Category Archives: Hayat

“Ego Hayatımı Nasıl Mahvediyor?” (Quora)

Ego, bizi düzenli olarak başkalarını sömürmeyi amaçladığımız durumlarda konumlandırır. Başkalarına, onları kendimize fayda sağlamak için nasıl kullanabileceğimize dair egoist merceklerimizden bakarız: “Benim için nasıl bir şey yapabilirler?”, “Onları çeşitli yollarla nasıl ezip geçebilirim?” Nihayetinde, ego bizi öldürür. Sınıflardaki öğrencileri, iş yerlerindeki insanları ve her türlü ilişkiyi bozar, hayatımızı mahveder.

Ego, ilişkilerimizi ve genel olarak hayatımızı mahvettiğinden, hemen ardından şu soru gelir: Egomuzla ne yapmalıyız? Egonun dizginlerini alıp kontrol etmemiz gerekiyor. Onu bastırmamalı veya öldürmemeli ama doğru kullanmalıyız çünkü doğanın yarattığı her şeyi hepimize fayda sağlayacak şekilde kullanmak zorundayız.

Bedenlerimiz, işleyişi için neyin yararlı ve zararlı olduğunu bilerek; doğanın cansız, bitkisel ve hayvansal seviyelerinde otomatik olarak çalışır. Bununla birlikte; cansız, bitkisel ve hayvansalın üzerinde olan insan seviyesinde, nasıl doğru şekilde işlev göreceğimizi bilmiyoruz.

Bu nedenle, başkalarıyla olumlu bağ kurmanın yollarını öğrenmeliyiz çünkü egomuz, yalnızca kendimize fayda sağlama arzusuyla, insanlarla ve doğayla ilişki kurmamızı sağlar. Sadece kendimize fayda sağlamanın yanı sıra; ego bazen başkalarını baskı altına alarak, yani başkalarını sömürerek, manipüle ederek ve suistimal ederek haz alma isteği uyandırır. Diğer bir deyişle, kendimizi başkalarından üstün görmemize neden olarak mutlu olmamızı sağlar. Bu, hayatımızı mahveden egonun gerçekten olumsuz formudur ve egoyu nasıl kontrol edeceğimizi ve ona olumlu bir form kazandırmayı öğrenmek, nasıl olumlu bağ kurabileceğimizi düzenli olarak öğrenmeyi ve birbirimizi buna teşvik etmeyi gerektirir.

Yeni Değerlere Odaklanın

Soru: Eski Babil’deki karşılıklı bağlar nasıl düzenlenmişti? İnsanlar orada ne yapıyordu?

Cevap: Sıradan, ilkel bir toplumdu. Çok sade yaşadılar. Babilliler, Dicle ve Fırat nehirlerinin birleştiği bir vadide yaşadıkları için ağırlıklı olarak balık yerlerdi. Karabuğday ve biraz sarı buğday yetiştirdiler.

Esas olarak, buğdayın doğum yeri İsrail’dir. Ancak ilk ortaya çıkışı, belgelerde belirtildiği gibi eski Babil’de oldu. Babilliler arpa ekmeği pişirdiler, balık, sarımsak, zeytin ve zeytinyağı yediler, su ve şarap içtiler. Bu onlar için yeterliydi.

Soru: Ve genel olarak ne yaptılar? Hayvanlar gibi mi var oldular?

Cevap: İnsan, mevcut sisteme göre aniden çalışmaya başladığı son yüz yıl dışında, genel olarak çok az şey yaptı.

O günlerde pek çok verimsiz iş vardı ve her şey yavaş ve sakin bir şekilde akıyordu. Bu bütün ülkelerde böyleydi. Ve Hintliler ne yaptı? Asyalılar veya Afrikalılar ne yaptı?

Günümüzde her şey dakikalar ve grafiklerle geçiyor çünkü mekanizmaların durmadan çalışması daha da iyi ve bu nedenle doğal olarak işsizlik sorunu ortaya çıktı. İnsanlar bu kadar hızlı çalışmadığı için bu daha önce hiç olmamıştı.

Hatta 150 veya 200 yıl önce, insan ne yaptı? Bir günde ne kadar üretebilirdi ve hangi hızda çalıştı? Doğal olarak dünyada şimdiki gibi bolluk ve aşırı üretim (ki bununla ne yapılacağı belli değil) yoktu.

Yorum: Sovyetler Birliği günlerinde çok dar bir ürün yelpazesi olduğunu hatırlıyorum. Ardından Amerikan, Çin ve Türk ürünleri ortaya çıktı, ürün çeşitliliği arttı.

Cevabım: Bir dönem hepsi çok güzel ve çekiciydi. Ve bugün hem erkekler hem de kadınlar “çaputlar” giyiyor, spor ayakkabılarla yürüyor ve kimse güzel, düzgün kıyafetlere dikkat etmiyor. Hatta biraz da kışkırtıcı oluyor çünkü dışarıdan çok şık iseniz, bu içinizin ne kadar boş olduğunu gösteriyor. Her yerde, her türlü diplomatik resepsiyonda bile.

Bir üniversite hocası neredeyse şort giyerek ders veriyor. Bu parlatılmış, ceket, kravat ve beyaz gömlek nerede? Öğrencilerden bahsetmiyorum bile. 50’li ve 60’lı yıllarda öğrencinin takım elbise ve kravat takmaması diye bir şey yoktu. Kendimi hatırlıyorum! Böyle giyinmek zorundaydım. Ve bugün…

Ancak tüm bunlar doğrudur çünkü odak, dıştan içe doğru, farklı değerler için değişmektedir. Artık insan dış görünüşlere göre yargılanmıyor.

“Tek Başınalık Her Zaman Yalnızlık Değildir” (Medium)

Görünüşe göre sosyal medya, pandemiler ve modern yaşam, bizi izole edilmiş, birbirimize her zamankinden daha fazla yabancılaşmış ve esas olarak kendi kendimize eşlik etmekten keyif alan insanlar haline getirdi. İnsanların konuşma süresi, yaklaşık otuz yıldır düşüyor ve görüntülü aramalar bile bu eğilimi tersine çeviremiyor. Görünen o ki, diğer insanlarla iletişim kurmak giderek daha fazla insana çekici gelmiyor. Ancak giderek narsistleştiğimizi düşünürsek, bu eğilim bizi şaşırtmamalı. Gelecekte, devam etmesini ve hatta hızlanmasını bekleyebiliriz.

Ben de, beni pek ilgilendirmeyen insanlarla sosyalleşmektense, odamda kalmayı ve zamanımı istediğim gibi geçirmeyi tercih ettiğimi hissediyorum. Kitaplarım var; bilim haberlerim ve izlediğim başka haberler var; ve başka ilgi alanlarım var.

Hepimiz, giderek daha fazla kendimize odaklandığımızdan, sosyal ihtiyaçlarını karşılamak için başkalarına ihtiyaç duymadıklarını hisseden insanları anlayabilirim. Birçok insanda karşılık görme, toplumdan onay alma ihtiyacı azalmaktadır.

Bununla birlikte, insanlar giderek daha fazla anti-sosyal hale gelmiyor. Giderek daha titiz hale geliyorlar ve zamanlarını veya enerjilerini kendilerine hiçbir gerçek fayda sağlamayan, boş bağlantılarla harcamak istemiyorlar.

İnsanlar diğer insanlara karşı kayıtsız kalıyor çünkü daha fazla hedef odaklı hale geliyorlar. Hayattaki hedeflerini seçiyorlar ve bu hedeflere ulaşmak için çaba harcıyorlar. Bu, insanları yaşam amacının peşinden gitmeye yöneltecek olumlu bir gelişmedir.

Bana gelince, münzevi doğama rağmen, hayatımın amacı, mümkün olduğu kadar çok insanla ve mümkün olan en derin seviyede, kalbimde bağ kurmamı gerektiriyor. Hedefime ulaşmak için, her bir kişiyle bağ kurmaya ve her bir kişiyi kucaklamaya hazırım. Ancak bu benim amacım olmasaydı, hayatımın amacı olan ve uğruna her türlü fedakârlığı seve seve yapacağım Kabala bilgeliğini dünyaya yaymaya başlamadan önceki gibi, hala odamda mutlu bir şekilde inzivaya çekilmiş olurdum.

Ve benim gibi, diğer birçok insan da giderek daha fazla hedef odaklı hale geliyor. Bu insanlıkta bir gelişimdir, gerileme değil. Gelecekte, giderek daha fazla insanın ortak hedefler etrafında bağ kurduğunu ve onlara anlamsız görünecek olan, sıradan etkileşimlerden kaçındığını göreceğiz. İki seviyede yaşıyor olacaklar: Yüzeysel seviyede mesafeli veya içine kapanık görünecekler ancak daha derin seviyede, hedeflerini paylaşanlarla derinden bağlı olacaklar.

“Neden Buradayız? Hayatın Anlamı Nedir? Neden Varız? Neden Bu Soruları Soruyorum?” (Quora)

Hayatın anlamı nedir? Bir noktada yaşamanın bir anlamı olmadığını, boşuna yaşadığımızı fark ediyoruz. Hayat her gün yanımızdan geçip gidiyor ve belki de en başından hiç var olmasak daha mı iyi olurdu?

Gerçekten, binlerce yıldır hayatın anlamını aradık ve insanlık olarak henüz hayatın nihai anlamını bulamadık. Sanki her nesilde bu en temel soruyu sormak ve cevabını bulamamak için yaşıyoruz.

Hayatın anlamı ile ilgili soru, istemeden içimizde ortaya çıkar. Hayatın anlamını sormamak daha iyi ve daha kolay görünse de, eğer öyle olsaydı, o zaman hayvan seviyesinde kalırdık. Oysa ki insanlar gelişmeye devam ediyor ve bu sürekli olan gelişimimiz, bir nesilden diğerine hayatın anlamını giderek artan bir şekilde sormamız ile ifade ediliyor.

Hayatın anlamını ve neden burada olduğumuzu sormadan edemiyoruz. Kendimizi sorgulamaya devam etmemiz, bizi bir gün hayatın en büyük sorusunun gerçek cevabını keşfetmeye başlayacağımız noktaya getirecektir. Umarım böyle bir gün çok yakında gelir.

O halde, hayatın anlamı nedir?

Hayatın anlamı, hayatın anlamını keşfetmektir.

Yine de, bu nedir? Onu keşfetmemiz gerekecek. Bu dünyada, özellikle bu sorunun cevabını aramak için yaşıyoruz ve yaş, milliyet, cinsiyet ve meslekten bağımsız olarak hepimiz bilinçaltında bunun cevabını arıyoruz. Sürekli hayatın anlamını aramaya kilitlenmiş durumdayız ve böyle bir arayışın arkasındaki temel motivasyon hakkında hiçbir fikrimiz yok.

Bazı insanlar, hayatın anlamını belirli bir arayışa girmeden, hayatı iyi yaşadıklarını ve çok şey başardıklarını söyleyerek, kendilerini bu hayatta bulmayı başarıyor gibi görünebilir, ancak bu insanlar kendilerini bu tür ifadelerle ikna ederler. Fakat hayatın anlamını bulma arzusu, herkeste olduğu gibi onların içinde de yaşar, aksi halde zaten hayatta olmazlardı.

Hayatımızın her anı, neden yaşadığımız sorusuyla başlar. Bunu fark etmeyiz ve böylece verilen anı yaşarız ve bir sonraki anda kendimize aynı soruyu sorarız – “Ben ne için yaşıyorum?” – ve bunu tekrar tekrar yaparız. Hayatımız boyunca bu şekilde yaşamaya devam ederiz, ancak yine de net bir cevabımız yoktur. Yine de her anı temelinde bu soruyla yaşayarak o arayışa yeniden girer ve hayatımız boyunca bu şekilde hareket ederiz. Hayatımızın akışı, hayatın anlamı hakkında sürekli bir soru ve asla keşfedemeyeceğimiz bir cevap için sürekli bir arayıştır.

Dahası, “Hayatın anlamı nedir?” sorusu, fizyolojik algımızdan önce gelir. Bu bizim en önemli ve temel sorumuzdur. Üstelik bu, manevi arayışımızla ilgili bir sorudur. Hayatımızın anlamını sorduktan sonra vücudumuz ve organlarımız canlanmaya, çiçek açmaya başlar ve bu şekilde gelişiriz.

Nihayetinde, milyonlarca farklı hayat yaşadıktan sonra, tüm yaşamların kaynağına dair net bir algı ve duyumsamaya ulaşmak olan hayatın anlamını sonunda gerçekten bulacağız. Hepimiz bu keşfe ulaşacağız. Gelişimimizin belli bir noktasında, hayatımızın anlamını her an bilinçsizce sormaktan, hayatın anlamını bilinçli olarak aramaya başlayacağımız bir duruma geçeceğiz. Yani hayatımızın kaynağının ne olduğunu, nasıl, hangi temelde, hangi nitelikler ve niyetlerle ona yaklaşacağımızı, bir bebeğin annesine sarılması gibi onu hayal etme yeteneğimizi geliştireceğiz. Bunu yaptığımızda, hayatımızın anlamı ile bağ kurmaya başlayabileceğimiz belirli bir araca sahip olacağız ve o aşamaya ulaştığımızda, aktif olarak hayatımızın kaynağını aramaya, bizden ne istediğini, bizim ondan ne beklediğimizi ve hayatın tüm anlamının neden sadece hayatımızın kaynağına çekilip ona bağlı kalmak olduğu bulmaya başlayacağız. Böyle bir noktada, hayatın anlamını gerçekten özümsemeye ve anlamaya başlayacağız.

Hayatın anlamını aramak, sonsuzluğa giden bir yoldur ve sonsuzluk, yaşamımızın kaynağına sürekli yaklaşma, ona giderek daha fazla bağlanma, tutunma ve bağlı kalma halidir.

Hiç Birbirimizle Bağ Kurma Arzumuz Olacak Mı?

Yorum: Profesör Michio Kaku, The Times gazetesine verdiği bir röportajda, yakın ve uzak gelecekte dünyanın nasıl bir yer olacağını ele aldı. Profesör, 2030 yılına kadar dünyada internet erişimine sahip olacak ve kullanıcılara sanal bir gerçeklik gösterecek yeni bir kontakt lens türünün ortaya çıkacağına inanıyor.

Cevabım: Tabii ki! Bu oldukça kullanışlı ama başka gözlüklerimin olması ve tüm bunları istediğim zaman havada görebileceğim oldukça olasıdır. Tüm dalgalar burada havada olduğu için, önümdeki basılacak ekranı ve klavyeyi görebileceğim, her an, sanki önünüzde yeniden yaratılmış gibi.

Sonuçta, bir cihaz nedir ki? Mevcut bilginin birikimi. Havada dalgalar halinde kalıyor ve onu hemen herhangi bir biçimde hayal edebiliyor ve üzerinde çalışabiliyorum. Bunu yapmak için beyne herhangi bir şey yerleştirmenize bile gerek yok.

Ama önemli değil çünkü hepsi teknik. Ve anlamı nedir? O zaman hangi bilgiler iletilecek?! Hatta birbirimizle bağ kurmayı isteyecek miyiz?

Diyelim ki, şimdiki dönem geçecek, bu “iletişim” sitelerinin çılgınlığı: Youtube, Facebook, Twitter ve diğer her şey geçecek. Sıradaki ne?! İnsanlar sanal alandaki çöplerden bıkacak ve tüm bu çöplerin kaldırılmasını isteyecekler.

Hepsini yok edeceğiz, yine de doğada bir yerde kalacak ve içinde gerçekten hiçbir şey kaybolmayacak. Ve sırada ne var? Bomboş kalacağız. Birbirimizle bağ kurmak için büyük fırsatlarımız var ve biz bunu istemiyoruz.

Yorum: Şu anda iki eğilim açıkça görülüyor: küresel toplumdaki karşılıklı bağ ve bunun farkındalığı. Ancak bazıları teknolojinin yardımıyla, bazıları ise biyolojik evrimin yardımıyla onu arıyor.

Cevabım: Yani aynı teknoloji, sadece biyolojik. Bazıları yeni programlar yapar ve diğerleri programlar yerine erişimi doğrudan bir kişinin içine yerleştirmek ister. Fark ne?! Ben değiş tokuş edeceğimiz bilgilerin özünden bahsediyorum: buna ihtiyacımız var mı, yok mu?

Tıpkı şimdi önceki varoluş, yaşam ve bağ kurma formlarını terk ettiğimiz ve önceki yıllara artık tatmin olamayacağımız naif ve basit bir şey olarak baktığımız gibi, bu yeni teknolojilerle de tatmin olmayacağız.

Peki ya önümde dünyadaki tüm insanlarla bağ kurmak için büyük fırsatlar varsa?! Bunu istemiyorum, sadece yorgunum; işte insanlığın hissedeceği şey budur.

“Bilim Uzun Ömür Sağlayabilseydi, Neden Diye Sormamız Gerekirdi” (Medium)

İsrail Hayom‘un İbranice baskısında yayınlanan bir haberde, RAMBAM hastanesi ve Technion – İsrail Teknoloji Enstitüsü tarafından yürütülen bir araştırma, Vasküler Endotelyal Büyüme Faktörü A (VEGF-A) adlı bir proteinin enjekte edilmesinin, yaşlıların derisinde gençleşmenin kapısını açtığını ve hatta belki de iç organları gençleştirdiğini iddia ediyor. Bunun mümkün olduğunu ve yaşamın sonsuz olmasa da önemli ölçüde uzatılabileceğini varsayarsak, kendimize ne için diye sormamız gerekir, çünkü hayatta iyi bir amaç olmadan yaşamaya devam etmek istemeyeceğiz.

Bedenimi gençleştirecek böyle bir hap almayı veya iğne yaptırmayı umursamazdım. Hayatımın son kırk yılını, insanların hayatlarını iyileştirmelerine yardımcı olmayı umarak, bağ kurma metodunu dünyaya yaymaya adadım. Başardıklarım hakkında hiçbir şikâyetim yok, ancak dünyanın durumuna bakılırsa, yapılması gereken çok daha fazla iş var, bu yüzden çabalarımı sürdürmek için fazladan birkaç on yılı memnuniyetle karşılardım.

Bu sadece benim için geçerli değil. İnsanlığın refahını ve mutluluğunu ilerletme şansına sahip olan herhangi bir kişi, böyle bir hediyeyi istemelidir çünkü bu onun daha fazla iyilik yapmasını sağlar.

Ancak bir bütün olarak, insanların hayatlarını belirli bir sınırın ötesine uzatmak istediklerini sanmıyorum. Ne için? Altın yıllarına ulaşan insanlar genellikle hayatları ve yaklaşan son konusunda oldukça sakindirler.

Çılgınca bir gençlik pınarı arayışının tek nedeni, onu kâr için satmaktır. Belki bazı insanlar bu sonsuz yaşam pınarını bulmakla gerçekten ilgileniyorlar ama ben bundan henüz iyi bir şey çıktığını görmedim. Dolayısıyla şayet böyle bir ürün yapılsa, çok rağbet göreceğini söyleyemem.

Hiç şüphe yok ki bilim hayatı kolaylaştırabilir, bizi daha sağlıklı yapabilir ve daha uzun yaşatabilir. Ama ne için? Yüz yıldan biraz daha uzun bir süre önce, insanlar ortalama olarak yaklaşık kırk yıl yaşadılar. Şimdi iki kat daha uzun yaşıyorlar ama insanlık bundan ne kazandı? Dört kat daha fazla insan var, toprak kirlendi, hava kirlendi ve aynı şey su için de geçerli. Fazladan kırk yılımız sayesinde ne kazandık? Bir kırk yıl daha kazansak ne elde edeceğiz? İnsanlar 80 yaşında bilmedikleri neyi 120 yaşında bilecek? Ölüm korkusu, kendi başına yaşamı süresiz olarak uzatmak için bir gerekçe değildir.

Sonsuz bir hayatın anlamı yokken, ölüm korkusunun bir amacı var. Hayatın anlamını aramamızı sağlar.

Varoluş amacımızı araştırdığımızda, bunun fiziksel bedenlerimizin varlığını uzatmakla hiçbir ilgisi olmadığını görürüz. Üstelik, tek istediğimiz, sadece kendimizi düşünerek haz odaklı zevkler yaşamak olduğu sürece, hayat asla sonsuz olmayacaktır. Bir noktada, sonu gelmeyen kendini beğenmişlikten bıkacağız veya hayatın daha derin bir anlamını arayacağız ya da sadece kovalamacadan bıkacağız. İkincisi gerçekleştiğinde, tutkumuz yavaş yavaş azalır, yaşam için tadımız azalır ve sonsuzluğu garanti eden bir iksirle ya da iksirsiz, ölene kadar yavaş yavaş yok oluruz.

Hayatımız, tatminlerle doldurduğumuz bir bardak gibidir. Bardak dolduğunda, içine başka hiçbir şey giremez ve hayatımız sona erer.

Alternatif olarak, başkalarının bardaklarını doldurmasına yardım etmek istediğimizde, başkalarına canlılık akıtan kanallar haline geliriz. Bir annenin, çocuğunun, ona hazırladığı yemeğin ya da aldığı yeni bir hediyenin tadını çıkardığını gördüğünde duyduğu memnuniyeti düşünün. Annenin sevinci, çocuğununkinden çok daha yoğun ve tatminkârdır. Aslında annenin hazzı ona daha daha fazlasını vermenin yakıtını verir.

Bu sonsuz vermenin, birinin diğerine verebileceği sonsuz, dışarı taşan hazzın sınırı yoktur. Annenin çocuğu ile hissettiği gibi, biz de bunu tüm insanlıkla birlikte hissedebiliriz. Ve bu haz, sınırsız olduğu için sonsuzdur. Nasıl ki annenin enerjisi çocuğuna verdiği mutluluktan geliyorsa, vermek sonsuz canlılık ürettiği için sonsuz yaşamı doğurur. Bu sonsuzluğun anlamıdır.

Kısacası vermek, bilim adamlarının aradığı gençlik pınarıdır. Asla ölmeyen ve asla ağzına kadar doldurmayan tek şeydir.

 

Sizce Eğitimin Gerçek Amacı Nedir? (Quora)

Eğitimin gerçek amacı, Bu modelin özünün arzumuz olduğu, birlikte olmak için bizde olmayan bir içsel model inşa etmektir. Bu arzuda, “İyi bir insan” olarak düşündüğümüz şeyin imajını, içimizde iyi bir insanın, iyi bir insanın ne olduğuna dair bir imajın olacağına dair şekillendirmek isteriz, böylece karşılaştığımız dışsal her şeyi o görüntüyle karşılaştırabilir ve karşılaştığımız şeyin bizim için doğru, iyi ve değerli olup olmadığını veya tam tersini kontrol edebiliriz.

Örneğin, çocuğumla ya da küçük torunumla konuştuğumda, ona iyi ve doğru bir yaşam biçimi vermek istiyorum ama gerçek ve hayali olmayan bir yaşam biçimi. Onun içinde tam olarak kendini gerçekleştirmiş bir insanın ne olduğuna dair küçük bir imge yaratmak istiyorum, böylece hayatı her zaman bu küçük imgeyle bağlantılı olarak görebilir ve karşılaştığı şeyin doğru, iyi ve değerli olup olmadığını ve bir şeyleri düzeltmesi mi yoksa onlardan uzaklaşması mı gerektiğini anlayabilir. Bu imaj, onun hayatını yön veren bir pusula gibi olmalı. Genel olarak eğitimin amacı budur. Bu süreç içinde, çeşitli kilometre taşlarından geçerek gelişiyoruz; örnekler, çeşitli oyunlar ve alıştırmalar yoluyla, tam olarak kendini gerçekleştirmiş bir insanın bu imajını ve şeklini oluşturuyoruz.

Hayat Anlamlı Hale Geldiğinde

Yorum: Bir yandan, doğa bugün bize her şeyi vermiştir, rahatlık açısından, herhangi bir arzuyu tatmin edebilirsiniz. Öte yandan, bunun yanında, içsel bir boşluk hissi insanda büyüyor.

Cevabım: Bu çok iyidir çünkü gelişecek başka hiç bir yerimiz yoktur. Dünyayı dolaştık, bir daire, araba aldık, birkaç kez eş değiştirdik, doğum yaptık ve çocuklarımızı kaybettik. Zaten her şeyi yaptık. Sırada ne var?!

Bu dünya daha fazlasını vermez. Bize başka neler sunabilir ki? Bu yüzden, bazı sapkınlıklar ortaya çıkıyor. Tamam, onları biraz deneyelim. Hepsi bu. Sonrasında ne için yaşamalı?

Sonrasında boşluk ve hayal kırıklığı gelir ki bu sizin geldiğin koşuldur. Size öyle geliyor ki, ilkel olarak yaşamamıza rağmen güzeldi: aile, çayırlar, çocuklar. Bütün bunlar size çok pastoral, uyumlu bir şekilde çekilir. Ama günümüzde, bu ne dehşet! Kişi zorlanır. O hiçbir yere kaçamaz ve en önemlisi de kendisinden kaçamaz. Bunu, “nasıl yaşıyorsam öyle yaşıyorum” diyerek yapmaya çalışıyor. Ama bu işe yaramaz çünkü doğanın yasası ondan kurtulamayacağımız şekildedir. Yine de hayatın anlamı sorusuna bir yanıt bulmak zorunda kalacağız. Dahası, bunu felsefi olarak başarmak ve bir şekilde kendinizi sakinleştirmek için değil, onu bulmak, görmek, anlamak için. Bir insan ne için yaşar? Bu sadece salt teorik bir soru, araştırma ve dikenlerden yıldızlara eziyet vb. değildir. Hayır, biz onu görmek istiyoruz!

Aslında bu soru ölüme dayanıyor. Kişi yaşamaya devam ettiğini bilmeli, ancak bir tür inançla değil — dinin kendisine vaat ettiği şeyle değil. Kişi önünde net, güzel ve parlak bir devamlılık görmelidir. O zaman bu onlarca yıllık yaşam bir anlam ifade eder.

“Acı ve Bağışlama Arasında” (Medium)

Başkaları tarafından incitildiğimizde, son derece acı verir ve bu hayatımızda her an olabilir. Hemen sorular ortaya çıkar: Ne zaman affetmek için yer vardır ve ne olursa olsun affetmek nedir?

Haz almak, bize iyi gelen her türlü şeyle kendimizi tatmin etmek insanın doğasında vardır. Yemekten, seksten, aileden, paradan, onurdan, kontrolden, bilgiden ve her şeyden önce bunların birleşiminden haz almak isteriz. Arzularımızı yerine getirmek için sürekli çalışırız ve beklenen sonuca bağlı olarak belirli bir şeye ne kadar enerji yatırmamız gerektiğini düşünürüz.

Örnek olarak, özellikle bayram zamanı için güzel bir takım elbise almak istediğimizi varsayalım. Neredeyse bir haftalık bir işe eşdeğer miktarda para yatırırız ve büyük bir keyifle satın alırız. Uzun zamandır beklenen gün gelir, yeni takım elbiseyi giyer ve ağzı kulaklarına varan bir gülümsemeyle herkesin arasında dolaşırız. İnsanlar, “Ne güzel bir takım elbise” derler. Göğüs gururla kabarır.

Ve aniden birisi herkesin önünde, “Giydiğin o komik takım elbise nedir? Bu nasıl bir kostüm?” der. Ve o andan itibaren gerçeklik değişir. Herkes kıkırdar ve biz utançla dolarız.

O akşamın ilerleyen saatlerinde yine aynı kişiyle karşılaşırız ve o bize sessizce “Daha önce uygunsuz bir şey söylediysem özür dilerim” der. Hemen bir reddetme ile cevap veririz. Böyle bir af talebi, yapılan zararın tazmini midir? Kesinlikle değildir. Bu yüzden onu kabul etmeyiz.

Gerçek bağışlama, takım elbiseyi satın almak için yatırdığım büyük meblağ için, iltifat, saygı ve tanınma umutları almak için sahip olduğum ve aşağılama, alay ve utançla yer değiştiren tüm beklentilerimi telafi eden biri olmalıydı. İçimde biriken her şey için uygun bir telafiye ihtiyacım vardır.

Özür, genellikle yapıldığı gibi intikam yoluyla veya alternatif olarak, söz konusu kişinin samimi bir gönül almayla bana gelip, bana verilen zararı ve korkunç hakareti anladığına beni ikna etmesiyle yapılabilir. Diyelim ki kişi, örneğin on takım elbisenin daha satın alınmasını kapsayacak bir çek yazdı. Bu durumda, özrün gerçekten samimi olduğunu hissedersem ve çek de benim için yeterince saygın görünüyorsa, o zaman a, davayı hiç affetmeye ve olayı hiç olmamış gibi silmeye hazırımdır.

Esasen darbenin boyutu, onu kapsayabilecek telafinin boyutudur. Bağışlama, intikam, küçümseme, hakaret, yatırım, bunların hepsi yalnızca benim egosal haz alma arzumla ilişkili olarak ölçülür. Ego hala incinmiş hissediyor ve intikam istiyorsa, incindiği yer uygun telafi ile doldurulmadığı anlamına gelir. Kalpte açılan oyuk hala açıktır, bu yüzden gerçekten affedemeyiz.

Şimdiye kadar, hepimizin bildiği fenomenleri analiz ettik. Bir noktada, bir insanda intikam alma, onur arama, kontrol için mücadeleler ve savaş arzusunun bizim için son derece yorucu hale geldiği bir duygu ortaya çıkabilir. Bu, sağlığımızı, ilişkilerimizi, tüm hayatımızı mahveder. “Bütün bunlardan ne kazanacağım” diye kendimize sormaya başlarız, “Yaşamaya değer ne var? Hayattaki görevim bu mu, tek yapmam gereken bu mu?”

Bu içsel soruların uyanışı, bizi içsel gelişim arayışına, egoist doğanın sınırlarının üstesinden gelmenin bir metoduna götürür. Bu bilgelik, dünyadaki varoluşumuzun en büyük amacının doğanın evrensel gücünü, sevgi ve verme niteliğini keşfetmek olduğunu öğretir ve ona benzer bir nitelik kazanarak keşfedilir. Bu ifşa, maneviyat olarak adlandırılır çünkü her insanı daha yüksek, ebedi ve eksiksiz bir varoluş seviyesine yükseltir.

Bu nasıl olur? Genel olarak konuşursak, laboratuvar görevi gören küçük bir grupta sevgi dolu ilişkiler geliştirerek, birbirimizi tek başımıza başaramayacağımız şekillerde tamamlarız. Bir bedendeki farklı organlar gibi, birbirimizle uyum içinde bağ kurmayı öğreniriz. İncinme, telafi, intikam, bağışlama, bütün bu oyunlar, birbirimizle savaşmadığımızı anladığımız için, anlamını yitirir ama ortak bencil doğamız karşısında hep birlikte sınırlı hesaplamalarımızın üzerine çıkarız.

Birini incittiğimi fark ettiğimde, doğrudan o kişiye gider ve ona berbat ettiğim şeyi telafi etmek için ne yapabileceğimi sorarım. Ona daha yakın olmak, o kişiyle bağ kurmak ve aramızdaki sevginin gücünü geri kazanmak, elimden gelen her şeyi yapmak için. Ve eğer biri beni incittiyse, bunun onun suçu değil, insan egosu olduğunu hatırlarım ve o kişinin bunun üstesinden gelmesine yardım etmeye çalışırım. Bu şekilde yavaş yavaş dünyamızın, yaşamanın eğlenceli olduğu bir yer haline geldiği bir duruma yaklaşırız. Doğanın en yüksek gücüyle, karşılıklılık, destek ve güven içinde.

Hayat Rastgele Bir Olaylar Dizisi Değildir

Soru: Dünyada olup bitenlere absürt tiyatro denilebilir. Ama insanlık başyapımcının düşüncesini anlamıyor. Kabala’ya göre bu nedir?

Cevap: Başyapımcı aslında bizi kontrol eden doğadır.

Doğayı, özellikle sibernetik, biyo-sibernetik, küresel sistemler ve Dünya’nın jeosferini inceleyerek, her şeyin birbiriyle bağlantılı olduğunu ve bir nevi gelişim planı içinde olduğunu anlarız.

Ayrıca, bu master plan, sırayla birbiriyle koordineli olan alt bölümlere ayrılmıştır. Hiçbir şey boşuna olmaz, her şey önceden belirlenmiştir.

Bu planı bilmesek bile, o hala var olmaktadır. Aynen eskiden olduğu gibi, bir hafta veya bir ay önceden hava durumunu tahmin edemezdik ama bugün edebiliyoruz. Bizim çalışmamızda da aynı şekilde, pratikte hiçbir şeyde ıslah yapmıyoruz, sadece bu programın dünyada var olduğunu ifşa ediyoruz.

Hayat rastgele bir olaylar dizisi değildir. Bunu tüm araştırmalarımızdan görüyoruz. Bu nedenle, şu soru ortaya çıkıyor: “Öyleyse, o zaman benim, doğanın tacı olarak, kesinlikle bir amacım var. Doğa beni boşuna yaratmadı. Her küçük parçacıkta, her atom ve molekülde büyük bir bilgelik, nedensel gelişim vb. varsa, benim nedensel gelişimim nedir? Gelmem gereken bu sonuç nedir?”

Bu tür sorular bir yandan bizi bir çıkmaza sürükler. Öte yandan, onları çözmemiz gerekir; yoksa yaşamanın bir anlamı yoktur. Bu, insanların bu planı açıklamanın gerekli olduğunu hissetmeye başladığı bizim neslimizdir çünkü bir şeyin peşinden gitmeden ve herhangi bir bakış açısı olmadan hayat insanı sadece yaşama arzusundan alıkoyar ve mahrum eder.