Category Archives: Egoizm

“Neden Ağlarız?” (Quora)

Ağlamak, enerjimizin tükendiğini, kaderimizin bizim elimizde olmadığını; hayatımızda hiçbir şey yapamayacağımız üstün bir “şey” olduğunu ve ayrıca sonuçta hayatlarımızda neler olup bittiğine dair hiçbir fikre sahip olmadığımızı kabul etmekten gelir.

Kendimizi zayıf ve çaresiz hissetmenin bir sonucu olarak ağlarız. Bunu yaparak, gerçekte var olan üst güce, daha büyük bir doğa gücüne de teslim oluruz.

Maddesel gerçekliğimizde ağlamak, ulaşamayacağımız bir şeyi istediğimizde veya diğer insanlara karşı belli bir şefkat duyduğumuzda, yani kendimizi başkalarının yerine koyup aynı olumsuz olayların bizim de başımıza gelmesinden korktuğumuzda, kendimizi ifade etme şeklimizdir.

Maneviyatta ağlama, manevi ıslahımıza yani egoist alma niyetimizin, sevme ve ihsan etme niyetine dönüşümüne pasif katılımın ifadesidir. Yani ağlamak, bizim (manevi bir Partzuf veya ruh olarak)  doğuştan gelen alma arzumuzun üzerinde küçük bir ihsan etme niyetine sahip olduğumuz, küçük bir manevi durum olan “Katnut” (“manevi küçüklük” veya “manevi başlangıç”) adı verilen koşulda, manevi olarak zayıf olduğumuzun bir işaretidir. Başka bir deyişle, böyle bir koşul içinde, niyetimiz, bizi egoist olarak yalnızca kendine fayda sağlamaktan korumak için yeterince güçlüdür ama henüz sevmek ve ihsan etmek için doğrudan egomuzla çalışmamıza izin vermez.

 

Egoist Bir Toplumun Dört Hali

Yorum: Tora, insanlar arasındaki dört ilişkiyi inceler. Bunlardan biri: “Benim olan benim ve senin olan senin” en kötüsü olarak kabul edilir ve “Sodom” olarak adlandırılır. Ve dünyamızda bu normal kabul edilir.

Cevabım: Hayır. Bu anormal bir durumdur çünkü insanlar arasındaki tüm bağları keser. Ne sana bir şey vermeye ne de senden bir şey almaya hakkım yok. Yani toplumdaki herkes kesinlikle birbirinden izole edilmiştir. Ayrıca bu koşula uymak için birbirlerini bile gözetlemektedirler.

Soru: Bu birliğe aykırı mı, doğanın bizi tek bir ortak bütüne getirme eğilimine aykırı mı?

Cevap: Bu tamamen doğaya aykırıdır çünkü doğa, atomlar, parçacıklar, hücreler ve insanlar arasındaki en azından bir şeyde, en azından bir şekilde karşılıklı bağlantı üzerine inşa edilmiştir. Ve burada, her şey izolasyona dayanmaktadır.

İkinci durum: “Benim olan senindir ve senin olan benimdir.” Bu, her şeyin ortak mülkiyet (eşler, çocuklar, meskenler ve hayvanlar) olduğu ilkel bir toplumun doğasının özüdür. Bu durum, özellikle ilkel bir komünal sistemin gelişmemiş egoizminin karakteristiğidir.

Üçüncü durum: “Benim olan senindir ve senin olan senindir.” Tora’da bu Hesed olarak adlandırılır.

Bu, pratik olarak başka birine vermeye ve başkalarını düşünmeye odaklandığım, iyi ama eksik bir durumdur.

Bu, küçük insan grupları için, çocuklar için, zayıf toplumlar için, hastalar ve yaşlılar için, her şeyi onlara verdiğimde ve aktardığımda iyidir. Ancak bu, bilgi akışının ve gücün olmadığı, alışverişin olmadığı kusurlu bir durumdur. Her şey tek bir yöne gitmektedir ve doğa bu şekilde inşa edilmemiştir.

Doğa, tüm parçalarının tek bir ortak sistemde entegre olarak kilitlendiği gerçeğine dayanmaktadır ve bunlar arasında, bütünsel, doğru etkileşimde tüm sistemi birlikte desteklemek için bir enerji, bilgi ve hayati güç alışverişi vardır.

Dördüncü durum: “Benim olan benim ve senin olan benim”, bu “suç” olarak adlandırılır – toplumdan olması gerekenden daha fazlasını aldığım zaman.

Temel olarak, insanlar arasındaki tüm bu dört tür etkileşim egoizm içinde mevcuttur. Hiçbiri mükemmel değildir. Kabala bizleri onların üstüne yükseltir.

Mükemmel bir durum, birbirimize dahil olmak üzere birbirimizle tam etkileşim içinde olduğumuz zamandır. Dört koşulun hiçbirinde durum böyle değildir.

Kıskançlık – Büyümenin Motoru, Yıkımın Aracı Olduğunda” (Linkedin)

Küçükken, başkalarına bakıp onları taklit ederek büyürüz.  Onlara zarar vermek veya arzu edilen özelliklerini veya sahip olduklarını reddetmek istemeyiz, aksine sahip oldukları şeye sahip olmak ve yaptıklarını yapmak isteriz.  Bu sağlıklı kıskançlıktır;  bizi geliştirir ve ileriye götürür.  Başkalarından daha fazlasına sahip olmayı, başkalarını kontrol etmeyi istemeye veya başkalarının sahip olduklarını reddetmeye başladığımızda, bu, büyümenin motoru olan kıskançlığın yıkımın aracı haline geldiği zamandır.

Başkalarını yok etme arzusuna bağlanan kıskançlık, bizi yok eden egoizmdir.  Tarih boyunca ülkeler bu yıkıcı güçle birbirleriyle yarışmış, dünyanın zirvesinde olma arzusuyla birbirlerine acı ve ıstırap çektirmişlerdir.

Bu gücü ortadan kaldıramayız;  bu doğamızın özünde vardır.  Yapabileceğimiz ve yapmamız gereken şey, onu çocukların kendilerini geliştirmek için kullandıkları gibi kullanmaktır.

Bunu yapıcı bir şekilde nasıl kullanacağımızı öğrenmek için, öncelikle başkalarını sakatladığımızda veya zarar verdiğimizde kendimize zarar verdiğimizi anlamalıyız.  Birbirimize bağlılığımızın gerçeğini, hepimizin tek bir sistemin parçaları olduğumuzu, birimleri mükemmel bir şekilde iç içe geçmiş ve dengeli bir mekanizma olduğumuzu hissetmeye gelmeliyiz. Bu, milyarlarca parçadan oluşan karmaşık bir makine gibidir ve bunların tümü makinenin sorunsuz çalışması için gereklidir.  Bir birimi sakatladığınızda, sizin de parçası olduğunuz tüm makineyi sakatlamış olursunuz.

İnsan vücudunu düşünün.  İnsan vücudunda yaklaşık 10 trilyon hücre bulunmaktadır.  Bunlar çok sayıda doku, organ ve organ sistemi halinde düzenlenmiştir.  Bu doku ve organların birbirine düşman olması durumunda ne olacağını hayal edebiliyor musunuz?  Binlerce yıldır her gün birbirimize yaptığımız da budur.  Yaşadığımız dünyanın bizi güçlükle ayakta tutabilmesi bir mucize değil mi?

Öğretmenimin babası, 20. yüzyılın büyük Kabalisti Baal HaSulam, insanları okula geri gönderme ve onları yeniden eğitme ihtiyacı hakkında kapsamlı bir şekilde yazdı.  O, egolarımızla nasıl çalışılacağını öğrenmemiz gerektiğini kastetti.  Şu anda, başkalarına zarar vermemiz gerektiği bilgisini kullanıyoruz ve bunu yaparken kendimize zarar veriyoruz.  Koronavirüs, bize de zarar verdiği için başkalarına zarar veremeyeceğimizi anlayana kadar, giderek daha sık hale gelecek küresel darbe türlerinin sadece ilk örneğidir.  Kişisel, sosyal ve uluslararası düzeylerde komşularımıza duyduğumuz yıkıcı kıskançlık bizi mahvediyor.  Kendimizi yeniden eğitmeli ve kıskançlığımıza sadece büyümek için bizi motive ettiği zaman bakmalıyız, ama başkaları pahasına değil.  Baal HaSulam’ın okula geri dönmemiz gerektiğini yazarken kastettiği şey buydu.

Eğitim, yavaş ve aşamalı bir süreç gibi görünür, ancak kullanabileceğimiz kısa yollar vardır.  Çünkü hepimiz birbirimize bağlıyız, bir makinenin parçalarıyız, bir fikri düşündüğümüzde, diğerleri de bizden duymasalar bile onu düşünmeye başlar.  Bu düşünceyi başkalarına aktardığımızda, düşünce insan ağına ve sisteme yayılmaya başladığında, iletişim kurduğumuz insanların çok ötesine taşırız.  Sadece karşılıklı bağımlılığımızı ve yıkıcı kıskançlığımızı durdurma ihtiyacını düşünmek, bu düşünceyi başkalarında da üreten sisteme dalgacıklar gönderir.  Birdenbire insanlar sanki kendi düşünceleri gibi onun hakkında konuşmaya başlayacaklardır.  Onu bilmeyecekler ama bu sizden gelecektir.  Bizler, kıskançlıkla yapıcı bir şekilde çalışmayı öğrendiğimizde, başarıya giden yolumuz açılır.

Onlunun Merkezinde İnşa Etmek

Bizler, hakkında “ters bir dünya göreceğim.” denilen, manevi dünyaya giriyoruz. Şimdi bu ters çevrilmiş dünyayı bizim dünyamızdan hayal etmek imkânsızdır çünkü bu beyaz yerine siyahın olduğu basit bir negatif değildir.

Bu dünyada ihsan etmeye ve sevmeye çalışsak bile, bunu manevi dünyaya doğru şekilde yansıtamayacağız. Manevi dünyayla ilişkilendirecek hiçbir şeyimiz yok: anlayış yok, his yok, tat yok.

Bu yüzden gözlerimiz kapalı gitmeliyiz. Gerçekte de, gözlerimiz kapalı ve hiçbir şey görmüyoruz çünkü sadece egoist arzumuzun içine bakıyoruz. Bakışlarımız içe dönüktür ve sadece midemizle ilgileniriz.

Ve maneviyat tam tersi yönde işler. Bunun tersini hayal edemiyoruz. Tersini yaparsam, manevi olmayacaktır. Bu çok yaygın bir yanılgıdır.

Bilgelerle inançla yürümek, gözleriniz kapalıyken Kabalistlerin talimatlarını takip etmek anlamına gelir, böylece Yaradan’ın yardımı ile içimizdeki ruhun tezahürünü uyandırırız ve Yaradan’ın imgesini, ihsan etme niteliğini, Bina’yı ifşa ederiz. Kişi en azından bunun için bir yer inşa etmeye başlamalı, üst gücün açığa çıkması koşulu bu, böylece bu alan bir şekilde Yaradan’a benzer hale gelir.

Öyleyse ilk olarak, bu alanı egoist arzulardan kurtarmak için bir kısıtlama yapmak ve ardından onun üzerine kat kat ihsan etme aşamalarını inşa etmeye başlamak gerekir: 0-1-2-3-4.

İhsan etme yapısını inşa edebileceğimiz yani Yaradan’ın Kendisini ifşa etmesine ve onu inşa etmesine izin verebileceğimiz alma arzumuzdan temizlenmiş boş bir platform hazırlıyoruz. “Ben” i, egoizmimi kaldırmalı ve onun yerine Yaradan’ın görünmesine izin vermeliyim. Yaradan, yalnızca O’na sunduğum saf yerde görünür.

Ve bunun için gerçekten dostlarımızın yardımına ihtiyacımız var. Egoizmimizin tam merkezinde, biz egoistlerin birleştiği merkezi noktada, onlunun merkezinde, Yaradan’ın ifşasına, ihsan etme niteliğinin tezahürüne yer açmalıyız, böylece ruh en alt seviyeden, kaynaktan daha da gelişmeye başlar: embriyo, emzirme, olgunlaşma.

İhsan etme niteliği, annenin vücudunda büyüyen bir embriyo gibi, biri diğerinin içinde biçimlenerek, alma niteliği içinde gelişir. Ve her ne kadar embriyo anne için yabancı bir cisim olsa da doğa, annenin onu reddetmemesini, tam tersine onu mümkün olan her şekilde, özenle ve sevgiyle destekleyip büyütmesini ayarlamıştır. Annenin tüm büyük vücudu yalnızca embriyoyu büyütme işlevi görür.

Ve bizlerin, aynı sevgiyle, çocuk bekleyen şefkatli bir anne gibi, onluda birleşmemiz ve aramızdaki ihsan etme niteliğini dikkatlice geliştirmemiz gerekiyor. Hiçbirimiz onu kendi başımıza büyütemeyiz, ancak yalnızca aramızdaki bağda, ihsan etme niteliğini hayal edebilir ve onu alma niteliğimizin üzerinde daha fazla büyütebiliriz.

Alma arzusu temeline dayanan tüm bedenimiz, içinde insan, Adem olarak adlandırılacak olan manevi embriyoyu, ihsan etme arzusunu geliştirmek için çalışacaktır, çünkü o Yaradan’a (Domeh) benzeyecektir.

Ruhunuzu ancak eksiksiz bir manevi organizma yoluyla inşa edebilirsiniz: kendi merkezinde manevi rahmin olacağı ve ihsan etme niteliğinin ortaya çıkacağı bir yer açarak kendisini fesheden bir grupta.  Söylendiği gibi: “Beni sen yarattın.”

Bizim tarafımızdan alanı alma arzusundan özgürleştirerek ve alma arzusu içinde ihsan etme arzusunun büyümesine izin vererek, Yaradan diğerinin içinde bir form oluşturabilir.

Bu nedenle tüm çalışmalarımız sadece grup çalışmasıdır. Yaradan’ı dostlarım aracılığıyla aramazsam, o gerçek Yaradan değildir. Bütün dünya Yaradan ile bağ kurmak, O’na dönmek istiyor. Ancak bu girişimlerin ne kadar umutsuz olduğunu görebiliriz. Ve hepsi, insanların Yaradan’ı doğru bir şekilde hayal etmedikleri içindir: insanlar arasında bir bağ olarak.

Yaradan, egoizmimizden özgür olduğumuz bir alanda, aramızda inşa ettiğimiz ihsan etme niteliğidir. İhsan etme formunu alan, alma niteliklerimiz aracılığıyla Yaradan’ı ifşa ederiz.

Yaratılanları sevmeden, Yaradan’a ulaşmak imkansızdır. Bu yüzden şöyle denir: “İnsan sevgisinden Yaradan’ın sevgisine; yaratılanların sevgisinden Yaradan’ın sevgisine.” Bunlar sadece güzel sözler değil, aynı zamanda gerçek ifşaya ulaşmak için gerekli bir koşuldur.

Yaradan’a Ulaşmanın Başlangıcı

Soru: Dünyamızda tüm insanlığın, inancın ne olduğu konusunda ortak bir anlayışı vardır.  Size bir şey söylenmiştir ve onu görmemiş olsanız da, hissetmeseniz de ve ona ulaşmasanız da, ona inanıyorsunuz.  Ve bilgi, beş duyumuzda elde ettiğimiz şeydir.

Ancak Kabala, mantık ötesi inanç denen bir koşulu inceler.  Bunun anlamı nedir?

Cevap: Kabala’da her şey, bu dünyadan kesinlikle farklıdır.  Mantık ötesi inanç koşulu, kişiye oldukça sıkı bir çalışma döneminden sonra, Kabala’nın dünyamız ve manevi dünya hakkında ne dediğini anlamaya başladığında gelir.

Kişi belirli alıştırmaları yaparak, başına gelen her şeyin bir üst güç, üst akıl, üst iradeden geldiğini hissetmeye başlar ve Yaradan, Yaradan’ın arzusu, Yaradan’ın planı olarak adlandırılabilecek, belirli bir programı izler.  Ve sonra kişi, dünyamızda neredeyse tek bir eylemin kaldığını görür – tüm hislerini Yaradan ile birleştirmek.  Ve bunu yavaş yavaş yapar.

Çevresinde olup biten her şeyi, böyle yapılması yazıldığı için değil, bunda belli bir eğilim, anlam ve amaç (hayatın her durumunda kişiyi tek bir kaynağa, Yaradan’a yönlendirmek) olduğunu hissetmeye başladığı için üst güce atfeder.

Kural olarak, kişi egoizminde, gururunda ve öz-farkındalığında her türlü hoş olmayan duyguyu, tehdidi, korkuyu ve yenilgiyi deneyimlemeye başlar.  Dünyanın kendisine karşı çeşitli kaynaklardan gelen düşmanlığını hisseder.  Ve sonra, tüm bu kaynakların ardında, kişi üzerinde O’na yönelmesi için bu şekilde çalışan, “Yaradan” olarak adlandırılan güçler sistemini görmeye başlar.  Yani cansız, bitkisel ve hayvan doğasının tüm çeşitliliğinin arkasında bir tür güç, bir plan, bir program; tek bir kaynak vardır.

Ve gücün kendisi, kişiden gizlidir.  Onun yönüne bakacak şekilde, kasten kendisini kişiye gösterir.  Onun yönüne ne anlama geliyor?  Henüz net değildir.  Sadece başına gelen her şeyde, kişinin tek bir kaynağı görmeye alışmasıdır.

Bunun için çaba sarf eden kişi, sanki, dünyada, evrende olup bitenlere karşı, mantık ötesi inanç denen şeye karşı başka bir tutum seviyesine yükselir.

Mantık, diğer tüm insanlar gibi bir insanın dünyamızda beş duyusunda hissedebildiği şeydir.  Ve inanç, başına gelen her şeyi bir sonraki seviyeye, belirli bir güçle ilişkilendirme yeteneğidir ve bu şekilde onu yavaş yavaş eğitir.

Başlangıçta, bu sadece bir duygudur çünkü kişi henüz kaynağın kendisine tam olarak ulaşmamıştır.  O’nun hakkında tek bir şey dışında, hiçbir şey söyleyemez: tüm tecrübeleri ona gönderen kaynaktır.  Ve tecrübelerin ötesinde, aynı kaynak kişinin O’na dönmesine yardımcı olur.

Böylece O, kişiyi Kendisine yönlendirir:  “Dikkatinizi Bana verin.  Her şeyi Benden alıyorsunuz.  Bu dünyadaki tek hükümdar benim.  Size, tüm eylemlerinize, koşullarınıza, düşüncelerinize, duygularınıza, etrafınızdaki her şeye, tüm evrene hükmeden tek kişi benim.  Ve seni etkileyen her şey Benden geliyor.”

Bu, tam olarak kritik koşullarda daha büyük bir şeye ihtiyaç duyulduğunda ve kişi kendisine ne, neden ve nasıl olduğunu anlamadığında, meydana gelen her şeyin kaynağı olarak Yaradan’a ulaşmanın başlangıcıdır. Her şey onu boğar ve kafasını karıştırır.

Ve sonra, büyük bir içsel kargaşanın sonucu olarak, aniden bunun üst güçten geldiği hissini uyandırır.

Kişinin İçindeki Üç Tür Arzu

Soru: Tora’nın anlatılarında, her biri kişinin içsel arzularını kişileştiren birçok karakter vardır. Kabala’daki temel koşul, egoizminizden çıkış anlamına gelen, Mısır’dan çıkıştır. İçimizdeki “Mısırlılar” kimlerdir?

Cevap: “Mısırlılar”, bizim her tür egoist niteliklerimizdir. Bu karakterlere bağlı olarak küçük veya büyük olabilirler.

Rabaş’ın makalelerinde “Mısırlılar”ın, içimde “Eylem yapın, niyet önemli değil. Bu senin için değil, henüz yeterince olgun değilsin.” diyen arzular olduğu yazar.  Yani egoist niteliklerim beni sakinleştirir ve beni niyetlerden uzaklaştırır; niyetler esas olan şey değildir, esas olan eylemlerdir.

Yorum: Birincil kaynaklarda bile, niyet olmadan eylemler için bir tür destek bulabilirsiniz.

Cevabım: Birincil kaynakları nasıl gördüğümüze bağlı. Doğrusu, Tora niyetlerden bahseder.

Yorum: Ama aynı zamanda sık sık şöyle diyorsunuz: Eğer gücünüz yoksa, asıl şey bir şeyler yapmaktır ve niyet daha sonra gelecektir.

Cevabım: Evet, ama yaparsın ve niyet daha sonra gelir.

Yorum: Ayrıca içimizde “dünyevi” denilen arzulara sahibiz. Hemen hemen tarafsızdırlar. Onlar sadece niyetten değil, birleşmek için harekete geçme gücünden bile yoksundurlar.

Cevabım: Bu tür durumlar, bir hedefe doğru ilerleyen bir kişide bile ortaya çıkar. Ve diğer insanların hiçbir eyleme veya niyete sahip değildir. Onlar sadece temel egoizmleri içindedirler.

Diyelim ki derse gitmen gerekiyor. Ancak, niyet bir yana, grup içinde bir şeyler yapmaya gidecek güç bile yoktur. Buna dünyevi arzu denir. Kişi, yalnızca doğal hareketleri, güdüleri tarafından yönlendirilen küçük bir hayvan gibi davranır.

Ve “Mısırlıların” arzuları zaten bir ideolojidir: esas olan şey, niyet hiç önemli değilken, emredileni açıkça yerine getirmektir. Buna “Mitzvot anashim melumadam ” denir yani bana bu şekilde öğretildi ve yapıyorum. Yani, eylemlerimle, doğamı değiştirmeden, niyetimi değiştirmeden Yaradan’ı ifşa edebilirim.

Mekanik eylemler yapması gereken bir makine gibiyim. Ve onlarla, yine de niyetin yerini aldığı varsayılan her türden cümleyi söylemek zorundayım: kutsamalar ve benzeri gibi.

Ayrıca insanda “büyük karışım” anlamına gelen, “Erev rav” denen bir tür arzu vardır. Bunlar, “kendi iyiliği için” niyetiyle eylemler gerçekleştiren, gruplar halinde organize olmuş kişilerdir.

Soru: Mısırlıların aksine, bir niyete sahipler mi?

Cevap: Hayır, Mısırlılar egoizmin bir sonraki seviyesidir: “Hem bu dünyada hem de sonraki dünyada ödül kazanmak için her şeyi yaparım.”

Ve  “Erev rav” ile ilgili olarak, Yaradan’dan korktukları, ancak Firavun için çalıştıkları söylenir, çünkü tüm eylemleri kendileri içindir.

Tek Bir Aile Gibi

Soru: İnsan tarih boyunca gelişti ve bir noktada hayatın anlamı hakkında düşünmek için zamanı oldu. Doğanın gizli güçlerini anlama arzusu, 3.800 yıl önce eski Babil halkının içinde uyandı.

Birincil kaynaklar, daha önce tüm insanlığın tek bir aileye benzediğini söylüyor, ancak yazılanlardan hayatın on binlerce yıldır zaten var olduğunu ve insanların birbirlerini öldürdüğünü anlıyoruz. “Tek bir aile gibi” ne demek, net değil?

Cevap: Gerçek şu ki, Babilliler arasındaki dostane ilişkiler belirli bir tarihsel gelişmeden kaynaklanıyordu. O günlerde Babilliler, Dicle ve Fırat arasında, Mezopotamya’da dış koşullardan ayrıcalıklı bir yaşam sürüyordu. Su bolluğu ve nehirlerin taşması, iyi bir hasada katkıda bulunuyordu.

İnsanlar balık, sarımsak, fırınlanmış arpa ekmeği, inek ve koyun yetiştirdiler. Doğa onlara o kadar cömert davrandı ki onun meyvelerini birbirlerinden geri kazanmak zorunda değillerdi. Bu nedenle, birbirleriyle göreceli bir denge içinde yaşadılar.

Tora, “tüm dünyada tek bir dil ve tek bir lehçe olduğunu” söyler. Bu, insanların birbirlerini anladıkları anlamına gelir. Bu, dil ile ilgili değildir. Sahip olduklarından daha fazlasına ihtiyaçları yoktu.

Bir yandan doğa onlara yardım etti ve küçük bir çaba karşılığında onlara her şeyi verdi. Öte yandan, doğadan gereğinden fazlasını alacak kadar bencil de değillerdi. Doğru, güzel, doğal bir varoluştu. Kabala’da buna sıfır egoizm seviyesi denir.

Babilliler arasında normal bir ailede olduğu gibi, tam bir anlayış vardı. Sonra aniden bir egoizm artması oldu ve hemen sınıflara ayrılmak istediler: zenginler, yoksullar, güçlüler vb. Böylece aralarında her türlü alametler belirdi.

Umutsuzluğun Eşiğinde (Linkedin)

Yavaş yavaş farkındalığa varılıyor: hiçbir şey, işleri daha iyi hale getirmiyor gibi görünüyor: ne yeni yıl, ne yeni yönetim, ne de aşılar. Hızlı yaşamak artık işe yaramıyor. Geçtiğimiz yıl işe yaramıyordu, yakın bir zamanda da çalışmaya başlamayacak gibi görünüyor. Ve bizler bunu fark ettikçe, daha çok umutsuzluğa kapılıyoruz.

Dünyanın gazının neden bitiyor gibi görünmesinin iyi bir nedeni var. Çok eski zamanlardan beri, bizim yakıtımız bir sonraki zevki, kazanılacak bir sonraki şeyi veya diğerlerine göre bir sonraki avantajı aramak olmuştur. Egoyu güçlendiren bir yakıtla koşuyorduk; egonun çıkar görmediği yerde, çalışacak yakıtımız yoktu.

Geçtiğimiz yıl boyunca, egolarımız o kadar çok hayal kırıklığına uğradı ki, birçoğu egonun gerçekten hizmet etmemiz gereken kral olup olmadığından şüphe etmeye başlıyor. Belki de, onlara sahip olduktan hemen sonra istemeyi bıraktığımız nafile haz arayışı, onun kaçınılmaz anlamsızlığını ortaya çıkardı. Sonuçta, bir kere istediğinizi aldığınızda, sonrasında ondan bıkacağınızı zaten biliyorsanız, ilk etapta onu elde etmenin anlamı nedir?

Bizim zamanımız, motivasyonlarımız, medeniyetimiz, değerlerimiz ve nihayetinde insan olarak kim olduğumuz hakkındaki gerçeğin farkına varılması zamanıdır. Bu farkındalığın ortaya çıkardığı tablo hoş değildir ama çok samimidir ve samimiyet noktasından sağlıklı büyüme başlar. Bu yüzden, tüm zorluklarına rağmen bizim zamanımızın harika olduğunu düşünüyorum.

Büyük bir değişim dönemindeyiz; dünyayı bireysel olarak algılamaktan, hepimizin parçası olduğu ve içinde hepimizin bir olduğu, bütünsel bir sistem olarak algılamaya geçiyoruz. Dünyayı bireysel olarak algılamak, bizi yalnızca kendi çıkarımızı aramaya mecbur bıraktı. Ancak bu bizi doğanın gelişiminin yönü ile karşıtlığa düşürdü. Doğa, çoğalan zorluğa, birbirine bağımlılığa ve karşılıklı olmaya doğru gelişiyor. Tüm gerçekliğin tersi yönünde gitmeye çalıştığınızda, kötü şeylerin olması kaçınılmazdır. Doğanın yörüngesi ve bizim yörüngemiz arasındaki bu çatışma, özellikle 20. yüzyılın başlarında bireyselliğimizin üzerinde durmaya başladığımızdan beri, tüm talihsizliklerimizin temel nedeni olmuştur, ama yüzyılın başından bu yana bu muazzam bir hız kazanmıştır.

Doğanın yörüngesine karşı gitmeye devam ettiğimiz sürece, inşa ettiğimiz her şey çökecek. Bu yüzden bugünlerde hiçbir şey işe yaramıyor gibi görünüyor: Aşılar burada ama virüs de öyle; seçim bitti ama kimse sakin değil; ve en önemlisi, kimse gelecek hakkında güven hissetmiyor ve kimse bu konuda ne yapacağını bilmiyor.

Yine de cevap apaçık ortada: Doğaya karşı gitmeye devam edersek ve bireysel olarak düşünmeye devam edersek, bir geleceğimiz olmayacak ve hiçbir çözüm işe yaramayacak. Eğer bütünsel bir gezegenin bir parçası olan, bütünsel bir insanlık gibi düşünürsek, başarılı olacağız ve planlarımız işe yarayacak.

Aslında ben çok umutluyum. Doğanın nasıl bize, her şeyi yeniden düşünmekten başka seçenek bırakmadığını görüyorum. Birlik, bizim hareketimizin net yönüdür, çünkü burası tüm doğanın geliştiği yerdir ve biz dışında değiliz. Tek soru, bizim devam etmeden önce acı çekmeye ne kadar razı olacağımızdır. Son kesinlikle iyidir; beni endişelendiren şey oraya giden yoldur.

Birlik Şovenizme Yol Açtığında

Soru: Kardeşlik ilkesi nedir?

Cevap: Bu ilkeye uymak bize en iyi koşulu sağlar. Birbirimizi düşünürsek, birbirimizi desteklersek ve herkes birbirini önemserse, hiçbirimiz kötü hissetmeyiz.

Yorum: Aşırı birliğin ırkçılığa, şovenizme, köktenciliğe ve dini fanatizme yol açtığı söyleniyor.

Cevabım: Hayır. Bu, bir grup insanı alıp onlara daha dikkatli davranmaya başlarsam olur, çünkü başkalarına yönelik belirli bir hedefimiz vardır. Başkalarına karşı!

Kendimizi özel bireyler gibi hissetmeye başlarız. Bize güç veren egoist bir duygudur. Ve burada elbette amacın ötesine geçeriz. Ancak bu artık basit bir egoizm değil, şovenizmdir.

Soru: Yani birisine karşı birleşmek egoist doğamıza aykırı değil mi?

Cevap: Evet. Bu durumda, sadece ortağa ihtiyacım vardır. Onları bulurum, birbirimizi gözetiriz,  güçlü, sıkı sıkıya bağlı bir ekibizdir ve sadece herkesi alt ederiz.

Soru: Belki de tüm dünyalıların birine karşı, örneğin uzaylılara karşı toplanmasını sağlayacak bir şey bulabilir miyiz? Sanki bir tür tehlike içindeymişiz gibi. Ve o zaman tüm dünyalılar birleşirdi.

Cevap: Her ülke bir tür rakip ortaya atar. Ve bu gerçekten insanları birleştirir. Bu, politikacılar tarafından kullanılmaktadır. Neden tüm gelişmiş ülkeler genellikle muhalefettir? Bu onların birleşmesine yardımcı olur, insanları, kaynakları harekete geçirir ve kitlelerde ek güç sergiler.

Sevgiye Geçişin Tek Yolu

Baal HaSulam, “ Özgürlük”: Tora ve Mitzvot, yalnızca İsrail’i arındırmak, içimizde doğuştan yerleştirilmiş olan ve genellikle kendini sevme olarak tanımlanan, kötülüğü tanıma duygusunu geliştirmek ve Yaradan’ın sevgisine giden bir tek geçiş olan “ başkalarını sevmek” olarak tanımlanan saf iyiliğe gelmek için verildi.

İnsanlar asla birbirleriyle birleşmezler, ancak Yaradan’ı özledikleri ve O’nu ifşa etmek istedikleri için, bu özlem onları birbirine bağlar. Başka hiçbir şey, ne bir anneyi çocuklarıyla ne de bir kocayı karısıyla, ailesiyle, akrabalarıyla, milletlerle veya insanlıkla gerçekten birleştiremez. Bu nedenle, örneğin, homojen bir karışımdan başka hiçbir şeyin kalmadığı karışık gazlar veya sıvılar gibi, mutlak kaynaşma içinde olduğumuz manevi kökenimize özlem duymalı ve ona dönmeliyiz. Bunun için Kabala verildi – bizi karıştırmak ve birleştirmek için.

Birleşmeye çalıştığımızda, bunu ne ölçüde başaramayacağımızı anlamaya başlarız ve Yaradan tam olarak birbirimize bağlı olduğumuz ölçüde algılanır. Bunun işe yaraması için ne yapmalıdır?

Hiçbir şey yapamayız! Ve bu “yapamayız”, bizim doğamızdır ve tıpkı bir mıknatısın aynı iki kutbunun birbirini itmesi gibi, birbirimiz tarafından itilmiş hissetmemize neden olan mutlak kötülüktür.

Kötülüğün farkındalığı, doğuştan kim olduğumuzu ve tek bir bütün olmak için ne ölçüde bağ kuramadığımızı gösterir. Bu, karşılıklı reddetme, egomuz, öz sevgimiz olarak tanımlanır.

Egonun gerçek gücünü, reddetmeyi, nefreti, başarısızlığı, birbirimize karşı uyanma eksikliğini hissetmeye başladığımızda,  tam tersi olan başkalarına sevgiyi hayal etmeye başlayabiliriz.

Büyük öğretmenimiz Baal HaSulam, bunun Yaradan sevgisine tek ve eşsiz geçiş olduğunu söyler. Bu nedenle, birleşmek için, güçsüz olduğumuz bir duruma ulaşmalı, onu tüm gücümüzle uzaklaştırmalı ve onu artık hiç istememeliyiz.

Sizden geriye hiçbir şey kalmadığında, kişinin sevgi gibi bir duyguya, başkalarının içinde tamamen fesholmaya nasıl dayanabileceğini hayal etmek zordur. Aslında size sevgi ve bağın gerçekte ne olduğunun farkına varmanızı sağlayan şey, başkalarının içinde tamamen fesholamayacağınız duygusudur.

Başka bir deyişle, reddetmenin sonucunda ona ulaşmazsak, sevgi bağını sürdüremeyiz. Nefret ve birleşememe durumundan sevgiye geçiş yapmanın tek yolu budur.