“Eğer Doğru Soruyu Sorarsak, Cevap Bellidir” (Linkedin)

Nihayetinde, herkesin istediği şey, iyi bir hayata sahip olmaktır. İyi bir yaşam, herkes için aşağı yukarı aynı anlama gelir: yaşamak için iyi bir yer, sofrada yemek, sağlık, çocuklar için eğitim ve en önemlisi – parlak bir yarının kesinliği. Kendimize, böyle bir yaşam sürmekten bizi neyin alıkoyduğunu sorduğumuzda, çoğu insan için açıktır ki, yalnızca egomuzun tüm biçimleri (gurur, tiranlık, sömürü, zorbalık, zalimlik) iyi bir yaşam sürmemizi engeller. Ancak, egoyu nasıl yeneceğimizi sormak yerine, kendimizi diğer insanların egolarından nasıl koruyacağımızı, en iyi durumda ya da en kötüsünde, kendi egolarımızı diğer insanlara nasıl empoze edebileceğimizi soruyoruz.

Bu, bariz soruyu sormamamızın bir nedeni var: Mutluluğa giden yolumuzdaki tek engeli nasıl aşacağız? Bizi engelleyen şey yani ego, dikkatimizi dağıtır ve dikkatimizi başka şeyleri veya insanları sorun olarak görmeye yönlendirir. Ama bir an için duygularımızın üstüne çıkar ve mantıklı düşünürsek, eğer birbirimize yakın hissetseydik, düşman gibi değil de aile gibi hissetseydik, birbirimize karşı savaşmayacağımızı anlarız.

Egonun bize oynadığı oyunlar yeni değildir. Binlerce yıldır bizi birbirimize düşürüyor. Binlerce yıldır birbirimizi öldürüyor, sömürüyor, taciz ediyor ve komşumuzun acısına seviniyoruz. Bunu başka hiçbir varlık yapmaz, sadece insanlar çünkü “ego” denen içsel yılana sadece insanlar sahiptir.

Eski toplumlar bugün bizimki kadar zehirli değildi. Bazı durumlarda, gerçekten bir aile gibi yaşadılar. Ancak ego sabit kalmaz; yoluna çıkan her şeyi şiddetlendirir ve zehirler. İnsanlık her seçeneği denedi. Aşırı solu ve aşırı sağı, kapitalizmi ve sosyalizmi, anarşi ve katı düzeni, monarşiyi, demokrasiyi, teokrasiyi denedi, liste uzayıp gider. Hiçbiri işe yaramadı ve ego zihinlerimizi ve kalplerimizi yönettiği sürece, hiçbir şey işe yaramayacaktır.

İnsanlık bitmek bilmeyen bir savaşın içine gömülürken, yaklaşık 4000 yıl önce yaşamış bir adam doğru soruyu sordu: İnsanlık, kalbimizdeki egoyu nasıl yenebilir? Bulduğu cevap onu o kadar mutlu etti ki, insanlığa nasıl yardım edeceğini anladı ve gittiği her yere bunu yaymaya başladı. Bu adamın adı İbrahim’di ve tüm insanlığa verdiği mesaj, diğer insanların egolarını, hatta kendi egomuzu yenmeye çalışmak yerine, olumluya, egoist olmayan bağları beslemeye odaklanmamız gerektiğiydi.

Yeni fikri sayesinde “merhamet adamı” olarak tanınan İbrahim, haklı olduğunu anlayan taraftarlar toplamaya başladı. İbrahim, anavatanı Babil’deki egoist otoritelerin baskısıyla yola çıktı ve Kenan’a doğru yöneldi. Yol boyunca, fikrindeki güzelliği gören daha fazla taraftar topladı. Henüz bir ulus değildiler; onlar, öğretmenlerinin fikrine sempati duyan bir insan kalabalığıydı. Ancak İbrahim’in metodunu, yabancılaşma ve bencillik yerine, özen ve düşünceyi besleyerek kendi aralarında uygulamaya başladıklarında, daha önce görülmemiş bir birlik şekli oluşturmaya başladılar.

Bu insanlar, birliktelikleri sayesinde insanların daha önce bilmediği bir şeyi keşfettiler: Her şey birbirine bağlı. Ben-merkezci doğalarına, verme unsurunu ekledikleri için, gerçekte her şeyin sadece almakla kalmayıp, diğer her şeye verdiğini de hissedebiliyorlardı. Bu şekilde, dünyanın geri kalanı için bir model haline gelen, dengeli ve uyumlu bir toplum kurdular. Bu toplum “İsrail halkı” olarak tanındı.

Ancak dayanışmalarını koruyamadılar. Her insandaki ego büyüdükçe, onların da egoları büyümeye devam etti ve sonunda onlar da buna yenik düştüler. Bununla birlikte, İbrahim’in mirası onlarda kaldı ve aralarından çok azı bu öğretiyi kitaplarda ve öğretmenlerde canlı tuttu.

Bugün, dünya seçeneklerini tükettiği için bu bilgelik tüm dünyaya açılıyor. Egoyu yenmenin bir yolunu bulmaya yönelik bu boşuna çabalar, insanların zihinlerini egoyu bastırmaya değil, bağı güçlendirmeye çalışan bir bağ kurma bilgeliğine açtı. Öğretmenim RABAŞ ve babası Baal HaSulam böyle öğretmenlerdi ve onların öğretilerini her dilde ve her yerde erişilebilir kılmak için elimden geleni yapıyorum. Bugün, doğru soruyu sormaya hazırız: Egoyu nasıl yeneriz? Bugün, ego bizleri daha fazla sefaletten başka hiçbir yere götürmeyen, yanlış ideolojilere çekemeyecektir.

İçsel Değerler Etkili Olduğunda

Yorum: Bizler öyle zannediyoruz ki eski zamanlarda insanlar ilkeldi. Ama siz, onların, aralarındaki bağın açıkça farkında olduklarını söylediniz.

Benim Yorumum: Ne yönden ilkeldiler? Âdem’den önce ve sonra yirmi nesil, Nuh’tan önce on ve Nuh’tan İbrahim’e kadar on nesil Yahudi, ilkel değildi. Onlar, aralarındaki bağ vasıtasıyla üst dünyaya ulaşıyorlardı. Bunun kaderleri olduğunu ve bu dünyada bu nedenle var olduklarını anladılar.

Bu nedenle onlar gereksiz hiçbir şey yapmadılar ve büyük anıtlar, saraylar, tanrı heykelleri yaratmamışlardır.  Onlar hiçbir şey inşa etmediler! Buna ihtiyaç duymadılar. Onlar içsel çalışma yapıyorlardı. Herkesin kalacak yeri, ekmeği, suyu, eti, sütü, ihtiyacı olan her şey vardı ve bu onlar için yeterliydi.

Burada, İsrail’de yaşamış eski uygarlığa bakın. Geride ne bıraktılar?

Hiç bir şey. Elbette şehirler ve yerleşim yerleri vardı ama çok basit şekilde.

Ve Tapınak! O Tapınakta ne vardı ki? Özel bir şey yoktu. İki yüz metreye iki yüz metre, hatta daha az.

Her şey çok basitti çünkü içsel manevi gelişime yönelikti. Ve insanlar buradan dünyanın diğer ülkelerine sürgüne gittiklerinde, esasen hiçbir şey kaybetmediler; yanlarına bir kitap alıp gittiler. Tamamen farklı değerlerle yaşadılar.

Yunanlılar ve Romalılar ise ne yaptılar? Washington’a ilk geldiğimde şöyle bir baktım: “Burası Roma – birebir aynı! Binalar ve sütunlar, bunların hepsi antik Yunan.” Berlin’de de durum aynı.  Bin yaşındaki Reich, Roma’nın varisi. Ve Rusya’da da benzer bir şey inşa ettiler.

Ancak burada o türden bir şey yok. Burada bir şey nerede inşa edilir ki? Ya da eski tarihe ait restore etmek istediğiniz bir şeyi nereden bulabilirsiniz ki? Hiçbir şey yok. Sadece sıradan binalar inşa etmek ve onlarda yaşamak gerekiyor, hepsi bu.  Diğer her şey ise içsellikte.

Modern yeni binaların bile, ne tip olmaları gerektiği kimsenin umurunda değil. Mimari yok, özel müzik yok, kültürel anlamda edebiyat yok vs. Hiçbir şey yok ve bunların hiçbirine gerek de yok! Bedenin varlığı için gerekli olan giysi, ayakkabı ve gıdayı sağlamak için, ihtiyaç olan tek şey normal bir yaşam ortamıdır. Diğer her şey ise sadece maneviyattır.

Yaradan’dan Başkası Yoktur

“O’ndan başkası yok” sözü, manevi yolun başlangıcı ve sonu anlamına gelir. Soyut konuşmayı sevmem, ama bu inanılmaz. Bu kavrama birçok kez girmek gerekir.

Yaradan’dan başka hareket eden yoktur. Dünyada hiç kimsenin bir şey yapma imkânı yoktur, çünkü sadece Yaradan yani üst ışık yaratır, doğurur, hareket eder ve her şeyi yapar. Genel olarak, tüm enerji, tüm güç, tüm canlıları tutan, yaratan ve dönüştüren her şey, yalnızca ışığın gücüdür, Yaradan’ın gücüdür.

Bununla birlikte, Yaradan içimize bir kıvılcım yerleştirdi, onun yardımıyla, bu kıvılcımın temelinde bir şeyleri etkileyebiliriz, egoizm temelinde değil! Egoizmimiz, tersine çevrilemeyecek cansız bir şeydir. Ama bizim içimizde ve cansız, bitkisel ve hayvansal doğada var olan her şey, bu kıvılcım sayesinde vardır.

İçlerindeki bu kıvılcımın, onları Yaradan’a benzer eylemler yapmak için motive etmeye başladığı insanlar vardır. Onları sadece canlandırmakla kalmaz, aynı zamanda O’nun gibi olma arzusunu da verir. Bu tür insanlara “Domeh – benzer” kelimesinden gelen “Adem” denir.

İnsanlarda bu kıvılcım birinci, ikinci ve üçüncü seviyelerde ise yani cansız, bitkisel ve hayvansal seviyelerde ise, o zaman onları harekete geçirir ve onlar bilim, kültür, teknoloji vb. geliştirirler.

Ve kişide bunun yoğunluğu dördüncü seviyeye ulaştığında, kişi Yaradan’a eşit olmak için özlem duyar. Bulutların ötesinde bir yere taşınmıştır, hayatın anlamını, kaynağını bulması gerekir. Bu tür insanlara “Yaradan’a doğru” anlamına gelen İsrail denir.

İbrahim, böyle insanları Babil’de topladı ve onlarla Yaradan’a yükselmek için çalışmaya başladı. Bu yüzden onlara Kabalist denir. Bu insanlar, her çağda vardı ve bu güne kadar var oldular.

Tarih boyunca pek çok bilim adamı ve filozof, Yahudi olması şart değil, bunu anladı, çalıştı ve Yaradan’ı ifşa etme bilimini doğru yorumladı çünkü onlarda bu kıvılcım, kalbinde bu nokta, bu yıldız vardı. Bu, kişiyi Yaradan’a götürür ve her şeyi kontrol eden tek bir ışık gücünün olduğunu ortaya çıkarır.

Bununla birlikte kişi, içinde dördüncü dereceden bir noktanın uyanması nedeniyle, ışığın etkisini kendisi üzerinde çağırabilir ama sadece gerçekten böyle olmak istiyorsa. Egoizminin üzerine çıkmak, hatta onu, almak yerine ihsan etmeye dönüştürmek istiyorsa, ışıktan bunu yapmasını talep edebilir. Ama her durumda, her şeyi sadece ışık yapar ve dolayısıyla O’ndan başkası yoktur.

Özel Bir Ruh

Soru: Maneviyatı edinen insanın, içinden yandığını ve bunun gerçekten hissedilmeye başlandığını söylediğinizde, kendi algıladıklarınızdan mı benzerlikler alıyorsunuz?

Cevap: Tabii ki kendimden! Dünyada var olan her şeyi, insan kendi içinde yaşar. Bakın herkes hayatını nasıl yaşıyor: kısa ya da uzun, az ya da çok refah içinde, ıstıraplı, problemli, biraz bundan, biraz bundan.

Soru: Böyle ağır şeylerden bahsediyorsunuz! Tüm bunları hissetmek için gerçekten bunu bizzat yaşamak zorunda mıydınız?

Cevap: Bunun içinde geçerek, sağa veya sola saparsam ya bir “gözleme”ye dönüşeceğimi ya da bunun mükemmel bir şey olacağını gördüm – trenimi sorunsuz bir şekilde yavaşlatacak yumuşak bir yastık.

Soru: Peki, bu durumlardan geçtiğinizde, her birini açıkça hissettiniz mi?

Cevap: Evet, çünkü kişi genellikle orta çizgide yürür. Onu yavaşlatan bir bariyere yine çarpar ama bu, durmanız gerektiğinde sizi tutan kancalar gibidir. Bu idrakler sizi yavaşça yavaşlatır.

Soru: Ve herkes bu seviyelerden geçmek zorunda mı kalacak?

Cevap: Tabii ki, bu bir zorunluluktur: sağ ve sol çizgiler, bunun üzerine orta çizgiyi inşa edersiniz. Bu, hangi biçimde yani ne ölçüde olduğuna bağlıdır. Benim ruhuma göre, benim çok çalışmam ve çok dağıtım yapmam gerekiyordu. Ruhlar arasında böyle ruhlar vardır, yüksek değil sadece özeldirler. Öğretmenler veya sorumlu liderler ve benzeri olmaları gerekir.

Bir keresinde Rabaş’ın eski bir öğrencisini ziyaret ettiğimizde, bana bakarak şöyle dedi: “Sana bakıyorum ve bunu kaç yıldır yapıyorsun. Bir keresinde Rabaş dahil herkesle kavga ettiğini ve onunla sahile gitmeyi reddettiğini hatırlıyorum. Sonra onunla ben gittim. Ve orada ona sordum: “Rav, neden bu Laitman’ı kovmuyorsun? Bakın kendinde nelere izin veriyor!”

Rabaş, “Onu kovmak isterdim ama onun özel bir ruhu var” diye yanıtladı. O zaman anlamamıştım ama şimdi görüyorum ki pes etmiyorsun, devam ediyorsun ve hep bir hedefi vurmaya sürekli devam ediyorsun.”

Bunu neden söylüyorum? Kendimi ön plana çıkarmak için değil. Bunda özel bir şey yoktur çünkü Yaradan görevi belirler ve kaldırır. Ancak herkesin bir görevi vardır ve yerine getirilmesi gerekir. Bunun bana baskı yaptığını hissediyorum ve bunu uyguluyorum. Ondan kaçmak mümkün mü? Bu yasak. Bununla hem fikir olup olmaman senin sorunun.

En azından kendimle ilgili olarak, Yaradan’ın planını haklı çıkarmaya hem fikir olmaya çalışıyorum. Bu nedenle, nasıl yaşadığım hakkında hiçbir sorum yok. Bunun yapılması gerektiğini hissediyorum.

Ve Kabala ile ilgili ilginç olan şey, ne kadar çok çalışırsanız, şu anda oynadığınız bu görüntünün gerçekte var olmadığını o kadar çok anlarsınız. İnsandan geriye hiçbir şey kalmaz! Bizim dünyamızda, onun tarihinde, olumlu ya da olumsuz, büyük ya da ünlü olan insanları hatırlıyoruz. Ama geriye hiçbir şey kalmadı! Yaradan onunla öyle oynadığı için, rolünü oynayan, aynı bütünsel nokta bu devasa sistemin içinde kalır. Ve işte bu kadardır.

Yani çok basit bir görevim var. Kendi ilmimden hissettiklerimin en fazlasını yapmaya çalışıyorum. Çalıştığı kadar işe yarar, olmazsa olmaz.

“Neyin Doğru Neyin Yanlış Olduğunu Nasıl Bilebiliriz?” (Quora)

Bizler neyin doğru neyin yanlış olduğunu bilemeyiz. Neyin doğru neyin yanlış olduğunu bilen tek kişi üst güçtür. Kabala bilgeliğinde “doğa” (“HaTeva”), “Tanrı” (“Elohim”) ile aynı şeydir. Doğanın üst gücüdür. Bu üst gücü açığa çıkarırsak, o zaman neyin doğru neyin yanlış, neyin gerçek neyin sahte olduğunu bileceğiz.

Başka bir deyişle, Yaradan’ın (veya doğanın) görüşüne göre, doğru ve yanlışı tanımlamamız gerekir. Bunu kabul etmenin ya da anlamanın zorluğunu anlıyorum, çünkü bugün herkes Tanrı’yı istediği gibi tanımlayabilir ve hatta Tanrı olarak tanımladıkları adına insanları öldürmeye girişebilirler. Dahası, herkesin kendi Tanrısı olduğu için, dünya parçalanıyor ve bu yıkım, tek bir Yaratıcının, tek bir Tanrı’nın, yani doğanın olduğu konusunda ortak bir sonuca varmaktan başka seçeneğimiz olmadığını anlayana kadar devam edecek.

Doğanın kanunlarına göre, tüm farklılıklar ve dirençlerin üzerinde bağ kurmak, son derece önemlidir; bu demektir ki çeşitli rahatsızlıkların üzerinde bir araya gelmemiz gerekir.  Doğa, bütünlüğünü ve mükemmelliğini keşfetmemiz için bize bu seçeneği verdi. Böyle bir yöne doğru yola çıkarsak, kendimizi uyumlu ve barışçıl bir dünyaya ulaşmış buluruz ve doğru ve yanlış tanımlarımız yol boyunca kendi kendilerine işe yarayacaktır.

Manevi Doğum İçin Kendine Yardım Etmek

Soru: Perdeyi açıp, insanların ilgisini çeken tüm gösterişli şeyleri ortadan kaldırsak, hayatları boyunca peşinden koştukları her şeyi tamamen ellerinden alsak, o zaman hayatlarında geriye ne kalır? İnsanların bir hedefe ihtiyacı var, değil mi?

Cevap: O zaman, tüm dünyayı temizlemeniz ve sadece cansız, bitkisel ve hayvansal doğayı ve insanı bırakmanız gerekir. Bu kişinin; sakin bir şekilde yaşamasına izin vermelisiniz, bedeninin varlığını sürdürürken, diğer her şeyi insanlar arasındaki bağa yönlendirmelisiniz ki bu bağdaki üst dünyayı, gerçek doğayı, gerçek güçleri hissetmeye başlayabilsin.

Kişi; üst dünyanın hissine girdiğinde, alt katmanların: cansız, bitkisel ve hayvansal katmanların hissini kaybeder. Bu dünya, bu kozmos, bütün bunlar sadece onun henüz olgunlaşmamış bilincinde var olduğu için, kişi için bunlar ortadan kalkacaktır.

Kişi, güçler seviyesine yükselecektir. Bazı görüntüler biçiminde: işte bir duvar, burada bir masa vb. gibi tasvir edilenden ziyade; bu, var olan tek şeydir. Kişi, güçler dünyasında bunlar olmadığı için, bütün bunların var olmadığını anlayacaktır.

Bunların hepsi, benim hayvani duyularımla ilişkili olan güçlerin dış görünüşleridir. Diğer duyuların düzeyine yükseldiğimde yani güçlerin duyularına, o zaman bunların hepsi yok olacak. Bu nedenle, “Olam” (dünya) kelimesi “Neelam (yok olan)” kelimesinden gelir.

Genel olarak, yapmamız gereken bu. Bir sonraki seviyeye yükselebilecekken, neden bu seviyede ot gibi yaşayalım ki? Sonuçta bu dünyadan daha kötü bir şey yok! Neden kalalım ki?

Olgunlaşmanız ve yükselişiniz için gereken zamandan daha fazla burada kaldığınızda, korkunç zamanlar yaşamaya başlarsınız. Ana rahmindeki süresini aşan bir cenin gibi, aşırı olgunlaşmış bir meyve haline geliriz. Bu bizim için çok tehlikeli.

Şimdi bu tür zorlukları deneyimlemeye başlayacağız – sadece bekleyin! Bizi; dışarıya doğru itmek için, bir sonraki seviyede doğurmak için bize baskı yapacaklar. Biz kendimiz onlara yardım etmeliyiz!

“Birini Desteklemek Ne Anlama Gelir?” (Quora)

Birini desteklemek, onun arzularında kıyafetlenmek demektir. İhtiyaç sahibi kişinin, gerçekten neye ihtiyacı olduğunu, onda tam olarak neyin eksik olduğunu anlamalı ve bunun bir yetenek, güç veya bilgi olup olmadığını hissetmeye çalışmalıyız, böylece o kişinin ihtiyaçlarını tam olarak anlayabiliriz. O zaman, ona ihtiyaç duyduğu desteği, reddetmeyeceği hatta seve seve kabul edeceği şekilde, minnet ve anlayışla sağlamaya çalışabiliriz.

Başlangıçta, ihtiyacı olan kişi ile destek veren arasında hiçbir bağ yoktur çünkü öncelikle destek verenin,  ihtiyacı olan kişinin sorunlarına entegre olması gerekir. Sonrasında destek veren, ihtiyacı olan kişinin sorununun bir iç şablonunu içeren bir model oluşturur ve bu model aracılığıyla destek veren,  ihtiyaç sahibi kişiye destek olabilir.

Başkalarını desteklemek için,  onların ihtiyaçları, sorunları ve eksiklikleri ile ilgili olarak kendi içimizde bir form oluşturmamız gerekir. Kabala dilinde, böyle bir eyleme “Partzuf” inşa etmek denir. Sadece içimizde diğer kişinin Partzuf’unu inşa ettikten ve böyle bir iç model oluşturduktan sonra bunun üzerinde çalışarak, insanları nasıl destekleyeceğimize dair bir planımız olur. Daha sonra onları desteklemek için, ihtiyacı olan kişilere yaklaşabiliriz.

Böyle bir süreçte, kişilerin eksikliğiyle gerçekten bütünleşmemiz ve onların eksikliklerini kendi içimizde yaşamamız konusunda kesin olunmalıdır.  Hassasiyet gereklidir, çünkü onları destekleyebileceğimiz model budur.

Daha genel olarak, hayatlarımızın amacı hepimizin bir araya gelmesi, insanlığın “tek kalp tek adam olarak” birleşmesidir ve bunu yaparak tam bir insan imajına ulaşacağız. Bu, şu anda algıladığımız gibi bir insanın fiziksel bir görüntüsü değil, mükemmel bir şekilde bağlanmış insanlığın içsel bir görüntüsüdür.  İşte bu insan imajını – mükemmel bir şekilde bağlanmış insanlık – oluşturmak, birbirimiz için dilememiz gereken desteğin özüdür çünkü böyle bir durum bizim nihai hedefimizdir.

Yaradan’la Buluştuğumuz Yer

Haz alma arzumuzu açıklığa kavuşturana kadar ve bütün bir bağ sistemini ve onun kurucu özelliklerini ifşa etmedikçe, bu sadece özel bir şeyi temsil etmeyen bir arzu gibi görünür.

Ancak onun derinliği ortaya çıkmaya başladığında, bu sistemin ne kadar karmaşık olduğunu görürüz.

Bu nedenle kuantum fiziğinde, bilim insanları maddenin daha da derinlerine inerler ve her seferinde önceden bölünemez olarak kabul edilen, daha küçük temel parçacıkların içindeki bütün bir dünyayı ortaya çıkarırlar.

Bu şekilde, bizler de haz alma arzumuzun daha da derinlerine ineriz. Ama içinde ne görürüz?  Haz alma arzusunu yaratan üst ışığın onu nasıl etkilediğini ve onda direkt ışığın dört safhasını nasıl yarattığını görürüz. Ve bu dört safha aracılığıyla, ışık, haz alma arzusuna girdiği için, kendi yapısını onun içinde inşa eder.

Haz alma arzusunun kendisinde, arzudan başka bir şey yoktur. Ancak ışık, arzunun Aviut’unun (kalınlığının) beş safhasına (Şoreş, Alef, Bet, Gimel, Dalet), Sefirot, Olamot, Partzufim ve Kavim’e göre, sonsuz sayıda bağ ve form farklılıklar yaratır. Her biri  kendine has özelliklere, sonsuz sayıda farklılığa sahiptir -ve hepsi ışıktan gelir.

Bu nedenle, haz alma arzumuzu ne kadar açarsak, ışığı, Yaradan’ı ve O’nun doğasını o kadar çok ifşa ederiz. Ama biz O’nu maddeden, haz alma arzusundan ifşa ederiz ve buna “maddede kıyafetlenmiş form” denir.

Bizler, Yaradan’ın kendisini değil maddede gerçekleştirdiği eylemleri ifşa ederiz ve eylemlerden O’nu ediniriz, yazıldığı gibi: “Biz, Seni yaptıklarından bileceğiz.”

Biz, maddenin kendisine gireriz. Yaradan Kendini maddenin içine koyar ve biz de kendimizi aynı maddede ifşa ederiz ve orada Yaradan ile buluşuruz. Bu nedenle, Atzmuto ulaşılamaz kalır.

“Neden Buradayız? Hayatın Anlamı Nedir? Neden Varız? Neden Bu Soruları Soruyorum?” (Quora)

Hayatın anlamı nedir? Bir noktada yaşamanın bir anlamı olmadığını, boşuna yaşadığımızı fark ediyoruz. Hayat her gün yanımızdan geçip gidiyor ve belki de en başından hiç var olmasak daha mı iyi olurdu?

Gerçekten, binlerce yıldır hayatın anlamını aradık ve insanlık olarak henüz hayatın nihai anlamını bulamadık. Sanki her nesilde bu en temel soruyu sormak ve cevabını bulamamak için yaşıyoruz.

Hayatın anlamı ile ilgili soru, istemeden içimizde ortaya çıkar. Hayatın anlamını sormamak daha iyi ve daha kolay görünse de, eğer öyle olsaydı, o zaman hayvan seviyesinde kalırdık. Oysa ki insanlar gelişmeye devam ediyor ve bu sürekli olan gelişimimiz, bir nesilden diğerine hayatın anlamını giderek artan bir şekilde sormamız ile ifade ediliyor.

Hayatın anlamını ve neden burada olduğumuzu sormadan edemiyoruz. Kendimizi sorgulamaya devam etmemiz, bizi bir gün hayatın en büyük sorusunun gerçek cevabını keşfetmeye başlayacağımız noktaya getirecektir. Umarım böyle bir gün çok yakında gelir.

O halde, hayatın anlamı nedir?

Hayatın anlamı, hayatın anlamını keşfetmektir.

Yine de, bu nedir? Onu keşfetmemiz gerekecek. Bu dünyada, özellikle bu sorunun cevabını aramak için yaşıyoruz ve yaş, milliyet, cinsiyet ve meslekten bağımsız olarak hepimiz bilinçaltında bunun cevabını arıyoruz. Sürekli hayatın anlamını aramaya kilitlenmiş durumdayız ve böyle bir arayışın arkasındaki temel motivasyon hakkında hiçbir fikrimiz yok.

Bazı insanlar, hayatın anlamını belirli bir arayışa girmeden, hayatı iyi yaşadıklarını ve çok şey başardıklarını söyleyerek, kendilerini bu hayatta bulmayı başarıyor gibi görünebilir, ancak bu insanlar kendilerini bu tür ifadelerle ikna ederler. Fakat hayatın anlamını bulma arzusu, herkeste olduğu gibi onların içinde de yaşar, aksi halde zaten hayatta olmazlardı.

Hayatımızın her anı, neden yaşadığımız sorusuyla başlar. Bunu fark etmeyiz ve böylece verilen anı yaşarız ve bir sonraki anda kendimize aynı soruyu sorarız – “Ben ne için yaşıyorum?” – ve bunu tekrar tekrar yaparız. Hayatımız boyunca bu şekilde yaşamaya devam ederiz, ancak yine de net bir cevabımız yoktur. Yine de her anı temelinde bu soruyla yaşayarak o arayışa yeniden girer ve hayatımız boyunca bu şekilde hareket ederiz. Hayatımızın akışı, hayatın anlamı hakkında sürekli bir soru ve asla keşfedemeyeceğimiz bir cevap için sürekli bir arayıştır.

Dahası, “Hayatın anlamı nedir?” sorusu, fizyolojik algımızdan önce gelir. Bu bizim en önemli ve temel sorumuzdur. Üstelik bu, manevi arayışımızla ilgili bir sorudur. Hayatımızın anlamını sorduktan sonra vücudumuz ve organlarımız canlanmaya, çiçek açmaya başlar ve bu şekilde gelişiriz.

Nihayetinde, milyonlarca farklı hayat yaşadıktan sonra, tüm yaşamların kaynağına dair net bir algı ve duyumsamaya ulaşmak olan hayatın anlamını sonunda gerçekten bulacağız. Hepimiz bu keşfe ulaşacağız. Gelişimimizin belli bir noktasında, hayatımızın anlamını her an bilinçsizce sormaktan, hayatın anlamını bilinçli olarak aramaya başlayacağımız bir duruma geçeceğiz. Yani hayatımızın kaynağının ne olduğunu, nasıl, hangi temelde, hangi nitelikler ve niyetlerle ona yaklaşacağımızı, bir bebeğin annesine sarılması gibi onu hayal etme yeteneğimizi geliştireceğiz. Bunu yaptığımızda, hayatımızın anlamı ile bağ kurmaya başlayabileceğimiz belirli bir araca sahip olacağız ve o aşamaya ulaştığımızda, aktif olarak hayatımızın kaynağını aramaya, bizden ne istediğini, bizim ondan ne beklediğimizi ve hayatın tüm anlamının neden sadece hayatımızın kaynağına çekilip ona bağlı kalmak olduğu bulmaya başlayacağız. Böyle bir noktada, hayatın anlamını gerçekten özümsemeye ve anlamaya başlayacağız.

Hayatın anlamını aramak, sonsuzluğa giden bir yoldur ve sonsuzluk, yaşamımızın kaynağına sürekli yaklaşma, ona giderek daha fazla bağlanma, tutunma ve bağlı kalma halidir.