Monthly Archives: Mart 2021

Kaderin Gerçek Bir Hediyesi

Soru: Bilmek isterim ki başıma gelen her şey, tüm bu saçmalıklar, bunlar benim kaderim mi? İşimden kovuldum, evde skandallar yaşadım, sağlığım daha da kötü. Bana “Kader” olduğu söylendi. Böyle bir kader istemiyorum. Bu dönemden nasıl çıkacağımı bilmek istiyorum!

Cevap: Durmalısınız. Durun ve her şeye rağmen nasıl yaşayacağınızı düşünün. Ve ne için yaşanacağını, ki bu en önemli şeydir. Ve o zaman hayatın daha derin anlamını ifşa edebileceğiniz bir koşul içinde olacaksınız.

Yani, aslında hayatınızın çok iyi bir dönemindesiniz – ifşadasınız. Bir sonraki anlayış seviyesinin, doğanın ve bunun içinde kendinizin farkındalığının ifşası.

Ancak, gözlerinizi kapatmayın ve tüm bunlardan kaçmaya çalışmayın. Otomatik modda, oto-pilottaymış gibi, şimdi olduğunuz seviyede var olmaya devam edin ve aynı zamanda daha derine inin. Tüm bu güçler beni ve çevremdeki insanları nereden, neden ve nasıl yönetiyor? Bütün bunlar neden oluyor? Ve tüm bunların komutanı benden ne istiyor?

Ve her şeyin otomatik olarak dönmesine izin verin. Tüm bunlarla hemfikir olmaya hazırım. Tıpkı bir makine gibi.

Bunun bir insanı hızlı bir şekilde hayatının gerçek yöneticisi ile bağa getireceğini düşünüyorum.

“Neden Ağlarız?” (Quora)

Ağlamak, enerjimizin tükendiğini, kaderimizin bizim elimizde olmadığını; hayatımızda hiçbir şey yapamayacağımız üstün bir “şey” olduğunu ve ayrıca sonuçta hayatlarımızda neler olup bittiğine dair hiçbir fikre sahip olmadığımızı kabul etmekten gelir.

Kendimizi zayıf ve çaresiz hissetmenin bir sonucu olarak ağlarız. Bunu yaparak, gerçekte var olan üst güce, daha büyük bir doğa gücüne de teslim oluruz.

Maddesel gerçekliğimizde ağlamak, ulaşamayacağımız bir şeyi istediğimizde veya diğer insanlara karşı belli bir şefkat duyduğumuzda, yani kendimizi başkalarının yerine koyup aynı olumsuz olayların bizim de başımıza gelmesinden korktuğumuzda, kendimizi ifade etme şeklimizdir.

Maneviyatta ağlama, manevi ıslahımıza yani egoist alma niyetimizin, sevme ve ihsan etme niyetine dönüşümüne pasif katılımın ifadesidir. Yani ağlamak, bizim (manevi bir Partzuf veya ruh olarak)  doğuştan gelen alma arzumuzun üzerinde küçük bir ihsan etme niyetine sahip olduğumuz, küçük bir manevi durum olan “Katnut” (“manevi küçüklük” veya “manevi başlangıç”) adı verilen koşulda, manevi olarak zayıf olduğumuzun bir işaretidir. Başka bir deyişle, böyle bir koşul içinde, niyetimiz, bizi egoist olarak yalnızca kendine fayda sağlamaktan korumak için yeterince güçlüdür ama henüz sevmek ve ihsan etmek için doğrudan egomuzla çalışmamıza izin vermez.

 

Hayatın Kaynağına Giden Yolda Küçük Bir Döngü

Soru: Çocukluk çağındaki çoğu insan şöyle sorular sorar: “Ben kimim? Neden ben? Çevremde ne var? ” Ama cevapları bulamazlar ve onları unuturlar. Ancak bir süre sonra bu sorular onlara daha büyük bir güçle geri döner.

O zaman kişi, ne aradığını bilmeden aramaya başlar. İnternette birçok bilgi arayıp tarar. Ama ne kadar çok okuduğu önemli değildir, her bir bilgi onu daha da acıktırır. Kişi ne aramaktadır?

Cevap: Temelde, bizler her zaman yalnızca bir şeye, yaşamın kaynağına çekiliriz. Geldiğimiz yer ve geri dönmemiz gereken yer burasıdır.Bu yolda küçük bir döngü vardır: bu dünya. Bu dünyaya geldik ve yakında onu terk etmeliyiz.Bu yüzden nereden geldiğimiz ve nereye gittiğimizle ilgileniyoruz.

Bu dünyada pek sevinç görmeyiz. Bu nedenle, daha da büyük bir soru vardır, “Ondan önce ne vardı ve sonra ne var?”

İnsan araştırır ve eğer şanslıysa, ki birçok insan bizim zamanımızda şanslıdır, Kabala bilgeliğini bulur.

Egoist Bir Toplumun Dört Hali

Yorum: Tora, insanlar arasındaki dört ilişkiyi inceler. Bunlardan biri: “Benim olan benim ve senin olan senin” en kötüsü olarak kabul edilir ve “Sodom” olarak adlandırılır. Ve dünyamızda bu normal kabul edilir.

Cevabım: Hayır. Bu anormal bir durumdur çünkü insanlar arasındaki tüm bağları keser. Ne sana bir şey vermeye ne de senden bir şey almaya hakkım yok. Yani toplumdaki herkes kesinlikle birbirinden izole edilmiştir. Ayrıca bu koşula uymak için birbirlerini bile gözetlemektedirler.

Soru: Bu birliğe aykırı mı, doğanın bizi tek bir ortak bütüne getirme eğilimine aykırı mı?

Cevap: Bu tamamen doğaya aykırıdır çünkü doğa, atomlar, parçacıklar, hücreler ve insanlar arasındaki en azından bir şeyde, en azından bir şekilde karşılıklı bağlantı üzerine inşa edilmiştir. Ve burada, her şey izolasyona dayanmaktadır.

İkinci durum: “Benim olan senindir ve senin olan benimdir.” Bu, her şeyin ortak mülkiyet (eşler, çocuklar, meskenler ve hayvanlar) olduğu ilkel bir toplumun doğasının özüdür. Bu durum, özellikle ilkel bir komünal sistemin gelişmemiş egoizminin karakteristiğidir.

Üçüncü durum: “Benim olan senindir ve senin olan senindir.” Tora’da bu Hesed olarak adlandırılır.

Bu, pratik olarak başka birine vermeye ve başkalarını düşünmeye odaklandığım, iyi ama eksik bir durumdur.

Bu, küçük insan grupları için, çocuklar için, zayıf toplumlar için, hastalar ve yaşlılar için, her şeyi onlara verdiğimde ve aktardığımda iyidir. Ancak bu, bilgi akışının ve gücün olmadığı, alışverişin olmadığı kusurlu bir durumdur. Her şey tek bir yöne gitmektedir ve doğa bu şekilde inşa edilmemiştir.

Doğa, tüm parçalarının tek bir ortak sistemde entegre olarak kilitlendiği gerçeğine dayanmaktadır ve bunlar arasında, bütünsel, doğru etkileşimde tüm sistemi birlikte desteklemek için bir enerji, bilgi ve hayati güç alışverişi vardır.

Dördüncü durum: “Benim olan benim ve senin olan benim”, bu “suç” olarak adlandırılır – toplumdan olması gerekenden daha fazlasını aldığım zaman.

Temel olarak, insanlar arasındaki tüm bu dört tür etkileşim egoizm içinde mevcuttur. Hiçbiri mükemmel değildir. Kabala bizleri onların üstüne yükseltir.

Mükemmel bir durum, birbirimize dahil olmak üzere birbirimizle tam etkileşim içinde olduğumuz zamandır. Dört koşulun hiçbirinde durum böyle değildir.

Doğa Duyarlı Mı?

Tanrı’ya inanan insanlar, dinlerin O’na ilişkilendirdikleri yöntemlerle, O’na duygu ve düşünceler atfederler ve kaderimizi belirleyen herhangi bir güçlü bireyle iletişim kurma şeklimiz gibi, O’nunla iletişim kurarlar: O’nu memnun etmeyi ve karşılığında O’nun lütfunu almayı hedefleriz. Peki ya doğa? Doğa duyarlı mı? Doğayı memnun etmeli miyiz? Ve eğer yapmalıysak, bunu nasıl yapabiliriz?

Kabala bilgeliği doğa ile Tanrı arasında ayrım yapmaz. 20. yüzyılın büyük kabalisti Baal HaSulam, “Barış” adlı makalesinde, doğa ve Tanrı’nın eşanlamlı olduğunu açıkladı, bu nedenle doğadan bahsettiğimizde, aslında Tanrı’dan bahsediyoruz ve Tanrı’dan bahsettiğimizde, aslında doğadan bahsediyoruz.

Ancak, Kabala bilgeliğine göre doğa, iyi eylemler veya kötü eylemler arasındaki dengemizi kontrol eden ve bizi buna göre ödüllendiren veya cezalandıran bir “muhasebeci” değildir. Doğa, her şeyi yaratan, her şeyi yöneten ve her şeyi onun tüm gerçeklikle tam bir birlik ve uyum amacına yönlendiren süper zeki bir mekanizmadır. Doğa, yaratılışı sürekli olarak, atomik seviyeden cansız, bitkisel, hayvansal ve insan seviyelerine kadar daha büyük bir karmaşıklığa doğru geliştirir.

İnsan seviyesinde, bizler tüm doğanın evrimleştiği şekilde evrim geçiriyoruz. İlk önce köylere dönüşen klanlarda toplandık, köyler kasabalara, kasabalar ülkeler haline geldi ve günümüzde tüm dünya tek bir küresel köy olurken insanlar, hayvanlar, bitkiler ve mineraller birbirine bağlı tek bir sistemin parçalarıdır. Bizler, dünyanın her yerine bağlanmış ve dişli bir mekanizma haline geldik.

Dahası, bu mekanizma apaçık zekidir. İçindeki her şey karmaşık ve akıllıca diğer her şeye bağlıdır ve yaratılışın tüm parçaları eş zamanlı olarak artan birleşmeye doğru ilerliyor. Tıpkı karıncaların veya balık sürülerinin, senkronize zekâlarının rehberliğinde bir bütün olarak düşünmeleri ve hareket etmeleri gibi, çevremizdeki her şey uyum içinde çalışır; insan dışında her şey.

İnsanlar, doğada,  doğruyla yanlışı ayırt etme ve ne zaman ne yapılacağının içgüdüsel bilgisinden mahrum bırakılan tek unsurdur. Ama bu da bir amaç için yapıldı. Çevremizdeki mükemmel yaratılışta eksik olan tek unsur, hayatımızın amacının farkında olmaktır. Farkındalık önceden yüklenemez; edinilmesi gerekir. Bu yüzden, dünyamız hakkında her bir bilgiden yoksun doğarız. Aslında, ilk başta o kadar çaresiz doğarız ki, yemek için annemizin meme ucuna bile ulaşamayız ya da kendimize bulaştırmadan dışkılayamayız. Hiçbir yavru hayvan yeni doğmuş bir bebek kadar çaresiz değildir. Ancak, bu kasıtlı olarak yapıldı, böylelikle bizler her şeyi sıfırdan öğreneceğiz ve sürecin sonunda yaratılışın zirvesine ulaşacağız ve bizi yaratan sistem – doğa (ya da Tanrı) kadar zeki olacağız.

Doğanın “doğası” uyum ve birleşme olduğundan ve hedefin farkındalığını kazanmamız gerektiğinden, doğduğumuzda onun tamamen zıttıyız, bu yüzden uyum ve birleşmenin her yönünü öğreneceğiz. Sorun şu ki, doğaya zıtken, duygusuz/bilinçsiz çocuklar gibi, çevremizdeki her şeyi yok eden bir tehditten başka bir şey değiliz. Ancak birlikte çalışmayı öğrendikçe, yaratılış anlayışımıza karşı birlik ve dayanışmanın canlılığının farkına vardıkça, doğanın eğilimine uygun olarak kendimizi daha akıllıca yönetmeyi de öğreniriz ve kendi aramızda ve doğayla hissettiğimiz çatışmalar, bizi ileriye doğru iten rüzgârlara dönüşür.

İnatçı olduğumuz sürece acı çekeriz. Gökyüzünü, suyu ve toprağı kirletiyoruz. Güç ve kontrol elde etmek için doğanın bize verdiği bolluğu tüketiyoruz; sanki sadece bizim hayattan zevk almaya hakkımız varmış gibi, birbirimizi kullanıyor ve taciz ediyor, öldürüyor, tecavüz ediyoruz ve birbirimizi kötülüyoruz ve geleceğe hiçbir şey bırakmıyoruz. Yetişkinlerin bedenleriyle ama bir çocuğun zihniyle yetişkin çocuklar gibi davranıyoruz.

Bağ kurmaya odaklanırsak, doğru yolu bulup yarattığımız karmaşayı temizleyeceğiz. Kendimiz için talep etmeye devam edersek ve doğanın uyum ve birleşme yönündeki eğiliminden kaçınırsak, doğa ile artan çatışmamız bize daha da kötüleşen olumsuzluklar getirecektir. Zeki olabiliriz ama çok akılsızız. Kendimiz için gerçekten iyilik yapmak istiyorsak, önce bildiklerimizi, bilmediklerimizi ve kendimize yardım etmek için ne yapmamız gerektiğini nasıl öğrenebileceğimizi öğrenmeliyiz. Doğanın zeki mekanizmasını dinlersek, onun yörüngesine uyum sağlamayı artırma yolunda ilerlersek, yaşam kendi kendimize verdiğimiz yıkımdan çok daha kolay ve basit olacaktır.

Kıskançlık – Büyümenin Motoru, Yıkımın Aracı Olduğunda” (Linkedin)

Küçükken, başkalarına bakıp onları taklit ederek büyürüz.  Onlara zarar vermek veya arzu edilen özelliklerini veya sahip olduklarını reddetmek istemeyiz, aksine sahip oldukları şeye sahip olmak ve yaptıklarını yapmak isteriz.  Bu sağlıklı kıskançlıktır;  bizi geliştirir ve ileriye götürür.  Başkalarından daha fazlasına sahip olmayı, başkalarını kontrol etmeyi istemeye veya başkalarının sahip olduklarını reddetmeye başladığımızda, bu, büyümenin motoru olan kıskançlığın yıkımın aracı haline geldiği zamandır.

Başkalarını yok etme arzusuna bağlanan kıskançlık, bizi yok eden egoizmdir.  Tarih boyunca ülkeler bu yıkıcı güçle birbirleriyle yarışmış, dünyanın zirvesinde olma arzusuyla birbirlerine acı ve ıstırap çektirmişlerdir.

Bu gücü ortadan kaldıramayız;  bu doğamızın özünde vardır.  Yapabileceğimiz ve yapmamız gereken şey, onu çocukların kendilerini geliştirmek için kullandıkları gibi kullanmaktır.

Bunu yapıcı bir şekilde nasıl kullanacağımızı öğrenmek için, öncelikle başkalarını sakatladığımızda veya zarar verdiğimizde kendimize zarar verdiğimizi anlamalıyız.  Birbirimize bağlılığımızın gerçeğini, hepimizin tek bir sistemin parçaları olduğumuzu, birimleri mükemmel bir şekilde iç içe geçmiş ve dengeli bir mekanizma olduğumuzu hissetmeye gelmeliyiz. Bu, milyarlarca parçadan oluşan karmaşık bir makine gibidir ve bunların tümü makinenin sorunsuz çalışması için gereklidir.  Bir birimi sakatladığınızda, sizin de parçası olduğunuz tüm makineyi sakatlamış olursunuz.

İnsan vücudunu düşünün.  İnsan vücudunda yaklaşık 10 trilyon hücre bulunmaktadır.  Bunlar çok sayıda doku, organ ve organ sistemi halinde düzenlenmiştir.  Bu doku ve organların birbirine düşman olması durumunda ne olacağını hayal edebiliyor musunuz?  Binlerce yıldır her gün birbirimize yaptığımız da budur.  Yaşadığımız dünyanın bizi güçlükle ayakta tutabilmesi bir mucize değil mi?

Öğretmenimin babası, 20. yüzyılın büyük Kabalisti Baal HaSulam, insanları okula geri gönderme ve onları yeniden eğitme ihtiyacı hakkında kapsamlı bir şekilde yazdı.  O, egolarımızla nasıl çalışılacağını öğrenmemiz gerektiğini kastetti.  Şu anda, başkalarına zarar vermemiz gerektiği bilgisini kullanıyoruz ve bunu yaparken kendimize zarar veriyoruz.  Koronavirüs, bize de zarar verdiği için başkalarına zarar veremeyeceğimizi anlayana kadar, giderek daha sık hale gelecek küresel darbe türlerinin sadece ilk örneğidir.  Kişisel, sosyal ve uluslararası düzeylerde komşularımıza duyduğumuz yıkıcı kıskançlık bizi mahvediyor.  Kendimizi yeniden eğitmeli ve kıskançlığımıza sadece büyümek için bizi motive ettiği zaman bakmalıyız, ama başkaları pahasına değil.  Baal HaSulam’ın okula geri dönmemiz gerektiğini yazarken kastettiği şey buydu.

Eğitim, yavaş ve aşamalı bir süreç gibi görünür, ancak kullanabileceğimiz kısa yollar vardır.  Çünkü hepimiz birbirimize bağlıyız, bir makinenin parçalarıyız, bir fikri düşündüğümüzde, diğerleri de bizden duymasalar bile onu düşünmeye başlar.  Bu düşünceyi başkalarına aktardığımızda, düşünce insan ağına ve sisteme yayılmaya başladığında, iletişim kurduğumuz insanların çok ötesine taşırız.  Sadece karşılıklı bağımlılığımızı ve yıkıcı kıskançlığımızı durdurma ihtiyacını düşünmek, bu düşünceyi başkalarında da üreten sisteme dalgacıklar gönderir.  Birdenbire insanlar sanki kendi düşünceleri gibi onun hakkında konuşmaya başlayacaklardır.  Onu bilmeyecekler ama bu sizden gelecektir.  Bizler, kıskançlıkla yapıcı bir şekilde çalışmayı öğrendiğimizde, başarıya giden yolumuz açılır.

Twitter’da Düşüncelerim / 1 Mart 2021

Grup (onlu) benim tek kazancım! Onun içinde toplayabileceğim her şey – sonsuza kadar benimdir! İfşa olan Yaradan ile beraber! Bize katıl!

Onlunun Merkezinde İnşa Etmek

Bizler, hakkında “ters bir dünya göreceğim.” denilen, manevi dünyaya giriyoruz. Şimdi bu ters çevrilmiş dünyayı bizim dünyamızdan hayal etmek imkânsızdır çünkü bu beyaz yerine siyahın olduğu basit bir negatif değildir.

Bu dünyada ihsan etmeye ve sevmeye çalışsak bile, bunu manevi dünyaya doğru şekilde yansıtamayacağız. Manevi dünyayla ilişkilendirecek hiçbir şeyimiz yok: anlayış yok, his yok, tat yok.

Bu yüzden gözlerimiz kapalı gitmeliyiz. Gerçekte de, gözlerimiz kapalı ve hiçbir şey görmüyoruz çünkü sadece egoist arzumuzun içine bakıyoruz. Bakışlarımız içe dönüktür ve sadece midemizle ilgileniriz.

Ve maneviyat tam tersi yönde işler. Bunun tersini hayal edemiyoruz. Tersini yaparsam, manevi olmayacaktır. Bu çok yaygın bir yanılgıdır.

Bilgelerle inançla yürümek, gözleriniz kapalıyken Kabalistlerin talimatlarını takip etmek anlamına gelir, böylece Yaradan’ın yardımı ile içimizdeki ruhun tezahürünü uyandırırız ve Yaradan’ın imgesini, ihsan etme niteliğini, Bina’yı ifşa ederiz. Kişi en azından bunun için bir yer inşa etmeye başlamalı, üst gücün açığa çıkması koşulu bu, böylece bu alan bir şekilde Yaradan’a benzer hale gelir.

Öyleyse ilk olarak, bu alanı egoist arzulardan kurtarmak için bir kısıtlama yapmak ve ardından onun üzerine kat kat ihsan etme aşamalarını inşa etmeye başlamak gerekir: 0-1-2-3-4.

İhsan etme yapısını inşa edebileceğimiz yani Yaradan’ın Kendisini ifşa etmesine ve onu inşa etmesine izin verebileceğimiz alma arzumuzdan temizlenmiş boş bir platform hazırlıyoruz. “Ben” i, egoizmimi kaldırmalı ve onun yerine Yaradan’ın görünmesine izin vermeliyim. Yaradan, yalnızca O’na sunduğum saf yerde görünür.

Ve bunun için gerçekten dostlarımızın yardımına ihtiyacımız var. Egoizmimizin tam merkezinde, biz egoistlerin birleştiği merkezi noktada, onlunun merkezinde, Yaradan’ın ifşasına, ihsan etme niteliğinin tezahürüne yer açmalıyız, böylece ruh en alt seviyeden, kaynaktan daha da gelişmeye başlar: embriyo, emzirme, olgunlaşma.

İhsan etme niteliği, annenin vücudunda büyüyen bir embriyo gibi, biri diğerinin içinde biçimlenerek, alma niteliği içinde gelişir. Ve her ne kadar embriyo anne için yabancı bir cisim olsa da doğa, annenin onu reddetmemesini, tam tersine onu mümkün olan her şekilde, özenle ve sevgiyle destekleyip büyütmesini ayarlamıştır. Annenin tüm büyük vücudu yalnızca embriyoyu büyütme işlevi görür.

Ve bizlerin, aynı sevgiyle, çocuk bekleyen şefkatli bir anne gibi, onluda birleşmemiz ve aramızdaki ihsan etme niteliğini dikkatlice geliştirmemiz gerekiyor. Hiçbirimiz onu kendi başımıza büyütemeyiz, ancak yalnızca aramızdaki bağda, ihsan etme niteliğini hayal edebilir ve onu alma niteliğimizin üzerinde daha fazla büyütebiliriz.

Alma arzusu temeline dayanan tüm bedenimiz, içinde insan, Adem olarak adlandırılacak olan manevi embriyoyu, ihsan etme arzusunu geliştirmek için çalışacaktır, çünkü o Yaradan’a (Domeh) benzeyecektir.

Ruhunuzu ancak eksiksiz bir manevi organizma yoluyla inşa edebilirsiniz: kendi merkezinde manevi rahmin olacağı ve ihsan etme niteliğinin ortaya çıkacağı bir yer açarak kendisini fesheden bir grupta.  Söylendiği gibi: “Beni sen yarattın.”

Bizim tarafımızdan alanı alma arzusundan özgürleştirerek ve alma arzusu içinde ihsan etme arzusunun büyümesine izin vererek, Yaradan diğerinin içinde bir form oluşturabilir.

Bu nedenle tüm çalışmalarımız sadece grup çalışmasıdır. Yaradan’ı dostlarım aracılığıyla aramazsam, o gerçek Yaradan değildir. Bütün dünya Yaradan ile bağ kurmak, O’na dönmek istiyor. Ancak bu girişimlerin ne kadar umutsuz olduğunu görebiliriz. Ve hepsi, insanların Yaradan’ı doğru bir şekilde hayal etmedikleri içindir: insanlar arasında bir bağ olarak.

Yaradan, egoizmimizden özgür olduğumuz bir alanda, aramızda inşa ettiğimiz ihsan etme niteliğidir. İhsan etme formunu alan, alma niteliklerimiz aracılığıyla Yaradan’ı ifşa ederiz.

Yaratılanları sevmeden, Yaradan’a ulaşmak imkansızdır. Bu yüzden şöyle denir: “İnsan sevgisinden Yaradan’ın sevgisine; yaratılanların sevgisinden Yaradan’ın sevgisine.” Bunlar sadece güzel sözler değil, aynı zamanda gerçek ifşaya ulaşmak için gerekli bir koşuldur.

Herkes – Kendi Zamanında

Soru: Tüm insanların kalpteki noktaya sahip olduğunu söylüyorsunuz, ancak bazılarında uyanıyor, bazılarında uyanmıyor. Kalpteki noktası uyanmamış bir kişi için aydınlık ve karanlık nedir? Hayatının anlamı nedir?

Cevap: Kalpteki nokta içimizde uyanıncaya kadar diğer insanlarla aynı şekilde yaşıyoruz. Diğer herkesin hayatının boşa gittiğini düşünmeyin. Onların da bu koşullardan geçmeleri gerekir çünkü onlarsız herhangi bir manevi duruma erişemeyecekleri ve manevi dünyaya giremeyecekleri bazı Reşimotlar (bilgi kayıtları) içlerinde birikir.

“Ulusal Sınırların Geleceği Nedir?” (Quora)

Gelecekte sınırlar, milletler veya ülkeler olmayacak.

Hepimiz, herkesin anlayabileceği bir dille, tüm dünyayı kapsayan bir ulusun üyeleri haline geleceğiz.

Ayrıca dinler, inançlar ve gelenekler önemlerini yitirecek ve süreç içinde kaybolacaktır.

Diğer bir deyişle, sonunda, doğanın bütünleyici yasalarıyla denge içinde, tek bir bütün olarak birbirine bağlılığımızı ve karşılıklı bağımlılığımızı anlayacağız.

Her türlü coğrafi ve ideolojik sınırları değiştirmek tüm insanlar arasında iyi ve olumlu bir tutum olacaktır.

Bu son koşula geçiş, egolarımızı bir dereceye kadar kabul etmedikçe iyi bir yaşama ulaşamayacağımızı anlayarak gerçekleşecektir.

Şimdiki gerçekliğimizde, böyle bir resim ütopik ve gerçekçi görünmese de ve her birey, grup ve ulus yalnızca kendisinden ve kendi vatandaşlarından sorumlu olsa da, doğa yasaları, bu tür bir bağ içinde bulunan karşılıklı önemseme tutumlarıyla, mutlak bir bağ koşuluna doğru ilerlememiz gerektiğini şart koşar.

Bu tür bir bağ, nesiller boyunca geliştirdiğimiz, sınırlar, cinsiyet, ırk veya dil olsun, dünyamızda sahip olduğumuz her sınırın üzerinde var olur.

Kısacası, doğa bu süreci zorunlu kıldığından, hiçbir şey birbirimizle bütünleşmemizi engelleyemez.